'Devlet oldum' demekle devlet olunmuyor. 'Devlet' olmak için en azından 3 temel unsurun olması şarttır.
1- Başka bir gücün hâkim olmadığı bir toprak parçası...
2- O toprak parçası üzerinde, ortak değerlere göre yönetilmek arzusu olan bir halk...
3- Ve o yerde, o niyetle tesis olunan bir yönetim mekanizması / bir rejim...
*
Bunlara ilaveten, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası hukuka göre, devlet kabul edilmek için, savunma ve yargı gücüne, malî güce sahip olmak vs. gibi başka unsurlar da gereklidir ve de dünyadaki güç dengeleri içinde kendisine daha güvenlikli bir 'hayat alanı' açmak isterken, tuzağa düşmemek için güçlü bir diplomasiye sahip olmak gibi konular vardır, ama bu 3 asli unsur olmadan, 'Devlet' olunmaz.
*
Devlet olmanın mantığı gereğince, devletler hep büyük oynamak zorundadırlar ve hiçbir devlet, komşusunun kendisinden daha güçlü olmasını da istemez. Aynı şekilde, komşudaki bir 'fitne ateşi'nin kendisine de sirayet edebileceği korkusu, her devleti devamlı tetikte bulunmaya zorlar... Ve 'iyi komşuluk ilişkileri' ve karşılıklı 'hüsn-ü niyet'li olunduğuna itimad da önemli güvenlik etkenlerdendir. Ancak, küçük olmayı ve öylece kalmayı kaçınılmaz bir kader gibi gören devletler de, daha ta baştan, başka güçlerin vesayeti altına girmeyi kabul ederek korunma derdine düşerler. Başka güç odakları veya devletler de onların bu zaafından elbette faydalanmak isterler.
*
Hele de son 100 yıldan, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya, bütün dünyaya açıkça hükmetmeye kalkışan ve sahip oldukları 'zer ve zor'a, (altın ve silah) gücüne sahip ve bu özellikleriyle 'süper-güç' diye nitelenen devletler, kendilerinden daha güçsüz olduklarını düşündükleri diğer devletlere kendi iradelerini, üstelik Birleşmiş Milletler kararları ve uluslararası hukuk kuralları adına dayatmışlardır- dayatmaktadırlar. Bu durum, hele de, Amerikan emperyalizmi tarafından Japonya'ya karşı Ağustos-1945'de ilk 'Atom Bombası'nı kullanılmasından sonra, dünya 'yeni bir diplomasi', bir 'nükleer diplomasi' anlayışıyla daha bir karşı karşıya geldi.
Ve durum, dünyada, hayatta kalmak isteyen devletleri de 'nükleer güç sahibi' olmak yarışına katılmayı kaçınılmaz hale getirdi. Ve bugün, bu nükleer yarışta (Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, Kuzey Kore, Hindistan, İsrail ve Pakistan olmak üzere) 9 devletin bu nükleer güce sahip olduğu biliniyor. Başkaları da belki vardır, ama henüz bunu ilân etmeyenler de olabilir.
Ancak, mevcut 9 ülkeden sadece Pakistan'ın 'atom bombası', 1986-87'lerde, dünyada, 'İslam Atom Bombası kabul edilemez' diye büyük gürültüler koparmıştı. Çünkü diğer devletlerin her birisinin dinleri - dinsizlikleri, dünya görüşleri, ideolojileri ne olursa olsun, 'nükleer silah' sahibi olmaları kabul edilebilir; ama, Müslüman halkların başında bulunan rejimler her ne olurlarsa olsunlar, onların ellerindeki silahlar, Suriye'de 54 yıllık Esed Hanedanı diktatörlüğünün bir anda çöküşü gibi bir durum ortaya çıkar ve Müslüman yöneticilerin eline geçerse, işte o zaman kendileri için büyük felaket söz konusu olacağından, kabul edilemez. Nitekim Müslüman bir toplumun elinde nükleer silah bulunmasının kabul edilemeyeceği gerekçesiyle, Pakistan'ın nükleer gücü'nün 'Uluslararası 'Enerjisi Komisyonu'nca ve ona hükmeden devletlerce kullanılamayacak şekilde bağlanarak gösterilmiş bulunuyor.
Bir ara, Gaddafi Libyası'nın da 'nükleer güç' elde etmek istediği ve hatta Pakistanlı nükleer uzmanı (merhum) Abdulqaadir'den gerekli formüllerin alındığı iddia edilmişti, ama bu iddia ispatlanamadı. Bugün ise, emperyalist dünyanın medya organlarında, nükleer güç çalışmalarını büyük çapta frenlenen İran'dan ayrı olarak, Türkiye, Mısır ve hatta Suuda Arabistan'ın da nükleer silah elde etmek peşinde olduklarına veya sahip olmuş olabileceklerine dair rivayetleri söz konusu edebiliyorlar.
*
Bütün bunları şunun için yazıyorum:
Dünya Müslümanlarının, birbirlerinin irili -ufaklı yanlışlarına bakmadan, İslam inancının temel kuralları etrafında birleşen ve kendisini Müslüman bilen bütün halkların dünya çapında birliğini, düşüncesinde bir temel ideal edinen bir Müslüman olarak, Suriye'de meydana gelen büyün sosyal hadiselerin Müslümanların hayrına olabileceğine dair dünya Müslümanlarının büyük kesimlerince ümitle bakılan gelişmelere katılıyorum ve bundan halkı Müslüman olan filân devletlerin daha kazançlı veya zararlı çıkacağı gibi hesaplar yapmanın yanlışlığına ve sadece 'filan devletin güçlenmesi veya zayıflaması' hesaplarına itibar edilmemesi gerektiğine inanıyorum.
Ne var ki, Suriye'nin tamamını Sednaya Cezaevi'nde yapılanlar korkunç zulümler alanına çeviren 54 yıllık (Baba-Oğul) Hâfız ve Beşşar Esed Hanedanı diktatörlüğünü görmeyip, hem de 'İslamî bir lider' unvanıyla, Suriye gençlerini, 'kaybedecek bir şeyiniz yok, üniversiteleriniz, okullarınız, iş yerleriniz, caddeleriniz, hiç bir şeyiniz artık emniyette değil. Ülkenize Amerika, İsrail ve onlarla işbirliği yapanların yardımıyla musallat olanları bertaraf ediniz, direniniz!' diyenler karşısında derin teessüfler yaşamamak elde değil.
Bu yol, yol değil...
35 sene öncelerde Muhammed İqbal'in, 'İslam Milleti'nin birliği ideali'ni yansıtan şiirlerini binlerce üniversiteliye saatlerce okuyan ve 'Beni bir cumhurbaşkanı olarak değil, Muhammed İqbal'in küçük bir müridi olarak kabul edin! ' diyen bir kişinin şimdi, geçmişte Suriye'deki Esed Hanedanı ve diktatörlüğüne ortak olmuş olmanın vebalini hatırlamaksızın, yeni zulümler için Esed gibileri işbaşına getirmenin çağrılarını yapması karşısında söyleyecek söz bulamıyorum.
STAR