İlk romanım Şimdinin Dar Odası’nda, Türkiye’nin 1950’lerden 2002’lere gelen hikâyesini yeniden kurgulamış, bugünlerde ülkede yaşanan ‘Aydınlanma’nın çok daha radikalini romanımda söz konusu tarihi aralığa yayarak gerçekleştirmiştim.
Postmodern zırvalıklar işte...
Yani, “İkibinli yıllarda ağır aksak, kutuplaşarak, darbelerle, e-muhtıralarla boğuşarak yaşadığımız bu kabuk değiştirmeyi, demokratikleşmeyi, elli sene önce yaşasaydık, Türkiye bugün nerelerde olurdu”nun cevabını aramıştım.
Bu soru canımı çok yakmıştır çünkü. “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” diyen Sezen’ciğimin o şarkısını her dinlediğimde, bir aşk yarası değil, kendi yurdunda gurbette çıkmış insanların acısını duyarım yüreğimde. Kaç nesil heba olmuştur? Zümre devletinin esiri olarak sömürülmüş, yağmalanmış ve aşağılanmıştır? Müslümanı, Alevisi, Ermenisi vs...
Çoğunun gözü arkada gitmiştir.
Rahmetli babamın gözü arkada gitmiştir, oradan bilirim. Çok göçmek istemişti garibim. Bana, “Seni bu ülkede bırakmak istemiyorum. Kendi mezarım da bu ülkede olsun istemiyorum, medeni bir ülkede yaşayamadım ama medeni bir ülkede ölmek istiyorum” derdi kırgınlıkla.
Mezarı Şişli Ermeni Mezarlığı’nda.
Gözü arkada giden yüzlercesinin yanında yatıyor şimdi...
Bazılarını üzer bu sözler ama, babam hem bu ülkenin zümre diktatörlüğü tarafından ezilen sıradan bir insan, hem de bunun üzerine acı bir şerbet olarak dökülen Ermeniliği ile çok acılar çekmiş bir adamdı. Lanet etmişti haksızlıklara. Kimse memleketinden öyle kolay kolay vazgeçmez çünkü. Bu dert sadece bize değil, BİZE dair bir şey. Ben sizin de hikâyenizi anlatmıyor muyum yoksa!
O yüzden, “o soru” benim canımı çok yakmıştır. Tarih başka türlü olabilseydi, nasıl bir hayatımız olurdu bu ülkede?
Dersimler, Varlık Vergileri, Trakya Olayları, 6-7 Eylüller, 60, 70, 80 darbeleri, Maraşlar, Kürtlere yapılan vahşet ve haksızlıklar olmasaydı, bu ülke nasıl olurdu diye... Ben de “Şimdinin Dar Odası”nda, öyle bir Türkiye hayal etmiştim. Bugün hâlâ belediyede temizlik işçisi, TSK’da bir muvazzaf olamayan, ülkenin bazı semtleri dışında özgür ve güvenli yaşayamayacak denli bir ırkçı iklimin kurbanı Ermeniler, o kitapta Nışan Amca’nın temsiliyetinde, ülkenin Başbakan’ı olur mesela.
Bu tahayyülün Ermeniliğimle bir ilgisi yok. Ermeniyi Türk’ün şeytanı yapan şey, bu ülkenin derin devletinin, Ergenekonu’nun da haletiruhiyesidir. Bu ülkede bir siyasiyi bitirmek için bile yapılacak en ağır komplo onun Ermeni olduğunu söylemektir. Tıpkı Melih Gökçek’in Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’li Canan Artıman’ın ise Gül için “Annesi Ermeni” “iftirası” gibi...
Romanımda hayalini kurduğum şeyin çok daha fazlası gerçekleşmiş de haberim yokmuş oysa. Düşünsenize, koskoca ülkenin koskoca Cumhurbaşkanı Ermeni, anamuhalefet lideri Ermeni, devrik lideri ise Arap. Gül’ün Ermeniliğinden neredeyse eminim. Çünkü Hrant’ın AİHM davasında görülen birleşik davalarına Dışişleri’nin gönderdiği savunmada bir Nazi ile bir tutulmasına cevap yine ilk ondan geldi: “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” dedi.
Davayı doğrudan etkileyecek bir söz bu. AİHM yargıçları duysun!
Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise “Canım çok sıkıldı. Oruç bile ağır geldi. Ben bunu içime sindiremem. Dink bu ülkenin bir aydınıydı, tanıdığım, çok saygı duyduğum bir insandı” demiş. Davutoğlu savunmayı yurtdışında olduğu için görmemiş. Lakin sormuş, savunma geri çekilemezmiş. Emin misiniz sayın Bakan? Bir oluru yok mudur bu işin? Telafi etmenin -yarın unutulacak sözler dışında- bir yolu yok mudur? O savunmayı Türkiye’yi temsilen orada tutmak, içinize sinecek mi? Yani Türkiye “Biz bu davadan vatandaşımız lehine çekiliyoruz” demenin hukuki formülünü bulamaz mı?
Bulur bulur. İçe sinmeyen her şeyin telafisinin bir yolu bulunur, benim bildiğim...
Hrant Dink suikastının, derin devleti en tepeden, ayrıntısıyla gören bir cinayet olduğunu defalarca yazdım. Dink cinayeti çözüldüğünde bu ülkede rejim değişir, devrim olur diyorum ben size. Bu bize değil, BİZE dair bir şey. Lakin, henüz bitmemiş bir dava için bakın nasıl konuşmuştu sayın İçişleri Bakanımız Atalay. Adeta davanın kapanış konuşması gibiydi: “Sanıldığı kadar etkili şeyler çıkmadı. Hani çıkanın örtbas edilmesi durumu yok. Pek çok ihmal zincirinin olduğu söylenebilir. Nitekim onlar zaten dosyanın içinde. Bu araştırmalardan kasti, planlı bir şey çıkaramıyorsunuz. Yoksa bizler hiç affeder miyiz? Bir iki ihmal görüntüsü çıkardık, yargıya verdik.”
Emin misiniz sayın Bakanlar?
Hakikaten bu olanlar içinize siniyor mu?
TARAF