Bölünme ve parçalanma korkumuz

Süleyman Seyfi Öğün

Türkiye'de yaygın korkulardan birisinin "bölünmek" ya da "parçalanmak"la ilgili olduğu çok sık dile getirilir. Doğrudur. Yalnız, bazı entelektüel çevrelerde görüldüğü üzere, bu korkunun içi boş olduğunu iddia etmek ve paranoya yüklü olduğunu söylemek haksızlıktır.

Osmanlı-İstanbul İmparatorluğu'nun yüzyıllarca süren ve ağır bedelli bir fetih sürecinden geçip yerleştiği coğrafyaların bir çırpıda elden çıkmasının yarattığı travma anlaşılabilir bir şeydir. Kolektif şuuraltında bu kaygının ve korkunun sık sık nüksetmesi paranoya diye geçiştirilebilecek basitlikte bir mesele değildir. Bir kere korku, tabii bir duygudur. Korkulardan arınmak diye bir şey olamaz. Tabii ki korkuyla da yaşanmaz. Bütün mesele, korkuların zihniyet dünyamızı teslim almasına engel olmaktır. Bunun yolu da yüzleşmeden geçer. Ama bu yüzleşme meselesi de, yine bazı entelektüel çevrelerde ısmarlama ve basit bir kültürel koda oturtuluyor. Bu kod, geleneksel anlamda son derecede yabancısı olduğumuz Hıristiyan günah çıkarma "confession"-; ya da onun bir bakıma seküler karşılığı olan psikanalizden devşiriliyor. Böyle olduğu için de tutmuyor ve tam tersine tepki çekiyor.

''KÜLTÜREL FARKLILIKLARIN'' TASFİYESİ

Bu coğrafyanın insanları zihinleri yöneten bu korkuyla bütün kaynaklarını gözeterek ve münasip yollardan yüzleşmek zorundadır. Öte yandan, bu yolda insanlara rehberlik edecek kavramları bulmak ve ajandamızı fikr-i takip üzerinden yeniden oluşturmak gerekiyor. Ezberlerimize yerleşenlerle yüzleşmek, yüzleşmenin esaslı bir tarafını oluşturuyor. Mesela "parçalanmak" tabirini ele alalım. Bu tabir "kayıplarımızı" anlatıyor. Ama bu anlatımlar, bir kısım aza ya da uzuv kaybı gibi çok acıtıcı duygusal çağrışımlar yüklüyor. Belki de onları, yaşadığımız ve yaşamak tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızı hissettiğimiz maddi coğrafi kayıplarını anlatırken kullanıyoruz. Kayıplar tarihimizde mekan ile ilişkili olanları anlatmada kullandığımız "parçalanma" tabiri, zihinlerimizi ve kavrayışlarımızı sınırlı, yüzeysel ve tek taraflı algılamalara taşıyor. Yakın tarihimizde yaşadığımız kayıpları siyasi coğrafya kayıpları üzerinden algılama basitliğine düşüyoruz. Oysa daha sakin bakıldığında bir tarihî kayıp varsa, bu kazananlar ya da kazandıklarını zannedenler için de geçerlidir.

Osmanlı-İstanbul İmparatorluğu'nun siyasi coğrafyasında kaybeden ya da kazanan arasında anlamlı bir ayırım yapmamızı sağlayacak ne var elimizde? Mesela Araplar bizden koptukları için çok mu şey yapmış oldular acaba? Türklüğe karşı Araplık bayrağını yükseltmek, özledikleri Arap Birliği'ni armağan etti mi kendilerine? Hepsi düşman kardeşler olup çıkmadı mı? Benzer olarak Balkanlar bizden koptu da ellerine ne geçti? Bugün bir çırpıda kardeş katlini ve kan davalarını ifade eden; çağrışımları alabildiğine kötü olan Balkanlaşma terimini politoloji literatürüne armağan etmekten başka ne yaptılar? Yakın tarihimizde yaşanan coğrafi kayıpları tek taraflı olarak kendi kayıplarımız olarak görmekten vazgeçmemiz daha doğru olsa gerekir. Bölünme tabirine gelince, bu daha karmaşık bir mesele olarak gözüküyor. Bir kere çağrışımları maddi mekan kayıplarından farklı olarak daha demografik ve kültürel gözüküyor. İmlediği, belli bir yaşayış birliğinin -isterseniz mukadderat diyelim- ayrışmayla sona ermesi. Bölünme meselesini anlayabilmek için tarih algılamamızda yerleşen bir ön kabulü gözden geçirmek zorundayız. Artık, Osmanlı-İstanbul barışını -Pax Otomana- bir birlik meselesi olarak selamlamayı bırakmak gerekiyor. Bu barış, coğrafyası üzerinde yaşayan insanları birleştirmedi. Bu bir eksiklik ya da zaaf değildir. Tam tersine, kadim dünyanın gerekleri üzerinden anlaşılabilecek olan ve insanların kendi kültürel mahallerinde diğerleriyle, kelimenin bütün açılımlarıyla ifade edersek- sürtüşmeksizin, tutunumlu bir hayat sürdürebilmelerinin sigortasıydı bu. Kısacası Osmanlı-İstanbul Barışı, birleştirmenin değil, ayırmanın üzerine kurulmuştur.

Bu barışın bir başka sütunu daha mevcuttur. O da "alıkoyma" ile ilişkilidir. Alıkoymanın mahiyeti siyasetten alıkoymadır. Yani Osmanlı-İstanbul Barışı "ayırma" ve (siyasetten) "alıkoyma" esasında somutlaşmıştır. Yakın tarihte yaşanan "parçalanmalar" ya da kopmalara dair hikâye etmeler abartılarla yüklü olduğunu görüyoruz. Mesela biz bunu hikâye ederken "yabancı kışkırtmaları" tek neden olarak düşünme eğilimindeyizdir. Oysa artık şunu görmeliyiz ki Osmanlı-İstanbul Barışı'nın fiilen elde tuttuğu ayırımlar kopmaları son derecede kolaylaştırıyordu. Kopanlar ise kendi hikâye etmelerinde, ayırımcılık ve "asimilasyon" tezine başvururlar. Oysa daha dikkatli bakıldığında Osmanlı-İstanbul Barışı'nda ayırımların ayırımcılığa dönüştüğü durumları görmek son derecede zordur. Asimilasyon ise ancak cehaletle açıklanabilecek bir tuhaf tezdir. Şimdi resme daha bütünlüklü bakmak gerekiyor. Osmanlı-İstanbul Barışı'nın modernliğe cevap vermede en fazla zorlandığı; dolayısıyla tecrübesinden en fazla yoksun olunan mesele "birlik" meselesidir. Osmanlı'nın çöküşü Osmanlı Birliği'nin dağılması, ya da "bölünmesi" olarak okunamaz. Çünkü zaten böyle bir birlik zaten mevcut değildi. Cümle tarihsel sosyoloji kuramlarının merkezine aldığı bir kavram çifti olarak "birlik" (unification) ya da bütünleşme (integration) meselesi; doğrudan modernliğin tutkulu bir şekilde yürüttüğü bir meseledir. Dolayısıyla ve apaçık olarak, "kültürel farklılıkların" tasfiyesi ve siyasetten alıkonulmayı sağlayan kadim kültür kodlarının tartışmaya açılmasını sağlamakla ilişkilidir. Bu da, diğer bir kavram çiftini- yeknesaklaşma (standardization) ve katılım (political participation-) tarihsel sosyolojinin merkezinde, ilk ikisinin yanına koyar.

Osmanlı-İstanbul Barışı çözülürken, siyasi akıl, birlik (ittihad) meselesine müesses nizam açısından baktı. Tanzimat, ittihad meselesini, müesses nizamla topluluklar arasında, karşılıklılığı merkeze alan, mutedil bir iklimde, Osmanlılık bağının hukuki cazibesini arttırmaya çalışarak halletmek istedi. Kanun önünde eşitlik bunu ifade eder. Tanzimat, hukuki cazibenin siyasi sadakati kuvvetlendireceğine inanmıştı. Ama gelişmeler bu doğrultuda olmadı. Bu da müdahaleler ve ayrılıkçı taleplerin kuvvetlenmesiyle ilişkilidir. Yani Tanzimat'ın sadakat meselesine dair geliştirdiği hukuk üzerinden siyasi sadakat formülüne karşı; çeperlerden gelen cevap; kültür üzerinden siyasi ayrılıkçılığın meşrulaştırılması olmuştur. Doğrusu, Tanzimat'ın başarısızlığı çok dramatiktir ve burada bilcümle bütün ayrılıkçı hareketler ve bunları kışkırtanlar sorumludur. Hukuki eşitlik üzerinden siyasi sadakat sağlama seçeneği gözden düşünce, Osmanlılığın içini daha bir kültürel siyasileşme olarak Sünni İslam bağları, daha sonra da Türklük ortak paydası doldurmaya başladı. Bu esnada Tanzimat'ın formüllerinde merkezi tutan hukuk geride kaldı. Sadakat ve birlik bağları, alabildiğine organikleşen ölçülerde "kültürel siyasileşmeye" dayandırıldı ve zecrileşti. Karşılıklılık bir tarafa bırakıldı. Sadakat tek boyutlu -yani müesses nizamın siyasi toplumdan talep ettiği- ve her türlü koşuldan -yani karşılıklılık esasından- münezzeh olarak yükümlülükte mutlaklaşan bir şey haline geldi. Üstelik bu formül, daha önceki yazılarda ele alındığı üzere, politik aklın askerileşmesi üzerinden işledi.

TANZİMAT'IN BAŞARISIZLIĞI ÇOK DRAMATİK, PEKİ YA SONRASI?

Şöyle bir toparlayacak ve değişkenleri gözden geçirecek olursak, modernleşme tarihimiz, siyasetin hukukileşmesi temelinde değil, kültürün siyasileşmesi üzerinden gelişti. Burada kültürün, "kendinde" kültür olmaktan çok farklı olarak, organik aydınlar marifetiyle "organikleştirilen" "kendisi için" kültür olduğunu söylemeliyiz. Kültürün siyasileştirilmesi, kendinde seyreden kültürel durumlara müdahaleyi; buna karşı tepkiler ise alternatif kültürel siyasileşmeleri doğurdu. Bütün bu gelişmelerde hukuk iyot gazı gibi açığa çıktı. Daha beteri, bir noktadan sonra hukukun kendisi de siyasileşmeye başladı.

Bu satırların yazarına göre, yeni ve daha makul bir ajanda şu kalemlerden oluşmalıdır: 1- "Hukukun siyasileşmesi" nasıl sağlanabilir? 2- "Siyasetin askerileşmesi" nasıl engellenebilir? 3- "Siyasetin kültürelleşmesi" nasıl giderilebilir? 4- "Kültürün siyasileşmesi"nin önüne nasıl geçilebilir? İlk soru, "siyasetin hukukileşmesi", ikincisi" siyasetin sivilleşmesi", üçüncüsü, "siyasetin siyasileşmesi" ve dördüncüsü ise "kültürün sivilleşmesi" odaklıdır. Bu sorular birbirine göbekten bağlıdır ve hiçbirisi ihmal edilebilir değildir. Dolayısıyla eş anlı olarak sorulup tartışılmalarının gereği zihinlerden çıkarılmamalıdır. Parçalanma ve bölünme korkularımızdan arınmak biraz da böylesi bütünlüklü tartışmaları yürütebilmekten geçmiyor mu?

ZAMAN