Bize özgü sivilleşme

Ali Bulaç

Sivil toplumun dışarıdan ithal edilen diğer kurumlar ve sosyo-politik yapılar gibi herhangi bir meşruiyet krizine yol açmaması için, referans çerçevesinin iyi tespit edilmesi lazım; bu açıdan İslam'ın dini kaynaklarının bize hangi imkânları sunduğuna bakmamızda zaruret var. Yönetici elit, modernleşme süreçlerinde dini dikkate almaz.

Bu, reformların yol açtığı meşruiyet krizi dolayısıyla toplum/halk tarafından içselleştirilmesini engeller. Çok sayıda reformun başarılı olmamasının önemli sebeplerinden biri budur.

Sivil toplum mal gibi ithal edilmez; sivil oluşumların bizim tarihsel tecrübemizin bir devamı ve gelişmiş bir formu olması lazım. Bir toplum bütünüyle kendi geçmişinden koparak veya geçmişine aykırı hareket ederek değişemez. Bu toplumsal olayların doğasına aykırıdır. Kaldı ki, İslam toplumları başlangıcından bugüne kadar güçlü bir 'sivil damar'a sahiptirler. Bu, tabii ki Batı'dakinden farklıdır, öyle olması da doğaldır.

Tarihimizde demokratikleşmeyi zorlaştıran bazı maddi sebepler var. Bunlardan biri idare hukukunda rol oynayan "örfi hukuk"un politik kültürümüzün çok derin katmanlarına sinmiş olmasıdır. Buna rağmen tarihimizde yaşanan siyasi tecrübenin Batı tipi bir "teokrasi veya mutlakiyetçilik", hatta ruhsal varlığı gibi cismani varlığı da "kutsal" sayılan "monarşilerin ve monarklar"ın olmadığını belirtmek lazım. Tarihimizde ilk defa Kemalistler, 1960'lardan sonra siyasi algıya "kült kültürü"nü dahil etmek istediler ve Batı monarşilerinde olduğu gibi "benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır" demiş olmasına rağmen Mustafa Kemal'in fiziki varlığına 'bir tür kutsallık' atfettiler.

Tarihte örfi hukuk, hanedanı ve padişahın tahtını korumak üzere baskıcı politikalara mesnet teşkil etmişse de, padişahlar mutlakiyetçi idareciler değildi, onları sınırlayan Şeriat vardı. Kendi üzerinde Şeriat olduğunu itiraf etmeyen tek bir halife, sultan veya padişah gösterilemez, bu "Hukukun üstünlüğü ilkesi"nin politik ve idari bilinçte esaslı bir yere sahip olduğunu gösterir. Kolektif hafızada hâlâ Şeriat en yüksek değeri temsil eder; meşhur sözdür "Şeriatın kestiği parmak acımaz" ve gündelik dilde "kanun-dışı" fiile 'gayri meşru' denir ki, anlamı Şeriat'a aykırı olan fiil demektir. Osmanlı idari sisteminde padişah aklına her eseni yapamaz. Mutlakiyetçi idarelerde kral "Devlet benim, kanun benim" der. Halife veya padişahı sınırlayan belli hukuk kuralları ve elbette toplumsal dengeler ve güçler arasındaki ilişkiler vardır. Bugün hukukun üstünlüğü dediğimiz şey de budur. Bunu ihlal ettiği zaman tahttan düşürülür. Kanuni'nin yayınladığı fermanda bu açıkça belirtilmiştir. Buna göre; "Padişah hukuk dışına çıktığında onu vezirler ve vekiller tahttan indirir".

Hz. Peygamber'den sonra seçim yoluyla iş başına gelen dört halife de bu ilkeyi gözetlemişlerdir. Ama maalesef bunun mekanizması nasıl olacak, kurallar nasıl işleyecek bu somut olarak gösterilemedi. Böyle olunca da ulema, padişahın hukuku ihlal ettiğine kanaat getirdiğine hükmettiğinde onu iktidardan düşürmek için Yeniçerilere başvurdu. Böylelikle Yeniçeri, daha doğrusu asker, rejimi koruyan kollayan bir misyon üstlenmiş oldu.

Bunun bugün de süren etkisini müşahede etmek mümkün. "Örfi hukuk ve örfi idare" kadim bir Türk devlet geleneğidir ve bunun köklerini "Cengiz yasaları"na kadar götürmek mümkün. Daha birkaç sene öncesine kadar sıkıyönetim veya olağanüstü hal uygulamasına "örfi idare" denirdi.

Geleneksel kodların etkisinde zaman zaman asker, sivil siyasete müdahale eder; bazen 27 Mayıs 1960 veya 12 Eylül 1980'de olduğu gibi kanlı darbeler de yapar, ama bir süre sonra yönetimi sivillere devreder. Bu, sadece bir NATO ülkesi veya Avrupa Konseyi üyesi olmasıyla ilgili değil, tarihsel olarak da asker sürekli yönetimde kalmadığı içindir. Asker kendine göre restorasyon yapar, bunu topluma empoze eder, ama ilelebet yönetimde kalmaz. Bu, Türkiye'de askeri üçüncü dünya ülkelerindeki askerlerden ayıran önemli özelliğidir.

ZAMAN