1950'den bu yana yaşadığımız 4 darbeye, bir sürü darbe teşebbüslerine, andıç çalışmalarına son olarak "AK Parti hükümetini ve Gülen Cemaatini bitirme" planı eklendi.
Esasen Orgeneral Başbuğ, seleflerinden farklı olarak, Türkiye'de birtakım Müslümanların eğitim ve sosyal muhtevalı çalışmalarına muhalefetini bazı konuşmalarıyla açıkça ortaya koymuştu. O, Kara Kuvvetleri komutanı iken yaptığı bir konuşmada da şunları söylüyordu: "Toplumumuzun bu tür hareketlere karşı bilinçlendirilmesi... amacıyla topyekûn bir mücadele verilmesi gerekmektedir. Cumhuriyet'in temel niteliklerine sahip çıkmak, ... yasalarla askere verilmiş bir görevdir ve askerin yasalarla kendisine verilmiş bir görevi yapmak ve yapmamak gibi bir seçeneği ve lüksü yoktur." Başbuğ, "kaçınılmaz" gördüğü bu mücadeleyi, Türk ordusunun başka ülkelerin ordularına benzemediği, benzeyemeyeceği teziyle açıklıyordu.
Evet, gerçekten "biz, başkalarına benzemeyiz". Şu ana kadar komuta kademesinden Türkiye'nin silah ve savunma sanayiinde, dışarıdan aldığımız silahların bakımı ve modernizasyonunda bile dışa bağımlılığı, bu bağımlılığın "ulus-üniter devlet"in bağımsızlığı ve bekasına olan tehdidi, ASELSAN'da yerli savunma sanayiini geliştirmek için çalışan dört mühendisimizin, hem de birinin askerlik görevini yaparken intiharı veya öldürülmesi gibi hayatî konularda sesinin çıktığına çok şahit olmadık. Bunun yanı sıra, her yıl bütçemizin üçte bire yakınını tüketen askerî ve savunmaya yönelik harcamaların denetleme dışı tutulması, 12 Eylül darbesinin baş aktörlerinden Tahsin Şahinkaya'nın yabancı bir dergide Ortadoğu'nun en zengin generali olarak ilan edilmesi gibi vakıaların zihinlerde biriktirdiği şüpheler, askerin OYAK gibi vasıtalarla ekonominin de içinde bulunması gibi akçalı konularda da askerden çok ses duymadık. 86 yıldır, bütçemiz üzerindeki onca yüküne rağmen, artçı problemlerini o günden bu yana Türkiye'nin ve sivil hükümetlerin çektiği Kıbrıs çıkarması dışında askerin bir dış müdahalesi de olmadı. 26 yıldır PKK terörüne karşı verilen mücadelede sonuç alıcı kesin bir başarı sağlayamadık. Asker, sık sık milletin bağrından çıktığını ilan etmeyi sever ve dine karşı gösterilmekten de hoşlanmaz. Bu milletin en az % 70'i dinine bir şekilde bağlıdır; kadınlarımızın % 70'e yakını dinî bir vecibe olarak başörtüsü veya türban -türbanın başörtüsüne karşı modern bir baş kapama vasıtası olarak ilk YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından icat edildiğini biliyoruz- takar; PKK terörüne kurban verdiğimiz şehit erlerimizin dindar ailelerde yetiştiğine ve bayan yakınlarının çok büyük çoğunluğunun başörtüsü taktığına hep şahit olageldik; halkımızın sırf çocukları ahlâklı yetişsin, dinini de bilsin diye imam-hatip liselerine ve Kur'an kurslarına olan teveccühü ortadadır. Bunlar ve bunlar gibi gerçeklere rağmen asker, lâiklik vurgusuyla sürekli İslâm'ın kaçınılmaz bazı içtimaî tezahürleriyle mücadele ettiği, meselâ, hiç de yakışık almayan bir şekilde Sayın Cumhurbaşkanı'nın eşiyle karşı karşıya gelmemek için nasıl köşe kapmaca oynadığı da bir vakıadır.
Bütün bu gerçeklerden hareketle, bu sütunda AK Parti'nin ve Başbuğ'un cemaat veya cemaatler olarak andığı kesimlerin karşı karşıya getirilip, ikisinin bitirileceği plan ve düşüncelerine temas edilmişti. Dursun Çiçek imzalı plan ve çalışmanın da, bu bakımdan birkaç kişiye ait olması mümkün değildir. Bu çalışmalardan da vazgeçilmeyecektir. Yapılması gereken, askerin demokratik yapı içindeki yerine çekilmesi ve sivil otoritenin hakimiyetini kesinlikle kabullenmesidir. Bu da, önce şu son plan konusunda kesin netice alıcı bir aksiyonla birlikte, siyasî reform ve yeni bir anayasayı mutlaka gerekli kılmaktadır. Bu yapılamadığı için bu ülke hep darbeler yaşamış, Başbakan ve bakanlar ipe gönderilmiştir. AK Parti iktidarı da bu siyasî reformu başaramazsa, korkulur ki, benzer partilerin önceden yaşadığı sondan kurtulamayacaktır.