Arap Baharı sürecinden sonra daha da belirginleşen bir şekilde İhvan'a karşı bir 'fobi'nin oluştuğu anlaşılmaktadır. Ancak bu fobi, İslamofobi örneğindeki gibi Batıda yükselen İslam karşıtlığıyla aynı kefeye konulmamalıdır. Zira İhvanfobi, İhvan'ın siyasi yükselişini ve yönetime talip olmasını kendilerine tehdit gören bazı bölge ülkeleriyle çıkarlarının zarar göreceğini düşünen Batının ortaklaşa yürüttüğü bir proje olarak değerlendirilmelidir.
Prof. Dr. Emrullah İşler’in yorumu:
İhvanfobi
Doğu blokunun çöküşünden sonra İslam'ın doksanlı yılların başında yegâne düşman ilan edilmesiyle birlikte İslamafobi terimi zaman zaman kullanılır oldu. Batı menşeli bu kelime 11 Eylül güvenlik depremi ve akabinde yaşanan bazı olaylar nedeniyle günümüzde de sıkça kullanılmaktadır.
Arap baharının başlaması ve ardından yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi mensuplarının kurdukları partilerin seçimleri kazanması Arap baharının yaşandığı ülkelerde yeni bir nefret ve korku oluşmasına neden oldu. Esasen oluşan/oluşturulmaya çalışılan bu nefreti/korkuyu, dikta rejimlerindeki imtiyazlarını kaybedenlerin ellerindeki medya, bürokrasi, sermaye, yargı vb. enstürümanları kullanarak organize ettikleri görülmektedir. Bu yeni nefret alanını İslamofobi teriminden hareketle İhvanfobi olarak isimlendirebiliriz.
Osmanlının tarih sahnesinden silinmesinin ardından oluşturulan yeni devlet yapıları bölgenin değerleriyle örtüşmüyordu. Zira ülke haritaları adeta cetvellerle belirlenmiş ve yöneticiler belli merkezlerce tayin edilmişti. Bu durum karşıt bir hareketin doğmasını da beraberinde getirdi. Halkların bam teline dokunan İslamcı hareketler toplum tarafından büyük bir karşılık gördü. Bölgenin öz değerleriyle örtüşmeyen ve halkların taleplerini karşılayamayan modern ulus devletler zamanla Arap Baharı sürecine yol açtı. Halklar tüm insani hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılmış, sınıf farkı olabildiğince açılmış, tüm muhalif düşünceler ve yenilik adına atılan bütün adımlar siyasal elit tarafından baskıyla yok edilmeye çalışılmıştır. Aslında 'tarihsel sapma' olarak niteleyebileceğimiz ulus devlet sistemi ve bu sistemin zamanla içine girdiği kriz İslamcılığın yükselmesinin ana nedenlerinden biri olarak değerlendirilebilir. İslamcılığın yükselişi toplum tarafından bir diriliş olarak algılandı. Nitekim toplum, İslamcılığın ulus devletleri sömürgeciliğin tarihsel bir uzantısı olarak değerlendirmesini desteklemiş, manevi ve dini temellere karşıt olduğunu düşündüğü milliyetçilik akımı ve sömürgecilik hareketine karşı tavır almıştır.
İSLAMİ HAREKETLERE KARŞI YÜRÜTÜLEN PROPAGANDA
20. yüzyılda tutarlı bir ilerleyiş sergileyemeyen Arap dünyasında en öne çıkan hareket kuşkusuz İhvan-ı Müslimin hareketidir. Ünlü Arap düşünürü Muhammed Ebu Rabi'nin ifadesiyle İhvan hareketinin kuruluşu ve taşıdığı misyon; aslında dini kimliğin Arap dünyasının geçen iki asırda yaşadığı tarihsel transformasyonunu yeniden tanımlaması demekti. Ancak Arap dünyasındaki iktidar eliti ve onların aydın destekçileri, dini kimliğin diğer pek çok kimlik kalıbı içinde eşit olarak serbestçe ifade edilmesine hoşgörülü davranmadı. Örneğin, Çağdaş Mısır'ın en tanınmış romancısı Cemal el-Ğitani konuyla ilgili şu hususu vurgulamaktadır: 'Yozlaşmış ve özünde baskıcı bir hükümeti devirmeyi amaçlayan dini aşırılıkla terörizm arasındaki mücadelede, çoğumuzun seçimi, ne kadar üzücü olursa olsun, ordu ve rejimden yana olacaktır.' Ğitani'nin bu ifadesinden devletin kontrolü dışında kalan her türlü İslamcı harekete Arap elitinin 'terörist' damgasını vurmaya hazır olduğu sonucunu çıkarırız.
İslamcı hareketlere yönelik sürdürülen haksız propagandalar Arap Baharı sürecinde ivme kazanarak devam etmiştir. Özellikle devrimin başarılı olduğu ülkelerde İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere diğer İslami hareketlerin yükselişe geçmesi kimi iç ve dış odaklarda bir takım endişeler yaratmıştır. Doğrudan müdahaleyle halkı karşılarına almak istemeyen bu güçler başta medya olmak üzere pek çok alanda karalama kampanyasına başladılar. Mısır basını İhvan hakkında her gün yeni iddialar ortaya atmış, giderek artan bir dozda baskılar uygulamak suretiyle İhvan'ı aşırılığa ve fanatizme zorlamıştır. Daha sonra baltacılar tarafından gerçekleştirilmiş olduğu tespit edilen pek çok faili meçhul olay İhvan'a yüklenmeye çalışılmıştır. Mursi daha görevinin başındayken avukat ve muhaliflerden oluşan bir grup Mısırlı Türkiye ile istihbari bilgi paylaştığı gerekçesiyle hakkında dava açmış, Kahire birinci idare mahkemesinde görülen davada Mursi'nin devrim sürecinde ve sonrasında Türk istihbaratı ile ortak çalıştığı ve bilgi sızdırdığı iddiaları yer almıştır.
İhvan'a yönelik yapılan saldırılar sadece Mısır'la sınırlı kalmamıştır. Nitekim Şubat ayının başında Tunuslu muhalif lider Şükrü Belayid'in ve akabinde Temmuz ayında da yine bir muhalif olan Muhammed İbrahimi'nin bir suikast sonucu öldürülmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Devrim sonrasında iktidara gelen İhvan çizgisindeki en-Nahda Partisinin söz konusu suikastten sorumlu tutulması oldukça manidardır.
MISIR'DA DEMOKRASİYE YAPILAN DARBE
Darbeler siyaset tarihinin uzun zamandır bir parçası haline gelmiş ve konjonktürel şartlara göre çeşitli versiyonlarla farklı ülkelerde vuku bulmuştur. Darbe kimi zaman iç siyasi çekişmeleri fırsat bilerek iktidarı ele geçirme biçimi iken, kimi zaman da güçlü devletler tarafından zayıf ve küçük devletler üzerindeki emellerini gerçekleştirmede etkili bir silah olarak kullanılmıştır. Ancak temel olarak hükûmetlerin, ekonomik ve sosyal sorunları çözmede başarısız oldukları iddiası, cuntacılar tarafından askeri darbelerin başlıca sebebi olarak gösterilmiştir. Özünde gayrı meşru bir iddiayı taşıyan bu demokrasi dışı eylemin failleri gerek darbe öncesi gerek sonrasında meşruiyet arayışı içerisine girmiştir.
Kuşkusuz Mısır'da gerçekleşen askeri darbe giderek farklı boyutlar alan bir mecrada ilerlemektedir. Yıllarca süren askeri vesayet ve diktatörlerin zulmünden bunalan halk, 25 Ocak devrimiyle 32 yıllık Mübarek dönemini sona erdirmiş ve tarihinde ilk kez demokrasiyle tanışma fırsatını yakalamıştır. Demokrasinin gereği olarak yapılan şeffaf seçimlerde Özgürlük ve Adalet partisi adayı Muhammed Mursi oyların yüzde 51,7'sini alarak ülke tarihinin ilk sivil Cumhurbaşkanı olmuştur. Ne yazık ki bir yıl gibi kısa bir sürede Mursi dönemine askeri darbeyle son verilmiştir.
Mısır ordusu, diğer tüm darbeci zihniyetler gibi, darbeyi gerekçelendirmeye yönelik kampanyalara kalkışmıştır. Ordunun yönettiği fakat darbe destekçisi medya organlarının başrol oynadığı bu operasyonlardan en önemlisi, İhvan'ı şiddet sarmalına çekme ve asker ile baltacı adı verilen çetelerin mermilerine karşılık vermeyen Müslüman Kardeşler'e 'radikal' imajı yükleme çabası şeklinde karşımıza çıkmıştır.
Esasen Mısır ordusu sözde 25 Ocak devriminden memnun değildi. Ancak dönemin şartları orduyu tarafsız kalmaya zorladı. Zira Tahrir meydanında toplananlar halkın belirli bir kesiminden oluşmuyordu. Ayrıca Tahrir'de belirgin bir lider de yoktu. Böyle bir durumda ordunun müdahale etmesi silahlı kuvvetleri halkla karşı karşıya getirecek, böylece halkın nezdindeki olumlu imajı zedelenecekti. Ordu bu riski göze almak yerine askeri müesseseyi korumak adına Hüsnü Mübarek'i bir nevi kurban etti.
TEMERRÜD HAREKETİ
Mısır'da gerçekleşen darbeyi son birkaç günlük gelişmeyle değerlendirmek doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Zira darbeye zemin oluşturan faaliyetler Mursi seçildikten hemen sonra başladı. Nitekim seçimlerin ardından kurulan temerrüd (İsyan) hareketini darbe çalışmalarının sivil ayağı olarak değerlendirmek mümkündür. Bunun yanı sıra Mısır ordusu Mursi'nin devrilmesi için istihbarat, basın ve yargıyla işbirliği yaptı. Ordu, derin devletle yaptığı işbirliğiyle ülkenin kutuplaşmasını bekledi ve ihvana karşı bir nefretin oluşmasını sağladı. Bu çerçevede ilk etapta Mursi'yi başarısız hale getirmek için hem ülke içinde hem de ülke dışında yoğun bir faaliyet yürütüldü. İçeride halkın temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, dışarıda ise ülke menfaatlerini koruyamayan bir yönetim tablosu oluşturulmaya çalışıldı.
Ordu süreç boyunca arka planda kalma stratejisini izledi. Ancak medyada arkasında askerlerin olduğu belli olan pek çok haber kaleme alındı. Muhammed Mursi'nin cumhurbaşkanlığı yarışından birinci çıktığının belli olmasından sonra Mısır medyası İhvan'a yönelik karalama kampanyasını hızlandırdı. Mursi'nin başkan ilan edilmemesi durumunda örgütün ülkeyi kaosa sürüklemeyi planladığı iddia edilerek İhvan 'devletin en büyük düşmanı' olarak gösterildi. Mısır medyasında yayımlanan fotoğraf, makale ve röportajlarla İhvan adeta 'şeytanlaştırılmaya' çalışıldı. Bu minvalde devlet kontrolündeki haftalık Al-Mussawar dergisi Haziran ayındaki bir kapağında Mursi'nin, İhvan'ın dini lideri Muhammed Bedi'yi alnından öpme sahnesinden hareketle büyük kırmızı puntolarla 'Biz bir mürşid tarafından idare edilmek istemiyoruz' manşeti atıldı. İç sayfalarda ise, liberal görüşleriyle tanınan önde gelen sekiz Mısırlı edebiyatçı Müslüman Kardeşlerin sonsuza kadar ülkeyi menfi yönde değiştireceği düşüncesini işledi. Necip Mahfuz'un manevi oğlu olarak bilinen Cemal el-Ğitani ise 'İhvan'ın Mısır için bir tehdit olduğunu düşünüyorum' diyerek seçimlerin sonuçlarını 'Hitler'in yükselişi'ne benzetti.
BATI DÜNYASININ OLUMSUZ ROLÜ
Arap dünyası ve Batıyla ilişkiler üzerinde kafa yoran uzman ve akademisyenler, Batının Arap Baharıyla birlikte yükselişe geçen İslami hareketlerden çok da memnun olmadıklarını gözlemlemekteydiler. Ancak Batı, halkı karşısına alma riskine girmeden ve ön plana çıkmadan tüm dinamiklerini devrim sonrasında güç kazanan hareketleri başarısızlığa uğratma üzerine yoğunlaştırdı. Mursi'nin IMF ile başlattığı görüşmelerde tüm teminatları vermesine rağmen bir yıl boyunca hiçbir ilerleme kaydedilmemesinin bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca 3 Temmuz askeri darbesinde aktif bir rol alan Baradey'in New York Times'a verdiği röportajda 'Batılı ülkeleri, Mısır'ın meşru başkanı Muhammed Mursi'yi devirmeye ikna etmek için çok fazla çalıştım' ifadesi Batının oynadığı rolü göstermesi açısından son derece manidardır. Ne yazık ki, Batı'daki demokrasi savunucuları, Üçüncü Dünya ülkelerinde himaye ettikleri iktidar elitinin gerçek demokrasiyi uygulamadıkları ve bu sorunu çözmek için hiçbir adım atmadıkları gerçeğini görmezden gelmeye devam etmektedirler.
Tüm bu veriler değerlendirmeye alındığında özellikle Arap Baharı sürecinden sonra daha da belirginleşen bir şekilde İhvan'a karşı bir 'fobi'nin oluştuğu anlaşılmaktadır. Ancak bu fobi, İslamofobi örneğindeki gibi Batıda yükselen İslam karşıtlığıyla aynı kefeye konulmamalıdır. Zira İhvanfobi, İhvan'ın siyasi yükselişini ve yönetime talip olmasını kendilerine tehdit gören bazı bölge ülkeleriyle çıkarlarının zarar göreceğini düşünen Batının ortaklaşa yürüttüğü bir proje olarak değerlendirilmelidir.
Esasen Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki yazılı ve görsel medyada oluşturulan İhvanfobi bize bir yerlerden tanıdık gelmektedir. Bu durum ister istemez bizleri 28 Şubat sürecine geri götürmektedir. O dönemde Türkiye'de yürütülen toplum mühendisliğinin bir benzeri Mısır'da İhvan hareketine karşı başarıyla yürütülmüş ve seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olan Mursi klasik bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılmıştır. İhvanfobi oluşturma gayreti sadece Mısır'la sınırlı kalmamış Arap baharının yaşandığı diğer ülkelerde de temerrüd hareketi aracılığıyla yoğun bir çaba sarfedilmiştir. Gelecek günler İhvan hareketiyle karşıtları arasında kaydadeğer bir mücadeleye sahne olacaktır. Kuşkusuz bu mücadeleden çağın gereği olarak demokrasi ve demokrasi yanlıları kazançlı çıkacaktır.
Prof. Dr. Emrullah İşler / Yeni Şafak