Bizim bir hikâyemiz var!

Ali Bulaç

Bir söz ustasını düşünün, edebi ve felsefi şaheser olan metinler yazar. Gel gör ki, bu söz ustası, altına imza attığı metinleri kendisi yazmamış gibi garip bir zihin hali sergiler. Bazen metinlerin tesadüfen ve her nasılsa bir araya gelen kelimelerden oluştuğunu iddia eder, bazen de bu metni her kim yazmışsa niçin yazdığını bilemediğini söyler:

"Metindeki her kelime ve cümle bir çemberin tamamlayıcı parçası... Bütün kelimeler bu metnin oluşmasını sağlıyor. Ama bu metin niçin var? Bu metin niçin yazıldı? Bunu bilmiyoruz. Biz niye varız? Dünya niye var? Bilmiyoruz."

Varlığın anlam ve amacı konularında bunları söyleyen, ama kendi metni hakkında asla böyle şeyler demeyecek olan bir söz ustasının, mesela Ahmet Altan'ın şunları yazdıklarını düşünün: "İnsanlar yüzyıllarca bu soruları sordular ve sonunda bu soruları sormanın "bizi hiçbir yere ulaştırmayacağına" karar verip "niye" sorusunu bir kenara bıraktılar. Artık akıllı insanlar "niye" diye sormuyor. Ama sormamak, bu soruyu ortadan kaldırmıyor." (Taraf, 13 Eylül 2009)

Hakikaten zor bir mesele bu. Biliyorum, bazıları zihinlerinin derin tabakalarında işlemden geçirmeden kabul ettikleri doğruları öne sürüp, yaratılışla ilgili bir anda bir dizi şey söyleyecektir. Fakat zihnin tecrübe ederek içselleştirmediği bu doğrular, sadece kendi hakikatleriyle doğrudurlar. "Bu metni ben mi yazdım, niçin yazıldı?" diye soranlar farklı bir ruh ve zihin kategorisinde tatmin arar. Bu, onun doğruları kendilerine mal etmenin ağır faturasını ödeme zorluğuna katlanması dolayısıyla böyledir. Bu zihin sahiplerini "ehl-i rahat" olanlardan ayırmalı, "ehl-i taharri (soran, araştıran ve sordukça açlığı biraz daha artan)" insanlar kategorisinde düşünmeliyiz.

Benim şöyle bir fikrim var. Yukarıdaki soruların cevaplarını apaçık, sistematik, yani hap haline getirilmiş olarak bulamayız. Varlıkta böyle bir hazırcılık yok. Bu kitabı yazan, eserini öne çıkarmakta, ama kendisini gizlemektedir. Bizden istediği biri diğerinin başka anlatımı olan iki bilgiden hareketle üçüncü bilgiye ulaşmamızdır. Varlığın namütenahi sırları, yasaları ve düzeniyle bizden kendisini okumamızı istiyor. Bu ayne'l-yakin böyledir. Yani gözleyerek bu bilgiye varıyoruz. Ama bir de ilme'l-yakin bir bilgi var ki, bu vahylerdir. Son vahy olan Kur'an, varlık ve kendimizle ilgili bir yol haritasıdır. Ve sonuncu bilgiye, yani hakka'l-yakine ancak bu iki bilgi üzerinden gidilebileceğini söyler. Vahy, bize kendi içinde tutarlı bir hikâye (haber, kıssa, mesel) verir. Bize bir hikâye verir ve bu hikâye üzerinden varlıkla ilgili soruların cevaplarını aramamızı ister.Hikâye (veya tahkiye) anlatım yollarından biridir. Sözlü ve yazılı olabilir. Hikâye, üslubun güzelliği, anlatımdaki mantıki düzen ve ustalıkta (belagat) öne çıkar. Seçilen olaylar anlaşılır ve sıralıdır, birbirinin içine girmiş değildir. Anlatan, olayı; ya doğrudan başından geçmiş gibi aktarır ya bir başkasından nakleder veya üçüncü şahısların başından geçmiş gibi anlatır.

"Öykü", tahkiyenin taklit ve bir şeyin neredeyse tıpkıbasımı demektir. Bu da kaynağına ve anlatıcısına göre tahkiyenin, hakikatin ta kendisi veya en azından kopyası olabileceğini gösterir. Arapça "hakeye"den olan tahkiye/hikâye etmenin, aslında İslam literatüründeki tam karşılığı kıssa, rivayet, beyan veya nakil demektir. Zamanla masal, benzetme, destan, tarih, risale, mektup gibi anlamlarda da kullanılmıştır ki, hakikatte asıl ve sahih karşılığı "haber vermek"tir.

Tahkiye insanlık tarihi kadar eskidir. İlk örneği peygamberlere vahyedilen bilgilere dayanır. Bütün kültürlerde rastlanması edebi sanatlardan ve şiirden öncesine de dayandığını gösterir.

Bizim bir hikâyemiz var. (Büyük haber: En Nebeü'l-azim). İnanmayanlar, ya bu hikâye üzerinde konuşacaklar ya da bize kendi hikâyelerini anlatacaklar. Aksi halde zihin kendini inkar demek olan nihilizme saplanır ki, varlıkta ve hayatın tabiatında nihilizm yoksa, zihinde de olmaması gerekir.

ZAMAN