Onmilyonlarca insanın birbirini boğazlamasına ve insanoğlunun meydana getirdiği ve insana hizmet etmesi mümkün nice mâmûrelerin ve medeniyet eserlerinin korkunç bir barbarlıkla tahrib ve imha edilmesine müncer olan I. Dünya Savaşı’ndan sonra..
‘Bir daha böyle büyük savaş felaketleri yaşanmasın..’ temennisiyle, 1919’da, merkezi Cenevre olan ‘Cemiyet-i Aqvam / Kavimler- veya milletler Cemiyeti) adiyle bir uluslararası kuruluş oluşturulmuştu; ama o savaşın sonunda kurulan barış düzeni, aslında ‘barışları yokeden bir barış’ niteliğinde, çok zâlimâne olduğu için, dünyadaki gelişmeleri idare edemedi ve İkinci Dünya Savaşı’nın öncü fırtınaları arasında Cemiyet-i Aqvam bir tabelâdan ibaret hâle geldikten sonra, savaş sonrasında da ismi de tarihin çöplüğüne atıldı ve yerine ‘Birleşmiş Milletler (United Nations)’ adıyla yeni bir kuruluş oluşturulmaya çalışıldı..
Ama, bu kuruluş da, daha baştan, en zâlim bir usul ve uslûbla çıkmıştı insanlığın karşısına.. Çünkü, savaşın galibi olduklarını ileri süren 5 ülke (B. Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin), Birleşmiş Millet Teşkilatı’nı, güçlerini haklarının ölçüsü olarak alan bir anlayışla, kendi zorbalıklarının ipoteği altına almıştı; onların ‘veto’ ettikleri hiçbir karar fiilen uygulama imkanı bulamıyordu.. Ve bu dünya kuruluşuna üye olmak için de, devletlerin, Almanya ve Japonya’ya resmen savaş ilan etmeleri’ şartı getirilmişti.. Bunun içindir ki, İsmet İnönü Türkiyesi de, zâten can çekişmekte olan Almanya ve Japonya’ya, savaşın son demlerinde 1945 Ocak ayında savaş ilan etmişti, kağıt üzerinde de olsa; pişirilmekte olan çorbada bir fiske tuz da bizden bulunsun dercesine.. Ki, o ironik savaş hali durumu, Japonya’yla sanırım, hâlâ da devam ediyor, yani bir barış andlaşması henüz de yapılmış değil.. (Bu şarta sadece Franko İspanyası karşı çıkmış ve amma, BM. 1958’lerde rica-minnet davet ederek, İspanya’yı üyeliğe râzı etmişti..)
Ve dünya, 6 ve 9 Ağustos 1945 günlerinde, Hiroşima ve Nagazaki’ isimli iki Japon şehrine B. Amerika tarafından atılan ve 300 bin sivil insanı bir anda kavuran ilk atom bombalarıyla tanışmış olmanın dehşeti içindeyken; 24 Ekim 1945’de San Fransisco’da, 50 ülkenin katılımıyla, yeni bir uluslararası teşekkül, Birleşmiş Milletler Teşkilatı olarak dünya sahnesine çıktı..
Ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın merkezi, New York’da..
Amerikan emperyalizmi, Atom Bombası’na sahib olmanın o günkü dünyada uyandırdığı üstünlük duygusu ve psikolojik baskıyla, bu uluslararası kuruluşu, daha baştan tahakküm ve vesayeti altına almıştı..
Ama, aradan geçen 64 yıla rağmen, BM., hâlâ da, sınırsız veto yetkisi kabul edilmiş olan, Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimî Üyesinin tasallut ve vesayeti altında..
Hâlâ da o kaba güce dayalı hukuk anlayışı ile, dünyayı kendi zorbalığı önünde eğdirmeye çalışıyor...
Dahası, istemediği liderlerin Amerika’ya girmesine vize de vermeyebiliyor.. Ki, İİC. Cumhurbaşkanlarından BM. Genel Kurul çalışmalarına katılmak için New York’a giden
(merhûm) Muhammed Ali Recaî, S. Ali Khameneî, Muhammed Khâtemî ve hele de Mahmûd Ahmedînejad’ın herbirisine vize vermekte ne zorluklar çıkardığı hatırlardadır..
Aynı şekilde, 1974 yılında, Filistin Kurtuluş Teşkilatı lideri Yâsir Arafat’a da, o zamanlar, B. Amerika, henüz ‘uluslararası terörist’ dediği için, New York’a gidebilmesi için vize vermemiş ve BM Genel Kurulu da, aldığı istisnaî bir kararla, Cenevre’ye taşınmış ve Arafat’ı Cenevre’de dinlemiş ve o da, kürsüye ‘bir elimde zeytin dalı, bir elimde silahla karşınızdayım, hangisini isterseniz..’ diye, tarihî bir nutuk irad etmişti..
İlginçtir, aynı Amerikan emperyalizmi, Bill Clinton’un yönlendiriciliğinde, İzak Rabin’le Yâsir Arafat’a imzalattığı 1993- Oslo Andlaşması’ndan sonra ise, Nobel Barış Ödülü’nü verdiriyordu.. (Ürdün Kralı Huseyn’in o zamanlar, Arafat’a, ‘Yahu Ebû Ammâr, senin ‘uluslararası teröristlik’ten bir gecede ‘uluslararası barış kahramanlığı’na yükselmene imreniyorum..’ deyişi meşhurdur..)
*
Birleşmiş Milletler’in bu yılki Genel Kurul çalışmalarına değinmeden önce, bu girizgâhı hatırlamak sanırım, yerindedir..
*
Libya Lideri, bu kez, alkışı hak etti..
Bu yılki BM. Genel Kurulu çalışmaları öncekilerden epeyce farklıydı..
Bu yılki çalışmalarda en fazla dikkati çeken isimler, herhalde, Libya Lideri Muammer el’Qaddafî, İİC. Cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad, TC. Başbakanı Tayyîb Erdoğan ve Venezuella lideri Hugo Chavez ve Amerikan Başkanı (zenci) Barack Huseyn Obama idi..
Qaddafî, 40 yıllık iktidarı boyunca, Genel Kurul’a ilk kez katılıyordu.. Bu açıdan ilginç sayılabilirdi.. Bu 40 yıl boyunca, Qaddafî’nin çizmediği zikzak kalmadı denilebilir.. Hattâ, zaman zaman, emperyalist güçlere, ‘Bakınız, ben olmasam, bütün Kuzey Afrika, İslamcı hareketlerin kontrolüne girer.. Benim kıymetimi bilin..’ diyecek kadar utandırıcı beyanlar da ona aiddi..
Ama, onun BM. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma kendisinden beklenmiyecek netlikteydi..
Evet, ömrü tutarsızlıklar içinde geçmiş olan bu ‘delifişek’ kişinin, belki de bir bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir dercesine, orada yaptığı konuşma, müthiş bir şeydi..
Herşeyden önce, 15 dakika olan konuşma hakkına rağmen, kürsüde 1,5 saati aşkın konuşan bir Qaddafî..
Ve bu kendisine hatırlatıldığı zaman, ‘Amerikan Başkanı Obama’nın 40 dakika konuşmasına rağmen kendisine hiç bir hatırlatma yapılmadığını ve BM Nizamnamesi’nde, BM üyesi ülkeler arasında küçük ve büyük ülke diye bir ayırım olmadığını, bütün ülkelerin eşit olduğunu’ hatırlatıyordu..
Çünkü, Qaddafî, BM Genel Kurulu'nda ilk kez yaptığı konuşmada, BM'de Güvenlik Konseyi'nin, 5 Daimî Üye’nin elinde rehine olduğunu, üye ülkeler arasında eşitsizlik bulunduğunu, Güvenlik Konseyi'nde veto yetkisini elinde bulunduran ülkelerin, BM’yi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini söylüyor ve BM'nin kuruluş metnini içeren mavi broşürü gösterip, 'Veto, BM Şartnamesi'ne aykırıdır, Daimî Üye’lerin varlığı BM Şartnamesi'ne aykırıdır' diye konuşuyor ve sonunda da o broşürü yırtıyordu..
Qaddafî, konuşmasında, ayrıca, ’Tâlibân’ın düşman olduğunu kim söyledi? Usâme Bin Laden Tâlibân mıdır? Hayır! New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne saldıranlar Tâlibân mıydı, Afgan mıydı? Hayır!. Tâlibân, tıpkı Vatikan gibi bir din devleti kurmak istiyorsa, bunda kötü ne var? Vatikan bizim için bir tehlike mi oluşturuyor? Hayır!' da diyordu.
’Arabların Yahudilere karşı hiçbir düşmanlık hissetmediğini, yahudilerin 'arabların kuzenleri' olduğunu söyleyen Qaddafî, salondaki Avrupalı liderlere hitaben, 'Yahudilerden nefret eden, yahudi düşmanı olan asıl sizsiniz. Yahudi soykırımından ve Avrupa'daki ölü yakma fırınlarından sizler sorumlusunuz!' derken, en azından dünyanın bugünkü zorba güçlerinin liderlerinden daha mantıklı bir tavır sergilemiş oluyordu..
İsrail-Filistin anlaşmazlığı için iki devletli çözümün imkansız olduğunu da belirten Qaddafî, ’çözümün tıpkı Lübnan örneğinde olduğu gibi Yahudiler, Müslümanlar, Filistinliler, Hristiyanlar ve diğerleri için tek bir demokratik devlette yaşamakta olduğunu’ kaydediyordu..
*
Venezuella lideri Chavez de, 1800’ler Latin Amerikası’nın özgürlük savaşçısı sembolü olan Simon Bolivar’ın ruhunu temsil ediyormuşçasına bir edâ ile yaptığı konuşmasında, geçmişte kendisinin öldürülmesini isteyen Amerikalı Pat Peterson gibi ünlü rahiblerin taleblerine rağmen ve aleyhine kurulan nice darbeleri halkının desteğiyle atlatmış olmanın ve ayakta kalmanın keyfini çıkarıyor gibiydi.. Ve, tilki ininde kükürt kokmuyor diyerek, Bush’un sahnede olmadığını da ironik şekilde anlatıyor ve ‘daha iyi ve daha az bencil olalım’ mânasındaki bir ispanyolca şarkıyı teganni ederek ayrılıyordu, kürsüden..
*
BM: Genel Kurulu’nda ilginç bir simâ da Ahmedînejad idi..
Ahmedînejad, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, ’dünyanın mevcut sisteminin bu şekilde devam edemeyeceğini, dünyaya hâkim olan anlayışın bir özel grubun, sevgisiz, adaletsiz düşünceyi zorla dikte ettirmesi sonucu olduğunu ve artık sultacı, emperyalist güçlerin yayılmacı anlayışının sonunun geldiğini söylemekteydi..
Ahmedînejad, ’bugünkü dünya'da karşılıklı iki hareket bulunmaktadır. Bunlardan, birisi maddî çıkarlarını gözeten, ve diğerleri üzerinde çıkar sağlayan, adaletsiz, eşitsizlik ve insanları aşağılayan, tecavüz ve işgal gibi anlayışlarla kendi iradelerini halklara zorla dayatan düşünce ve diğeri de, tek Yaratıcı’ya iiman ve ilahî peygamberlerin yolunu takib eden, insanî değerlere saygı duyan, özgürlük, güvenlik, barış, huzur ve adalet ve maneviyatın hâkim olmasını isteyen düşüncedir’ demekteydi..
İİC’nin‚ ’nükleer teknolojiye ulaşma yolundaki çabalarının, nükleer silah elde etmek olmadığı’na da ısrarla vurgu yapan ve ayrıca bu konuda, ’ikinci bir nükleer santral kurmakta olduklarını’ da açıklayarak emperyalist dünyayı şoke eden Ahmedînejad, Filistin'deki insanlık dışı uygulamalara da değiniyor ve ’bir halk, 60 yıldan fazladır, yasaklanmış silahlarla, insanlık dışı yöntemlerle yok ediliyor. Bu halkın meşru direniş halkı yok sayılıyor. Bütün bunlardan daha önemlisi, dünya, bu halka yönelik saldırıyı, tecavüzü yapanlar, ’barışçı, hak sahibi’ olarak görüyor. Kendi haklarını savunan mazlum insanlar terörist olarak tanıtılıyor. Bunun artık kabul edilmesi ve buna tahammül edilmesi mümkün değildir’ diyor ve ayrıca, Amerika’nın kan dökmek, korku salmak ve yıldırmak için, binlerce kilometre öteye Irak ve Afganistan'a asker göndermesinin de kabul edilemeyeceğini’ de belirtiyordu.
Tabiatiyle, bu sözleri asıl muhatab olanlar dinlemiyordu.. Çünkü, Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton başta olmak üzere, Amerikan yetkilileri ve diğer bütün emperyalist ülkelerin en üst temsilcileri, Ahmedînejad konuşurken Genel Kurul salonunu terketmişlerdi..
*
Bu yılki BM genel Kurulu’nun ilgi çekici bir diger siması da, muhakkak ki, Barack Huseyn Obama idi.. Çünkü, bir zenci olarak, Amerikan Başkanlığı’na gelmesi, daha geçen seneye kadar ’olacak şey değil..’ diye değerlendirilirken, özellikle nükleer silahların dünyadan yok edilmesi yolunda bir liderler toplantısı yapmasıyla ilginç bir yer ayırdı kendisine BM. Genel Kurul tarihinde.. Ayrıca, Başkan oluşundan sonra, Prag ve Ankara’da, nükleer silahların bütün yeryüzünden, kademeli de olsa, yokedilmesini hedef olarak belirleyen bir hedefi tartışan bir G.20 ülkeleri liderler toplantısını bizzat tertiblemiş olması da ilgi çekici idi..
*
BM’de, dünya mes’elelerine dair konuşabilen nâdir TC siyasetçilerinden..
Tayyîb Erdoğan da, BM. Genel Kurulu’nda, sadece kendi ülkesinin problemlerini değil, dünya mes’elelerini dillendirmesiyle, klasik siyasetçiler kafilesinin dışına çıkan birisi oldu..
Erdoğan, Kıbrıs, Ermenistan, Karabağ gibi TC’nin kendi mes’elelerini anlatmanın yanında, özellikle Filistin - Gazze konusunda siyonist İsrail rejiminin yaptığı zulme ve BM.’in bu zulüm karşısında hiçbir şey yapamadığına dikkati çekiyor ve nükleer silahlar konusunda da ilginç sözler söylüyordu..
Erdoğan, uluslararası toplumu, 9 ay önce yaşanan İsrail saldırısı dolayısiyle, İsrail rejimini ’Fosfor bombalarının atılması neticesinde bin 400'e yakın insan; çocuk, kadın, burada hayatını kaybetti. 5 binin üzerinde insan yaralandı ve Gazze'nin altyapısı yerle bir edildi. BM'nin Gazze'deki binaları dahi bu yıkımdan kurtulamadı’ sözleriyle suçladıktan sonra, dünyayı da, Gazze’deki bu trajediye sırt çevirmekle suçluyor ve ’Üzülerek ifade etmeliyim ki Gazze'deki insani trajedi hâlen devam ediyor. İnsanlar çadırlarda yaşıyor, içilecek su bulamıyor, bu tabloya karşı biz insanî görevimizi yapıyor muyuz? Acaba BM ne yapabiliyor veya Güvenlik Konseyi ne yapabiliyor? Böyle bir yaptırım gücü var mı, yok mu? Bunun üzerinde özellikle hassasiyetle durmamız gerekiyor. Gazze için verilen sözler tutulmadı.. Gazze saldırı sırasında olduğu gibi, saldırının ve ağır tahribatın ardından da kendi kaderine terk edildi. Şu anda Gazze'ye inşaat malzemelerinin girişine dahi izin verilmiyor. Sadece ilaç, gıda. Gazze halkının acıları ve sıkıntıları devam ediyor. … Filistin Mes’elesi, sadece bir tarafın talepleri esas alınarak çözülemez. İsrail'in güvenliği kadar Filistinlilerin güvenliği de önemlidir. İsrail'in istikrar talebi kadar Filistin halkının özgürlük ve barış talebi de meşrudur.. (…) Gazze'deki insanlık dramının sona erdirilerek kalıcı huzur ortamının tesisi insanî ve vicdanî sorumluluğumuzdur.’ diyordu..
Erdoğan’ın BM’deki konuşması, genel olarak, başbakanı olduğu rejimin alışılmış kalıplarını zorlayan bir mahiyetteydi.. Numan Bey dostumuz, Tayyîb Bey’in bütün dünyada kendi yaklaşımına göre, derin etkiler bırakan Davos konuşmasını, ‘Hotel lobilerinde değil de git, BM’de yap!’ diye eleştiriyordu geçen hafta.. Bu konuşma karşısında şimdi ne diyecek, sahi.. Klasik muhalefet tarzı ve anlayışı, ona hiç mi hiç yakışmıyor..
Erdoğan, nükleer silahlar konusunda da dünya kamuoyuna çok net mesajlar veriyor ve, ’Tabiî, bunun başını da ilk beşin (ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa) çekmesi lâzım. Çünkü, bu nasihati çekenler önce kendileri ilk adımı atacak ki dünya artık bu problemden kurtulsun.. Bu nasihati çekme noktasında olanlar eğer bu adımı atmazlarsa, başkalarından bunu isteme hakkımız herhalde olmaz.. (…) Türkiye, tüm ülkelerin barışçıl nükleer enerjiden yararlanma hakkına sahib olduğunu savunur. Diğer taraftan, nükleer silahların yayılmasının dünya barışını tehdit eden bir gelişme olduğunu hatırlatarak, herkesi sorumlu davranmaya çağırır.’ diyordu.
Erdoğan bu arada, ’Amerikan Başkanı Obama ile özel bir görüşme de yaptı, Obama’nın isteği üzerine..
Erdoğan’ın, Amerika dönüşünde 27 Eylûl 09 günü, yaptığı açıklamalar da ilgi çekici..
’İran'ın nükleer çalışmalarıyla ilgili bir arabuluculuk teklifi oldu mu?’ sorusu üzerine, “Şu ana kadar bize herhangi bir teklif söz konusu değil. Ancak 1 Ekim'de Solana ile aynı şekilde İran'lı temsilci Celilî’nin bir araya gelme durumları var. Bu, Türkiye'nin girişimiyle gerçekleşiyor.. (…) Benim Ekim ayı içinde, sonuna doğru bir Tahran seyahatim söz konusu... Bu seyahatte de bölgenin mes’eleleri gibi bunları da görüşeceğiz.
Sn. Ahmedinejad'ın yaptığı açıklamalar bir nükleer silaha yönelik değil, barışçıl amaçlı zenginleştirmeye yönelik.. Ve bunun da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na bildirildiği yönünde açıklamaları var. Bunlar da bütün ortadayken, dünya bunu nasıl değerlendirir bilemem, ama, bakıyorum uluslararası medya sürekli İran'ı konuşuyor. Aslında çok daha farklı konuşulacak konular var diye de düşünüyorum. Çünkü konuşanlar hepsi de kendilerinde nükleer silah olanlar.
Biz Ortadoğu'da nükleer silaha tamamen karşıyız.. Ortadoğu'da da nükleer silahı olan ülke var, örneğin İsrail. Bir fark var, İsrail (Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu) ’UAEK'ya üye değil, İran üye... Yani, çalışmaları kontrol edilebiliyor.. Kaldı ki Gazze'de fosfor bombaları kullanıldı. Bu ne? Kitle imha silahı!. Bunun neticesinde 1400 kadın, çocuk orada öldü, 5000 yaralı. Bunlar hiç masaya gelmiyor. Bunlarla ilgili hazırlanmış raporlar varsa bunlar gündeme gelmiyor. Şahsen, sorumluluk mevkinde olan bir insan olarak bu beni rahatsız ediyor. Niçin bunlar masada yok, niçin bunlar konuşulmuyor? Yatıyoruz kalkıyoruz İran.. Yani daha âdil olmamız, dürüst davranmamız lâzım. Eğer küresel barışı istiyorsak...”
Erdoğan şu sıralar Amerikan medyasında gündemde olan ’İran'ın nükleer tesislerine saldırmak gibi bir konunun gündemde olup olmayacağına, ’İran'a karşı böyle bir çılgınlığın’ yapılıp yapılmayacağına yönelik bir soru üzerine şunları söylüyordu:
‚Biz böyle bir şeyi bölgede temenni etmeyiz, yani bu çok çok yanlış bir şey olur, yani bundan bu çılgınlığa teşebbüs edenler salt olarak zarar görmez. Bakın Irak'la ilgili süreci yaşıyoruz, bunun bize ders olması lâzım, yani şimdi sormak gerekir, kendi kendimize soralım yani Irak'ta neyi hallettik? Şu anda bir ülke, bir medeniyet bana göre çöktü, milyonu aşkın insan öldü. Şimdi aslında Irak'taki bu medeniyeti yeniden inşa etmek, acaba bizim kaç yılımızı alır, veya yeniden inşa edebilir miyiz, veya oradaki medeniyet artık çöken medeniyetler arasında mı yer alır? (…)
Ama daha bu bir yere oturmadan böyle bir şeyi çözemeyen Dünya şimdi İran üzerinde devamlı böyle bir şeyi düşünüyor, tek bahanesi nükleer silah. Tamam da bu nükleer silahın bulunduğu başka ülkeler var, niye bunlar konuşulmuyor? Bunların da konuşulması lâzım. Yani, burada bir haksızlık var gibi geliyor bana, hepsi konuşulsun ve kimde varsa nükleer silah, hepsi bu konuyla ilgili adımlarını atsın. Çünkü bir şeyin tesirinin olabilmesi için önce onu kendinizin yapmaması lâzım, eğer kendiniz bunu yapıyorsanız bunun karşı tarafa tesiri olmaz, yapılan harcamalar da ne o nükleer silah yatırımını yapana bir şey kazandırıyor, ne de o korkuyu verdikleri topluma..’
Evet, Tayyîb Erdoğan’ın söylediği bu sözler, kendisinin resmî sıfatı da gözönüne alındığında, epeyce ileri ve hattâ TC dışsiyasetini de etkileyebilecek önemi haiz..
Sanırım, İİC makamları ve halkı da, özellikle Davos konuşmasından sonra daha bir sempati besledikleri Tayyîb Erdoğan’ın şahsında önemli bir fiilî müttefik bulmuş olmanın memnuniyetini ve rahatlığını hissedeceklerdir..
*
General, yanıl(t)ıyorsunuz!.
Gen. Kur. Başkanı Başbuğ, ’İran’daki Şah Ordusu idi, millî ordu değildi..’ demiş; ‘Milli Ordu vurgusu yaptınız, buna neden gerek duydunuz?’ sorusuna cevaben.. Sözleri şöyle:
‘... İran ordusu Şah’ın ordusuydu. Sovyetler Birliği ordusu Komünist Partisi ordusu idi, Kızıl Ordu idi. Türk Ordusu’nu başka ordularla karşılaştırmayın. Türk Ordusu milletin ordusudur. Milli Ordu niteliğimiz bozulamaz.’
General, bilerek veya bilmeyerek, ya yanılıyor, ya da yanıltıyor..
Her iki durum da tehlikeli..
Ama, yanılması, yanıtmasından daha da tehlikeli..
Çünkü, yanıltmada, karşısındakiler üzerinde yanlış, yanıltıcı veya saptırıcı etkiler meydana getirilemiyebilir.. Ve yanılma halinde ise, kişi, sadece kendisi yanlış yapmakla kalmaz, başında bulunduğu kurumu da temelinden ve daha büyük yanlışlara sürükleme ihtimali sözkonusudur..
Eski İran’daki Şah Ordusu ve eski Sovyet Rusya’daki Kızıl Ordu’nun mahiyetlerine gelince..
Onların büyük gövdesi de, kendi halklarının çocuklarından meydana geliyordu.. Yani, Türkiye’deki ‘millî ordu’ denilen durumdakinden farklı bir bünye sözkonusu değildi..
Ama, İran’da, o büyük kitlenin eline, Şah ve düzenini korumak için silah tutuşturulmuştu..
Kutsal resmî kutsal anlayışa göre, gözetilmesi, korunması, üzerinde titizlikle titrenilmesi gereken, Şah ve Şehinşahlık düzeni idi.. Ona bağlılık yemini ediliyordu..
Osmanlı’da da, askerler (M. Kemal de) Hilafet makamına ve Halife hazretlerinin korunmasına ve ona bağlı kalınacağına dair yeminler ediyorlardı..
Sovyet Rusya’da, yani komünist dönemde de, Kızılordu’ya, komünizme ve Lenin, Stalin ve diğerlerine bağlı kalınacağı ve korunacağı üzerine bir temel vazife verilmişti.
Ve o orduların büyük insan kitlesi de, yabancı ülkelerden getirilmiş değillerdi.. Sadece komuta kadrosu, belli ideolojilere bağlılık veya ‘kişiye taparlık’ anlayışlarına göre kodlanmıştı.. O komuta kadroları, o temel ideolojik çerçevelerin dışına çıkılmasını ölümden beter biliyorlardı..
TSK da öyle değil mi? TSK de, birinci vazife olarak M. Kemal ve düzenini korumayı kendine aslî iş edinmemiş midir?
Evet, TSK, millete, bir deli gömleği gibi zorla giydirilmiş bir kemalizm / atatürkçülük ve ideolojisinin ikonlaştırılmış bir isminin, resminin ve heykelinin ve onun adına yapılan her yanlışın bekçiliğini üstlenen bir kurum konumunda değil midir, resmen? Yoksa, bu genel çerçeve, inkılab çapında bir değişimden geçmiştir de, bizim mi haberimiz yoktur?
Böyle bir değişim olduysa, mest oluruz..
Ama, bu hayale kapılmayı gerektirecek bir işaret de yoktur ortada; bu kadrolardan öyle bir beklentimiz de.. Sadece, General’in yanıl(t)ması sözkonusudur..
*
Beyni necasetle dolu bir herzevekilden daha ne beklenir?
Taraf gazetesinde yazı yazan bir kişi, halk içinde, kendisi gibi alçak tıynetli kişilerin bazı küfürlerini mantıken tahlil etmek adına, müslümanın inancını hedef alan alçakça laflar etmiş..
Adamın soyadının sonunda (yan) ekine bakarak o kişinin genelde ermeni olduğu kabul edilir.. Halbuki, bu (yan) eki ermeniceye farsçadan geçmedir ve soyadının sonu (yan)la biten herkes, mutlaka ermeni demek değildir..
Ama, bu kişinin ermeni kavminden olduğu biliniyor..
Ne var ki, çoğu ermenilerin böyle herzevekilliklerle işi olamaz.. Çünkü, ermenilerin çoğu da mütedeyyin hristiyanlardır ve tanrı inancına saygılı oldukları gibi, müslümanlarla asırlar içinde kaynaşmış olarak yaşadıklarından, İslam kültürünün hassasiyetlerinden de haberdardırlar.
Bu alçak kişi, nice ‘ateist’leri andıran bir küstahlık, cür’et ve terbiyesizlikle, Taraf gazetesinde yayınlanan yazısıyla içindekileri kusmuştur..
Onun bu yazıyı, tütsülü bir kafayla yazdığı ihtimali ağırlık kazanıyor.. Çünkü, aklı başında yazıları da olmuştur..
Ancak, bu kişinin, daha geçen yıl, 40-50 yıllık eşinin kafasına, bir kavanoz içindeki -çok affedersiniz- kendi necasetini boca etmesiyle, medyada arz-ı endam ettiğini hatırlayalım..
Yani, metodu bu, bu kişinin..
Bu kişi şimdi de içindekileri boşaltmıştır, hepimizin üzerine..
Ancaaak, konunun asıl acı tarafı şu ki, Allah’a, Kitab’a, meleklere, Peygamber’e galiz kelimelerle küfretmek bu kişiyle başlamamıştır.. Tersine, bu alçak kişi, o küfürlü sözleri tahlil etmek adına, içindekileri kusmuştur.. Ve, yazık ki, ülkenin bir çok yerinde, kendisini bilmeyen birçok alçak kişi vardır ki, karşısındakilerin en kutsal bildikleri kavramlara bile küfretmekten çekinmemekte; kendi alçaklıklarını ortaya koymaktadırlar..
Yani, bu noktada, bu ‘Nişanyan’ yalnız değil..
Bu vesileyle hatırlayalım ki, Hz. Îsâ Mesîh aleyhisselam’a yahudilerden bir grup geldiler, ağızlarını geleni söylediler.. Hz. Îsâ onlara sukûnetle karşılık verdi..
Bunu gören havariler, o sert sözlere niye böyle sukûnetle karşılık verdiğini sorduklarında o Yüce Peygamber, ‘herkes kendi tıynetinin gereğince davranır.. Onlar kendi içlerindekini boşalttılar, ben de kendi tıynetimin gereğince karşılık verdim..’ buyurdu..
Hiç bir kutsal tanımayan, insana saygı diye bir şey tanımayan bir kimsenin böylesine herzelerine karşı, ‘eceli gelen köpek, câmi duvarını kirletir..’ sözünü söylemek bile gerekmiyor..
O gibilerin sözünü ermenilere veya diğer dindaşlarına mal etmeye de gerek yok..
Çünkü, herşeyden önce, kendi halkımızın içinde, bu gibi küfür sözleri ağızlarından düşmeyen nice alçaklar yok mu? Yani, herşeyden önce, o gibi alçaklıklar temizlenmelidir. Biz bunu yapamadığımız müddetçe o gibi alçaklıkları yapanlar daima bulunacaktır..
‘Ne taaccüb ediyorsun, buna dünya derler..
Duyulan herzelere onda nihayet yoktur..
‘Yerin altında öküz var mı?’ dedi meczûb..
Altını bilmem, üstünde fakat pek çoktur!’
*
Evet, yerin üstünde öküzler tükenmiş değildir..
Ve muhakkak ki, son derece tahrik edici bir alçaklıktır bu .. Sonra da, bazılarının bir köpeğe taş atması misali, bir tepki sergilenirse; birileri, bu alçaklığa verilecek tepkiye karşı çıkmak yerine, önce bu alçaklığı sergileyene tepkisini ortaya koymalıdır..
Tekrar edelim, aslolan, bu gibi pislikleri ortaya saçanlara karşı, önce, kendi toplumumuzu bu gibi küfürleşmelerden, pisliklerden kurtarmak olmalıdır.. Onlara tepki vermeden, onları te’dib ve terbiye etmeden, bu alçakça yolun kesilmesi mümkün olamaz..
Ve o zaman da, elindeki necaset kavanozunu, üzerimize boşaltmaya yeltenecek daha niceleri de çıkabilecektir..