Adnan Demircan sözlerine İslamla beraber bölgemizle Arap toplumları arasındaki ilişkilerin nasıl başladığına değinerek başladı. Müslümanların Arabistan’a hakim olmasının hemen ardından, o dönemin iki büyük devleti olan Sasaniler ve Bizanslılarla mücadeleye başladığını ve bu mücadelelerin nedeninin, iki devletin Müslümanları yok sayan, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtan siyasetleri olduğunu ifade etti.
Hz. Ebubekir halife olduğunda, ‘’Allah yolunda cihad etmeyen helak olmaya mahkûmdur’’ sözünü siyasetinin merkezine oturttuğunu, bu nedenle Arabistan’da zekât vermeyen yahut dinden dönen ve sahte peygamberlerin arkasına takılarak otoriteyi reddeden kişilere karşı savaştığını böylece aynı anda iki bölgeye karşı mücadeleye giriştiğini söyledi. Ayrıca Demircan; ‘’Cihadın zirve noktası 4 halife dönemidir. En önemli kısmı da Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen fetihlerdir. Bu dönemde; Suriye, Irak, Mısır ve El-Cezire bölgesi feth edilmiştir. El-Cezire denilen yer, Fırat ile Dicle arasındaki bölgedir. Araplar burayı bir adaya benzettikleri için El-Cezire, Yunanlar ise Mezopotamya diye adlandırmışlardır.’’ dedi.
Rakka, Harran, Urfa, Sumeysat, Amed, Farkin, Mardin, Nusaybin, Musul şehirleri El-Cezire bölgesinin önemli merkezleri olduğunu, Müslümanların ciddi bir direnişle karşılaşmadan bu bölgeleri aldıklarını, bu süreçte birçok şehirde anlaşmalar yaptıklarını, bu anlaşmaların ana merkezinde Harranlılarla yapılan Urfa anlaşmasının (Kudüs Anlaşmasıyla aynı maddeler içeren bir anlaşma) olduğunu belirtti. Urfa anlaşmasında burada yaşayan ahaliye verilecek haklara yer verildiği, gittikleri şehirlerde de Urfalılarla yapılan anlaşmanın örnek gösterilerek aynı anlaşmanın onlarla da yapılabileceğini söylediklerini ifade etti. Anlaşma olanağı sunulan toplulukların çoğunun duruma çok ciddi bir direnç göstermediğini, bunun nedeninin ise Müslümanların savaşının halk ile olmadığını, buradaki devletler ile olması olduğunun altını çizdi.
‘’Bu bölgedeki devletlerin bir kısmı Bizanslıların bir kısmı da Sasaniler’in hükümranlığı altındaydı. Bu iki devlet arasında devam eden ve bölgeyi ciddi manada yıpratan savaşlar vardı. Müslümanlar buraya gelmeden önce insanlar, bu devletlerin savaşından, mücadelesinden ve bunların bu bölgede meydana getirdikleri dini sorun ve problemlerden bıkmışlardı. Müslümanlar buraya gelince bu bölgede yaşayan insanlar için bir kurtuluş yolu oldu’’ dedi.
Adnan Demircan; İslam fütuhatının bir mantığı olduğunu, herhangi bir bölgede siyasi hakimiyetin, kültürel hakimiyet, inanç ve sosyal ilişkiler ile beslenmediği taktirde orda kalıcı olunamayacağını ifade etti. Müslümanların da fetih için gittikleri yerlerde Hz. Muhammed’in ortaya koymuş olduğu ilkelere uyma konusunda büyük bir özen gösterdiklerini sözlerine ekledi ve fetihlerin yoğun geçekleştiği, Hz. Ömer döneminde ise bu ilkelere daha bir hassasiyetle uyulduğunu, ayrıca savaşın kazanıldığı yerlerde fethedilen yerlerin demografik yapısının değiştirilmediğinin altını çizdi.
Şu an yaşadığımız bölge olan, o dönem El-Cezire bölgesi diye isimlendirilen bölgenin, üç ayrı yerine, bir kısmı İslamdan önce, bir kısmı da fetihlerle beraber olmak üzere Arap kabilelerin yerleşmeye başladığını, Müslümanların bu bölgeye geldikleri zaman burada, üretim, ticaret, zanaat, ilim ile tanıştıklarını ve bölgedeki insanlarla ilişkiye geçerek bunları onlardan öğrendiklerini söyledi. Ayrıca, Müslümanların kurdukları medeniyette bu bölgede öğrendiklerinin büyük bir etkisi olduğunu belirtti. ‘’Örneğin, Yunanca eserler Me’mun zamanında İslam coğrafyasına geldi. Bu kitapları Müslümanlar arasında çevirecek kimse yok. Bunu kim yapacak? Süryaniler. Yunancadan Süryaniceye çevirdiler. Daha sonra Süryaniceden Arapçaya çevrildi. Böylece Müslümanlar bu eserlerden bilim, felsefe, matematik, fizik, coğrafya vb. alanlarda öğrendiklerini daha da geliştirerek batının öğretmeni oldular. Bu durum 15. yy’a kadar devam etti. Batı 15. yy’dan sonra öğretmenliği ele geçirmeye başladı.’’
Demircan, günümüzde İslam’a nefret kusan bazı kimselerin tarihten bazı olayları seçerek İslam’a karşı kötü bir algı oluşturmaya çalıştıklarını, İslam’ın insanları asimile edip, kültürlerini yok eden sömürgeci bir dinmiş gibi göstermeye çalıştığını, fakat tarihi verilerin buna uymadığının altını çizdi. Örneğin, Kürtlerin İslam ile ilk tanışan millet olduğunu, 1400 yıldır İslam dininin Kürtlerin kimliklerini yok etmediğini, sadece Allah’ın rızası ve iradesine uymayan inançlarını yasakladığını, zaten herhangi bir inanca sahip birinin farklı bir dini kabul ettiği taktirde geçtiği o dinin kurallarına göre yaşantısını tanzim etmesinin mecburi olduğunu ve bu açıdan bakıldığında Araplarında hayatlarında değişiklikler yaptığını, herhangi farklı bir inancaca veya etnisiteye sahip olup ta Müslüman olan kişilerde bu değişiklikleri yaptığını söyledi. Ayrıca ‘’Bu bölgede Kürtlerin haricinde; Rumlar, Araplar Süryaniler ve Ermeniler yaşıyordu. İnanç olarak ise Hristiyanlar Mecusiler, Maniheizm, güneşe tapanlar gibi inanç çeşitliliği vardı.’’ dedi.
Tarihi süreç içerisindeki toplu İslamlaşma konusuna da değinen Adnan Demircan; bir milletin topluca İslamlaşmasının nedeninin genelde ya siyasi ya da ekonomik olduğunu, o millete öncülük eden kişilerin bu geçişten bir fayda sağlayacağını hissederek böyle bir şeyi tercih ettiğinin altını çizdi. Ve bir dine ait kurumların varlığı, sistematikliği, inançlarına ait bir kitaplarının var olması, din adamlarının var olması bu dine mensup kişilerin din değiştirmesini daha zor hale getirdiğini, bu anlamda Kürtler gibi kurumları oluşmamış, göçebe milletlerin toplu din değiştirmelerinin daha kolay olmasının tarihi açıdan anlaşılabilir olduğunu söyledi.
Seminer soru-cevap bölümünün ardından sona erdi.
Haber: Ali ŞEKER
Foto: Faruk POLAT