‘Bizim için, İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da!’ -1

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

‘Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm’u Şâm nist,/

Merz-i bûm-u mâ, be’cuz İslâm nist...’

(Bizim kalbimizde Hindistan, Rûm (Anadolu) veya Şâm (Suriye) diyarlarının

 sevgisi yoktur; Bizim için, İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da...)

*

7 Aralık 08 Pazar günü Dortmund’da  Selâm Vakfı’nın tertiblediği bir sohbet toplantısındaydım. Konu  müslümanların son yüzyıldaki seçkin düşünce adamlarından Muhammed İqbal-i Lahorî idi..

Aynı zamanda, içinde bulunduğumuz yıl, İqbal’in vefatının 70. yıldönümü olması itibariyle daha bir özel mânâ taşıyordu..

Ancak, mes’ele, ‘şu tarihler zarasında , şunları yaptı, yazdı, söyledi, şu tarihte ve şurada vefat etti, mezarı şuradadır..’ gibi, bir klasik anma toplantısı değildi.. Hele, övgülerle geçirilen bir sohbet toplantısı hiç değildi.. Sadece, İqbal’i ortaya çıkaran sosyo-kültürel atmosfer ve şartlar ve onun dünyaya bakışı, yanlışları ve doğrularıyla bugüne ve yarınlara neler bıraktığı..

İqbal, cihanşumûl mânâda bir İslâmî anlayışın, kavrayışın son yüzyıldaki en büyük temsilcilerinden ve o kavrayışı dünya çapında dillendirmiş büyük fikir ve duygu adamlarından birisi.. 1877’de doğduğu topraklar, 1800’lerden beri İngiliz sömürgesi durumundaydı.

Ataları, Keşmir’li brehmenlerdi.. Ki, İqbal, bunu  Peygamber soyundan geldiği iddiasıyla kendisine ayrı bir statü veren Hicaz’lı, ama, imanı sarsılmış Hâşimî bir kişiye hitaben yazdığı mektubunda şöyle ifade eder:  ‘... Beni tanırsın.. Aslım, puthaneleriyle meşhur Somenath’a dayanır.. Babalarım yerli Lat ve Menat’ların kullarıydılar , daha iki asır öncelere kadar..  Ailem brehmenliğe taassubla bağlıydı.. Senin kanında ise, Hâşimî kanı dolaşıyor.. Yani sen, soyca, ‘Kainatın Efendisi’ne mensubsun.. Ama, şimdi ruhun Hegel’in felsefesiyle öldürülmüş, gönlünün meş’alesi Bergson’un nefesiyle sönüp ona esir olmuşsun..

Ben var ya.. Hayatta belki de hiçbir şeyi becerememişimdir, ama,  şu felsefenin derinliklerine indim ve onun dibinde dolaştım.. Şimdi sana, oralarda edindiğim tecrübelerle diyorum ki, hayata nizâm veren, ancak DİN’dir ve DİN de ancak İbrahîm ve Muhammed’den,  Enbiyaullah’tan öğrenilir.. Öyleyse ey seyyid, sen de dedenin talimâtına uy.. Yolunu şaşırdığında Kureyş’li kılavuz (Yüce Peygamber) sana yeter..’

Evet, İqbal’i bu satırlarından da tanıyabiliriz..

 

‘Müslümanlar olmasaydı, Hind halkları istiklak kavramını bile bilemezdi!’

 

1857’de ‘Büyük Hind Ayaklanması’ meydana gelir, ingiliz emperyalizmine karşı.. Buradaki ‘Hind’ kelimesi, ‘hindu’ları değil, ‘Hindistan’ toplumlarından -en azından- bir bölümü ifade eder.. Ve o ayaklanmayı gerçekleştirenler, büyük çapta, müslüman kitlelerden oluşmaktadır.. 

Ve o zaman büyük çoğunluk olan Hindu kitleler, müslümanlara karşı geniş çapta ingilizlerle işbirliği yapar..  Ve, Hind müslümanlarının seçkin uleması, Hind diyarını bu sömürgecilik yüzünden  ‘Dâr-ul’Harb’  ilan eder.. (Ki, ünlü brehmen yazar-şair-filozofu Rabindranath Tagore, kendisine, 1913- Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Gora isimli romanında, ‘Eğer, müslümanlar olmasaydı, biz hinduların istiklal /bağımsızlık kavramını tanımamız mümkün olmazdı..’ der..) 
Ancak, müslümanlar yenilgiye uğratılmış ve yenilmiştir..

Hindular, Hind Ulusal Kongresi diye bir hareket oluştururlar; ingilizlerin de himayesiyle.. Ve, işbirliklerinin de yardımıyla daha fazla haklar elde çalışırlar...

Ve o yenilginin sosyo-psikolojik atmosferinde, Seyyid Ahmed Khan çıkar sahneye.. O da, 1886’da ‘Mohammedan Educational Congress’ (Müslüman Eğitim Kongresi) kurar ve Aligarh Üniversitesi’nin temeli böylece atılır.. 

Ancak, 1893’de Hind Ulusal Kongresi’nin kontrolünü eline geçiren Tilak, ateşli konuşmalarıyla, Bombai (Mumbai)’de hindu kitleleri müslümanlara karşı tahrik eder ve büyük bir gerilim oluşur.. Ve Seyyid Ahmed Khan, bu gerilim siyasetine karşı, Aligarh’da, ‘Mohammedan- Anglo Oriental Defense of  Upper India’  (Yukarı Hind  Muslim- İngiliz Şark Savunma Komiteleri) kurulur..

O yıllarda ilk gençlik çağına adım atmış olan Muhammed İqbal, ateşli bir Seyyid Ahmed Khan tarafdarıdır..

Ancak, Seyyid Ahmed Khan’ın liderlik ettiği bu kurumlar kısa süre içinde, aslî kuruluş amaçlarından saptırılır ve müslümanların kurumlaşması yerine, Müslümanların ingiliz emperyalizmiyle uzlaşmasını esas alan bir İngiliz tarafdarlığının aracı haline gelir.. Ve İqbal de, Seyyid Ahmed Khan hareketinden uzaklaşır..

 

*Uzlaşmacı değil, inkılabçı bir çizgiye yöneliş..

 

Ve İqbal, fikrî açıdan olduğu kadar, her yönlü güçlü olmanın gerekliliği fikrine bağlanır..

Ve hele de halkı mücadeleden vazgeçirmeye yönelik çabalar sergileyenleri, Eflatun’un ‘koyunluk mezhebi’nin takibçileri olarak niteler.. Diğer bir deyimle, ‘davariye mezhebi...

O kadar ki, hocası ve dostu olan Thomas Arnold’un, ‘İslam’ın kılıç gücüyle yayılmadığı’na dair , kitlelerin hoşuna giden yazı ve konferanslarından rahatsız olur ve ‘bir şeyin özü doğru ise, onun kuvvet yoluyla hâkim olması, ona bir noksanlık mı getirir?’ diye sorar ve bu görüşü kesinlikle reddeder;  bunun , müslümanı, inancını hayata hâkim kılmak mücadelesinden uzaklaştırmak entrikasının bir parçası olarak niteler..

Zorba güçlerce güdülmeyi kader sayan bir fatalist anlayışa karşı isyan edercesine bayrak açar İqbal ve, ‘Kalk! Etrafındaki putları devir.. İbrahîm Khalilullah gibi davran... Kendine uymayan bir dünyaya güvenip, onunla uzlaşmak, savaş meydanında yenilgiyi taa baştan kabullenmek demektir..’ der. 

Zaman, İran ve Osmanlı’daki Meşrutiyet hareketlerinin büyük sosyal çalkantılar meydana getirdiği bir zaman dilimidir.. Endonezya Hollanda’lıların elindedir; Mısır ve Kuzey Afrika İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgecilerin pençesindedir..

Osmanlı Meşrutiyet çalkantılarından çıkamadan korkunç Balkan Savaşı yenilgisi- faciası’yla karşılaşmıştır..

İqbal, Derne’de Bingazi’de İtalyanlara karşı kahramanca savaşan Osmanlı/ müslüman askerlerinin zaferleri için, o askerlerin seçkin kumandanları olarak adlarını duyduğu Enver Bey ve M. Kemal Bey’lere övgüler yazmaktadır.. Bu şiirler müslüman mekteblerinde bestelenir, marşlar halinde okunur, yıllarca..

Ve özellikle I. Dünya Savaşı’nda  sırasında,  Hind müslümanları, Osmanlı askerlerinin verdiği çetin mücadeleye destek vermek için büyük bağış kampanyaları tertib edip, bu yardımları İstanbul’a ve daha sonra da Ankara’da Gazî M. Kemal Paşaya gönderirler.. (Ne kadar ibret vericidir ki, M. Kemal o paraları, asıl sermayesinin yüzde 38’i olarak ve kendi öz hissesi şeklinde gösterip İş Bankası’nı kurduracak ve ölümünden sonra da, bu hisselerin CHP’ye intikal etmesini ve CHP’nin de bu hisselerin gelirinden yüzde 10 , yüzde 10 Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu’na vermesini, yani laik rejimin temel kurumlarının beslenmesine tahsis edilmesini vasiyet edecektir.. Ki,  o düzenleme hâlâ da sürmektedir!.)

 

* Vatancı ve kavmiyetçiler, İslam’ı hayata hâkim kılmak ümidini yitirenlerdir!

 

Osmanlı’nın tarih sahsesinden çekilmesinden sonra ise, müslümanların dağınıklığı, her coğrafyadan, her yer kavimden, sadece kendi kavmini veya kendi yöresini öne çıkaran anlayışların yükselmesi dönemi başlar.. Bu, İqbal için daha bir yaralayıcı bir gelişme olur..

İqbal ise, ‘Ey müslüman, diye feryad eder, ‘Sen İslam Milleti’sin.. İslam Milleti, Tevhîd aqîdesi ve Nübuvvet (peygamberlik) kurumu  gibi iki aslî temel üzerine kuruludur.. Lailaheillallah, Muhammed’un Resulullah... Allah sana müslüman adını vermişken, sen ondan yüzlerce türk, kürd, arab, acem, peştun vs. diye yüzlerce millet icad ettin.. Tevhîd gülistanının çeşitli renklerdeki gülleri ve çeşitli seslerinde şakıyan bülbülleri olması gereken müslüman kavimler birbirlerini yok etmek derdindeler bugün..’

Ve sonra şu çarpıcı tesbiti yapar İqbal:  Gerçek şu ki, kalbinde inancı zayıflayan ve İslam’ı hayata yeniden hâkim olma inancını yitirenlerdir ki, ‘vatancılık’ ve  ‘kavmiyetçilik’/ nasyonalizm’  ideolojilerine sığınmışlardır..

Bugün, kalbinde Kabe sevgisi olduğunu söyleyen nice müslümanın kafasında kocaman Lat, Menat ve Uzzâ putları var!.’

Bir zamanlar övdüğü ve İslam kumandanı zannettiği bazı kimselerin hallerini gördükten sonra ise, İqbal daha bir yaralanmıştır: ‘Heyhat, bir zamanlar bizim zannettiğimiz Mustafa, meğer ‘Fir’avunun Mustafası’ymış..’ der.. Böyle ‘Mustafa’lar o kadar çok ki, müslüman coğrafyalarında..

Ama, İqbal yine de ümidsiz değildir..  ‘Yıldızları batıp giderken gördün mü, bil ki şafak yakındır.. Doğrusu, Batı’nın kasırgaları müslümanı İslam’a iade ediyor...’ der.. 

(Devamı, gelecek yazıda, inşaallah..)