Bizim mahalle (4)

Etyen Mahçupyan

Aydın sayılmanın, bir toplumun ya da cemaatin fikri etkileyicilerinden biri olmanın entelektüel bağlamda ahlaki önkoşulu, gördüğünü görmezlikten gelmemek ve çarpıtmamaktır.

Ancak siyasi kaygılar bu duruşu zedelemeye meyillidir. Çünkü siyaset 'olmasını istediğiniz' şeyleri ima eder ve böyle baktığınızda 'gerçekte olanı' olduğu gibi algılamakta zorlanabilirsiniz. Eğer ortada iki taraf, dolayısıyla bir çatışma varsa; hele bu taraflar cemaatleşmişlerse, nesnel bakabilmek daha da zorlaşır.

Bugünlerde Şık davası etrafında iki çarpıtma yapılıyor. Bunlar önce algı bozukluğu ve kolaycılık şeklinde sahneye çıktı, ama hızla siyasi bir dilin parçası haline geldi. Birincisi savcılığın kitap toplattığı, bir kitap yasağı ile karşı karşıya olduğumuz... Oysa başka bazı insanlarda da söz konusu kitabın nüshalarının olduğunu ve savcılığın onlarla uğraşmadığını biliyoruz. Savcılığın derdinin kitabın oluşma nüshalarından giderek, bu yazma sürecinin hangi ilişkilere dayandığını anlamak olduğunun gayet farkındayız. Ama 'kitap yasağı' lafı işimize geliyor. Bu iktidar altında Türkiye'nin kitap yasaklayan bir ülke olarak gösterilmesi siyasetimize uyuyor.

İkinci çarpıtma, bu soruşturmanın bir 'basın özgürlüğü' ihlali olarak sunulması. Oysa kitap yazmanın basınla bir ilişkisi yok. Ne birtakım belgelerin kullanımı, ne de yazarın mesleği bir kitabın basın özgürlüğü kapsamına girmesine yol açar. Bu kitabı bir tarihçi veya bir işadamı yazsaydı da savcılığın bakışı değişmeyecekti. Çünkü onlara göre mesele, bir suç örgütünün ısmarladığı bir kitabın herhangi biri tarafından yazılmasından ibaret. Ortada bir ifade özgürlüğü sorunu var ama basın özgürlüğü sorunu yok... Ne var ki bu çarpıtma da işimize geliyor. Çünkü ifade özgürlüğü çok geniş bir kavram ve siyasi iktidarı doğrudan hedef almakta yetersiz kalıyor. Oysa basın özgürlüğünün engellenmesi, iktidarın kendi vesayetini oturtmak üzere uyguladığı bir siyasetin parçası olarak sunulabiliyor.

Sorun 'bizim mahallenin' önüne çıkan siyaset yapma fırsatlarını ancak aktivizme dönüştürerek işlevsel kılabilmesidir. Bu eğilim, ilkeli davranamayan ama ilkeleri savunarak ilkeli davrandığını sanan bir cemaat üretti. Böylece ilkesel pozisyondan siyasi kanaatlere sıçramak da kolaylaştı ve bu ikisini ayırmak için elzem olan aydın tavrı ortadan yok oldu.

Nitekim Şık olayı etrafında gündeme gelen ilkesel itirazlarda, laik kesimi aşan geniş bir fikir birliği var. Her kesimden aydınlar, yasaların demokratik olmadıkları gibi devletçi ve baskıcı bir yoruma açık olduklarını, bunları uygulayan yargı mensuplarının zihniyetlerinin darlığını, yazılan iddianamelerin özensizliğini ve fikri boşluklar içerdiğini, savcıların takip ettikleri davaları kişiselleştirdiklerini ve savcılığın emniyetin etkisinde kalma ihtimalinin göz ardı edilemeyeceğini vurguladılar. Ne var ki bu tespitlerin yaygınlığı, ilkeler üzerinden siyaset yapmayı da zorlaştırmakta, çünkü ilke savunuculuğu sizi ötekilerden ayırmaya yeterli değil.

Böylece sol asabiye üzerinden siyaset arayan bazı laik aydınlar doğrudan Şık'ın tutuklanmaması gerektiğinden, giderek suçlu sayılmaması gerektiği noktasına geldi. Söz konusu önerme için üç gerekçe bulabiliriz: Suçlama teknik açıdan yetersiz olduğu için, suçlama hukuki açıdan gayri meşru olduğu için ve suçlama kötü niyet taşıdığı için. Laik aydınlar her üç gerekçeyi de ifade ettiler ve buradan da suçsuzluk noktasına vardılar.

Ne var ki ilkesel yanlışların varlığı, zanlının ne yaptığını ve niçin yaptığını söylemiyor. Bunlar birbirinden bağımsız alanlar. Dolayısıyla hukuki zaaflardan hareketle bir kişinin suçlanmaması gerektiğini öne sürebilsek de, bu kişinin suç isnat edilen söz konusu eylemi yapıp yapmadığını söyleyemeyiz. Yani zanlı hakkında kanaat geliştiremeyiz. Oysa laik aydınlar tam da bunu yaptılar... Bu mantıksal sıçramanın sonucu, bazı kişilerin 'ne yapmış olurlarsa olsunlar' ve dolayısıyla 'Ergenekon'la ilişkide veya ona hizmette bulunmuş olsalar bile' suçsuz sayılmalarını talep etmektir ki, zaten iş o hale de geldi...

Savcıdan hareketle zanlının suçsuzluğunun kanıtlanması, taşınması zor bir pozisyon. Bir yandan zanlıya bakmamayı, örneğin zanlının niçin sorgulamada doğru yanıt vermediği sorusunu sormamayı gerektiriyor. Diğer yandan da savcıyı 'sistemleştirip' bir heyula haline getirmek zorunda kalınıyor. Böylece savcının kafasındaki şeytanlardan yola çıkıp, 'muhalif sesi susturmada zirve noktasına gelindiği' türden kendini ele veren önermeler yapmaktan başka yol kalmıyor...

Bizim mahalle için şimdilik bu kadarı yeter.

ZAMAN