Yunanca halk anlamına gelen Laos sözcüğü, Hıristiyanlıkla birlikte din adamları dışında kalanları anlatmak için kullanılmaya başlamıştır. Latince ile etkileşiminden laikos halini alan kavram bu haliyle hayatımızın merkezine yerleşmiştir.
Bugün laikleştirme, egemenliğin siyasi boyutunu elinde bulunduranların amacı olmakla beraber ilk olarak kilisenin uyguladığı bir durum. Halksallaştırılıp ruhbanlığı elinden alınan din adamlarını tanımlayan bir kavram.
Bununla beraber Laisizmden bahsetmek için Fransız devrimi ile ortaya çıkan duruma bakmak gerekir. Laisizm; resmi dini olmayan, tüm dinlere eşit mesafede olan devlet ile din-devlet ayrımının türünü anlatan, din ile siyaseti tamamen ayıran bir anlamı ifade etmekte.
Laiklik için kıstas olarak din ve devletin ayrılması yetmez, dinin siyaset alanından tamamen çekilmiş olması, politika unsuru olarak var edilmemesi gerekir.
Laikliğe göre tüm dinlere eşit mesafede olması gereken devlet, kavramı dinler karşısında bir din olarak kullanmış din, inanç ve ibadetler konusunda toplumu sekülerleştirme çabası içerisinde olmuştur. Devletin resmi dini artık Laiklik, ibedet şekli ise Seküler yaşam tarzıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir durum da laiklik ile sekülerizmi birbirleri yerine kulllanma yanlışıdır. Dünyaya, çağa, kuşağa ait anlamlarına gelen secular kavramı Avrupa’da kiliseden kurtarılmış anlamında kullanılmıştır.
Türkçede kavram dünyevileşme, çağdaşlaşma anlamları ile kullanılmakla beraber bunlar dindışı anlamına karşılık gelmez. Burada dinin dünyaya ve çağa yönelik mesajı atlanmıştır. Bu yüzden kavramın karşılığı olarak din etkisinden kurtulmuş/kurtarılmış demek daha doğru olacaktır.
Türkiye tarihinde sekülerleşme 1700’lerdeki toprak kayıplarına çare bulmak isteyen ordu kurumu içerisinde başlamıştır. Tarihsel kökenleri yüzünden yıllarca ordu bu konudaki en şedit tavrı takınmış, laikliğin bekçiliğini birincil görevi olarak görmüştür.
Ancak sekülerleşmeye yönelik adımlar adı konulmadan yapılmış, bir nevi dine karşıt bir tutumdan daha çok dinle uzlaşarak hayat bulmuştur. Yapılan modernleşme çalışmaları bu amaca hizmet etmekle beraber devletin resmi dini 1928 yılına kadar islamdır. Anayasadan bu tarihte çıkarılan İslam ibaresi ile din-devlet ayrımı netleşmiş, 1937 de ise “resmi din olarak laiklik” kabul edilmiştir.
İşin ilginç boyutu ise örnek alınan Fransa’da kiliseden kopuş 1905, laiklik ilkesinin kabulü 1945 yılında olmuştur.
Laisizm ile sekülerizm arasındaki bir diğer fark ise kapsama alanı ile alakalıdır. Laik olan dinsel alanı kapsamamalıdır. Yani dine ilişkin bir müdahalesi olmamalıdır. Seküler olan ise dinsel alanı kapsayabilir amacı dinsel alanı dönüştürmektir. Seküler yaşam tarzı laiklik dininin diğer dinler üzerine nüfuz etme sahasıdır. Bu durum bir süreçtir ve amaçlanan dinin bütün yaşam alanlarından çekilmesi, küçülmesidir.
Laisist model din ve devlet arasındaki ayrılma modellerinden sadece bir tanesidir. Avrupa’da bu modelin temsilcisi Fransa ve Türkiye’dir. Dinsel farklılığa rağmen örtüşen bir başka durum ise ikisininde üniter devlet yapısıdır.
Bu model dışında; bazı kiliselerin ve dinsel cemaatlerin devletçe tanınması, kilisenin devlet yapısına dahil edilmesi ve Napolyon’dan kalma Concordat metni yani Vatikan örneğindeki gibi din ve devletin birbirinin özerk alanını kabul etmesi modelleri sayılabilir.
Concordat modeli dışındaki tüm modellerde din kurumu şu ya da bu şekilde devlet otoritesine ve seküler kamu hukukuna tabidir. Böylece dinin devletin egemenlik alanına müdahalesi engellenmiş ancak devletin dinin egemenlik alanına müdahale etmesinin meşru altyapısı oluşturulmuştur.
Teorik anlamda laikliğin işleyebilmesi için belli başlı esaslar vardır. Bunlar “din, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bütün vatandaşların eşit hak ve sorumluluklara sahip olması ile devletin ve dinlerin kendi özerkliğine sahip olmasıdır.”
Bu esaslar pratikte karşılık bulmamış, gücü elinde bulunduran tarafın lütfuna bırakılmıştır. Örneğin Fransa’da Katolik kilisesinin en üst iki makamı ile Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı atama ile belirlenir.
Herşeyin meta değeri olduğu bir toplumsal ortamda bugün artık “dinsel bir pazarla” karşı karşıyayız. Farklı kurtuluş reçeteleri ve inanç sistemlerinin birbirleri ile takipçi edinmede yarış halinde olmaları bu dinsel pazarı doğuran etkendir.
Egemenlik salt politik egemenliğe indirgenecek bir olgu değildir. Birlik, dernek, vakıf ve cemaatlerde de egemenlik söz konusudur. Egemenliği yayma çabaları ile oluşan rekabet dinin evrensel mesajlarını bütünden kopartıp parçalara indirgenmesine sebep olmuştur.
Parçacı anlayışlarla egemenlik elde etme çabaları dün olduğu gibi bugünde en büyük problem olarak karşımızda durmakta. Bu durumu en iyi kullananlar ise küresel hegemonya sahipleri olmakta. Kendi din anlayışlarını mutlak doğru kabul edip diğerlerini biat etmeye çağıranların varlığı bu güç sahiplerinin; “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” gerekçelerini doğurmakta. “Din hükümleri size bunu vaad ediyor, bunun alternatifi seküler bir hukuk anlayışıdır” söylemi sıkça dillendirilmekte.
Biz de diyoruz ki; bir ülkede herhangi bir inancın teminatı varsa bu teminat ancak islam ve müslümanlar olabilir, olmalıdır. Yeter ki bu inanç sapkın bir boyutta toplumu fahşaya sürüklemesin ya da bu inanç üzerinden baskı, tahakküm ve dayatmalar yapılmasın.
İslam can, mal, namus, akıl özgürlüğü yanında inanç özgürlüğünü de teminat altına almış, imanın insanın kendi iradesi ile olmasını öncelemiştir. Buradan hareketle dinde zorlamanın olmadığı vurgulanmış, kimsenin üzerinde bekçi olunmadığı hatırlatılmıştır.
İşte bu inançlardan birisi de yüzümüzün batıya döndürüldüğü günden beri hiç gündemimizden düşmeyen laiklik olgusudur.
Son zamanlarda yaşanan tartışmalar müslümanlar açısından son derece önemli, çünkü bu sefer tartışmaya açılan konu “laiklik elden gidiyor” feryatları ile müslümanlara bedel ödetmek isteyenlerin değil olgunun gerekliliği üzerinden yapılan tartışmalar olmasıdır.
Türkiye’de resmi olarak ikinci adam konumda olan meclis başkanının açıklamaları ile vesayet sisteminin ve onun kılıç gibi kullandığı araçların tartışılabilir hale gelmesi, gelinen noktayı göstermesi bakımından belirleyici.
Laikler uzun yıllardan beridir kendilerinde olan hükmetme melekesinin boşluğunu hala yaşamaktalar. Laikliğin Türkiye’de baskı, zulüm, dayatma aracı olarak kullanıldığını unutmuş gözükmekteler. İnandıkları değerlerin yok olup gideceği endişesini taşımaktalar. Varlığından beri kolluk güçleri ile devamını sürdüren bir olgunun, ilelebet süremeyeceğini atlamış gözükmekteler.
Laiklerin anlamadığı ya da anlamak istemediği durum bunun bir ideolojiye yani dine dönüştürülmesi ve bu doğrultuda yaşam standartı dayatılmasıdır. Laikliğin din ve vicdan özgürlüğü boyutundan ziyade dinler arasında bir din olarak dayatılması ve inanmayanların sindirilmesi kavramın kökü itibari ile düştüğü tezat.
Çıkış gerekçesi ile ülkemizde kullanım şekli arasındaki tezat kavramın anlam boyutunun tartışılması sonucunu doğurmuş, ancak resmi ideolojinin askerleri tarafından tartışılması dahi tabu haline getirilmiş bir kavram laiklik!
Modern devlet dediğimiz olgunun sistematik hale gelmesi ile laiklik doktrininin ortaya çıktığı dönemin aynı zamanlara denk geldiği söylenebilir. Hakimiyetin aristokrasi ve ruhban sınıfı arasında paylaşıldığı, aristokrasiye meşruiyetini kazandıran kilisenin, meşruiyetini Tanrıdan aldığı bir ortamda huksuzlukların, adaletsizliklerin kaynağını sorgulamak bile Tanrıya isyan olarak nitelendirilmiş ve kafirlikle eşdeğer sayılmıştır.
Her ne kadar İsa Mesih’in; “Sezar’ın hakkı Sezar’a benim hakkım bana” sözü kilise-devlet ayrımına örnek gösterilse de aslında sözkonusu ayrıma sebep “kilisenin Tanrının hizmetinde olduğu varsayılan bir kurum” olduğu önermesidir.
Bu önerme ile “Tanrının hizmetinde olan kilise” ruhban sınıfının seküler egemenliği için kullanılmış ve bir tahakküm aracına dönüştürülmüştür. Çıkış noktası ile egemenliği elinde bulunduran kiliseye karşı mücadele alanını belirleyen devlet, onu kendi alanına hapsetmekle kalmamış devamında kendi meşruiyeti için araç olarak da kullanmıştır.
1982 anayasası ile istismar konusu üzerinden tanımlanan ve siyasi ve kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama aracı olarak kullanılmaması konusunda tanımlanan kavram hiçbir zaman bu işlevi ile kullanılmamış, bu ülkenin mayasında bulunan İslamın toplumsal alanda görünür kılınmasının önünde barikat görevi görmüştür.
Biz müslümanların talebi insanların kendi hür iradeleri ile iman edip bu doğrultuda serbestçe kulluk görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli ortamın sağlanmasıdır. Bizi sekülerleştirerek dinden kurtarmak isteyenler şunu bilmeli ki; biz dinimizden kurtulmak değil dinimizle kurtulmak istiyoruz.
“Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir” (en-am 162) ayeti gereğince, ne devlet baronlarına ne de din baronlarına değil Allah’a itaat etmeye yönelik tevhid ve adaletten yana bir dünyada özgürce yaşamak, çocuklarımızı büyütebilmek duası ile...