Bireyselliğin, Özgürlük Yanılsaması!

SİNAN ÖN

Günümüzde büyük bir bilgi selinin ortasında kalan insan bağımsız düşünme alışkanlığını terk ediyor ve giderek yüzeyselleşiyor. Toplumun temeli olan ailenin rolü değişiyor. Annelik giderek daha çok ihmal ediliyor. Baştan çıkarıcı reklamlarla, çabuk tatmin özendirilip, tam anlamıyla tatminin mümkün olduğu algısı oluşturuluyor.

Toplumda uzun süredir durağan olan ölçütler vardı, birer birer kırılıyor. Artık günümüz insanını belirleyen dünyevileşme, bireyselleşme ve yabancılaşma kavramları sanırım. Tabi ki bu kavramlarla varılmak istenen son durak ise “özgürleşmek” olsa gerek.

Birçok düşünür bu durumu “narsizim kültürü” olarak tarif ediyor.  Ahlaki rehberlik sistemi olan ailenin çöküşü, çatışmalarla yüzleşmek yerine uzlaşmayı seçip içe kapanmak ve içgüdüsel, hayvani tatminin tırmandırılması bu kültürün sacayakları...

Batının endüstrileşmiş şehir toplumları bireyci kişiliği ve egosentrik bir benlik duygusunu öne çıkarıyor. Birey merkeze yerleştirilirken, genelde toplumun bir parçası olma, daha özelde ise cemaat olma kimliği ise yok sayılıyor.

Bu bireycilik farklılığa saygı duyuyor gözükse de özünde rekabetçi bir anlayış var. Kendine güvenme ve bireysel başarı insan benliğinin ana kaynakları. Rekabette geri düşenler ise “tutunamayanlar” olarak kayıtlara geçiyor. Yaşam tarzı rekabete uygun olmayan “çürük elmalar” ayrıştırılıyor, hoşgörülmüyor, üretim hatası olarak kabul edilip, toplumun kenarlarına itiliyorlar.

Bunların hepsi “tılsımlı” bir olgu olan özgürlük için. Modern dönemlerin belki de en çok yüceltilen kavramı özgürlük. Devletler öyle olmadıkları halde özgür, daha doğrusu bağımsız oldukları vehmiyle övünürlerken, bugünün çocukları ailelerinden özgürlük talep ediyorlar. İnsanlar kararlarına meşruiyet kazandırmak adına “özgürce alınmış bir karar” diyebiliyorlar.

Bununla birlikte özgürlük denilince; seçme hakkı ve kişisel tercihler anlaşılıyor. Öyle ki, bu olgular adeta kutsanıyor. Buna göre, kişi hayatının nihai efendisidir ve her ayrıntıyı belirlemede özgürdür.  Halbûki bunun adı özgürlük değil serbestlik...

Tabi ki insan kişiliğinin gelişmesinde özgürlük çok önemli bir etken! Birey, kişilik sahibi insandır. Ve bu kişilik kendini kişisel farklılıklarla gösterir. Herkesin aynı giyindiği, aynı eğlendiği, aynı yediği tüketiciler ordusunun bir ferdi olmak ise, kişisel farklılıklar olarak en fazla “alım gücü farkı” sunabilir insana.

Oysa bugün insanların önemli kararlarda etkin olma olanağı neredeyse yok gibidir. Günümüz insanı, kendi yaşam ve geleceği üzerinde bile söz ve hak sahibi değil! Böyle bir istek hem bireysel hem de toplumsal düzeyde giderek zayıfladı. Görece önemsiz konularda seçimler yapmak, bu konularda imkân sahibi olmak özgürlük olarak sunuluyor. Bunun adı bireycilik, bireyselleşme çünkü modern ya da geleneksel iktidar sahipleri örgütlü hareket etmeyi hiç sevmediler, sevmezler.

Bizce,yalnızca kişisel hayat sözkonusu olduğunda bile özgürlük sorumluluğu beraberinde getirir. Özgürlük kişinin kendi yaptıklarından sorumlu olmasıdır. Bu yüzden çoğu insan özgür olmak isterken kendini kandırıyor. Onların istediği Rabbin rızası olmayan “başıboş olma” halidir. Bedeli ödenmemiş, sorumluluktan arınmış bir özgürlük, yerçekimsiz ortamda yürümeyi istemek gibi bir şey.

Çünkü özgürlükçü olmak ölçüsüz olmak anlamına gelmediği gibi özgür olmakta rahat olmak anlamına gelmiyor. Özgür olmak için varoluşun zorluklarını bilmek ve yüzleşmek, ahlaki davranış için vahyin reçetelerine uymak gerekiyor.

Sorumlulukla beraber istenen özgürlüğün insanlar için bir yük olması doğal ama sorumluluk olmayan özgürlük yaşamlarımızı kişiselleştirip, kusursuzlaştırmıyor. Bizlere sunulan seçenek artışı daha çok doyum yerine; daha büyük kaygı, yetersizlik, suçluluk duygularını doğuruyor.

İnsanlarda bu duyguların baskısından kurtulmak için pazarlamacılardan, yıldız falcılarından tavsiyeler almaya, kozmetik sektöründen tüyolar edinmeye, ekonomistlerden ekonomi tavsiyeleri alıp yönlerini bulmaya, ilişkilerinde kişisel gelişim uzmanlarına uymaya razı oluyorlar.

Seçenekler ve alternatif bolluğu kafaları karıştırıyor, imkânlar olsa bile yanlış tercih yapma kaygısı insanı kuşatıyor. Örn. Üniversiteye gidecek bir genç hangi bölümü, hangi üniversiteyi okumalıdır? Sanırım bunun için kaygılanmayan ebeveyn yok gibi.

Soruları çoğaltmak mümkün; hangi iş sahasında çalışmalı, kiminle evlenmeli, hangi şehirde yaşamalı, çocuğunu ne şekilde yetiştirmeli? Bunların her biri bireysel ve yalnız başına olan insanların kaygıları ve endişeleri ve sanırım hepsi dünyevi.

Tercihte bulunmanın, karar vermenin güçleşmesinin başında bilgisizlik geliyor. Anne-babalığı aileden öğrenmeyen gençlerin ebeveynlik uzmanlarına, iletişim problemi yaşayan insanların iletişim/gelişim uzmanlarına mahkûm olması normal bir durum haline geldi. Modern dünyanın bu “normal” seyrine uyum sağlayamayanlar ise psikiyatristlere mahkûm!

Mevcut eğitim sisteminde ebeveynlerin büyük çoğunluğu çocuklarını yalnızca işgücüne hazırlıyorlar. Hayat ise ne iş yaşamından ne de dünyadan ibarette değil. Sürekli dünyaya “çocuklarımıza nasıl bir gelecek sunacağı?” sorusunu soruyoruz. Oysa “dünyaya nasıl çocuklar sunacağımızı” sorgulamamız gerekiyor.

Uzmanlar birer profesyoneldir.  Reçete yazma gücü ellerindedir. Yalnızca neyin iyi olduğunu değil, neyin doğru olduğunu da tâktir etme otoritesini kendi tekellerinde tutarlar. İnsanları profesyonellere yönlendiren “danışma ihtiyacı” ise yeni bir olgu değil. “Bilmiyorsan bir bilene sor” ayeti insanların fikirlerini alma, onların tecrübelerinden faydalanma ihtiyacına dönük bir ilke,evrensel bir değer.

Çünkü insan yetersizdir. Aile ve akrabalık ilişkilerinin güçlü olduğu, aile büyüklerinin saygı gördüğü, cemaat ve birlikte yaşama kültürünün etkin olduğu zamanlarda başkalarına danışmak daha kolay ve risk içermezdi.

Bugün ise bu bir iş haline dönüştü. Bireysel dünyanın rekabetçi, başarı odaklı standartlarına bilinçli ya da bilinçsiz uymayan kimselere sunulan ilk tavsiye “size profesyonel bir destek almanızı tavsiye ederim” oluyor. Bu işin ticari bir yönü var. Belki de profesyonel için en belirleyici tarafı bu ticari yön! Tanımadığımız ancak kendinden “eminlik” vasfını beklediğimiz kimselere, bizim için hayati öneme sahip bir durumu danışmak, hem çok maliyetli hem de çok riskli bir durum.

Aile, akrabalık, arkadaş, cemaat ve ilim sahibi gibi olgularımız ise bugün sıradanlaştı. Hatta birçok kişi küçük görmeye başladı. Çünkü bu kimselerden, sorunlarına çözüm aramak, acizlikle eşdeğer olarak algılanmaya başladı. Yabancı profesyonel karşısında (hasta ya da müşteri mahremiyeti gibi kavramlar bunun için var) duyulmayan mahçubiyetler, en yakınlarımız karşısında duyulmaya başlandı. Oysa hayatımızı profesyonelle değil aile, akraba, arkadaşlarla yaşadığımız unutuldu. Sorunların çözülmesi yerine derinleşmesi sanırım bu yüzden.

Bugün bazı özgürlüklere sahip olan insan, hayatının bütünüyle hâkimi, efendisiymiş zannediyor. Oysa hayatımızın nihai şekillendiricisi biz değiliz. Özgür olduğunu sanan insan hayatını eşsiz bir sanat eserine çevirmiş gibi davranıyor ve ideal bir dünyadan bizim gibi imkânsızlara el sallıyorlar sanki!

Oysa insan tüm hayatını kontrol edebilecek, bu hayatı dilediği gibi şekillendirebilecek bir güce sahip değil. Böyle bir güce sahipmiş gibi davranarak herşeyden önce kendine haksızlık yapıyor.

Örneğin insanlar ne yaparlarsa yapsınlar öfke duygusunu ortadan kaldıramadıkları zaman kendilerine kızıyorlar. Kaldı ki öfke, arzu edilmese de toplumsal değişimi hızlandıran bir olgu. İnsanları öfkeden kurtarma çabaları ise onları yatıştırıp, dikkatleri toplumsal meselelerden uzaklaştıran ve bireysel meselelere yönlendiren bir çaba.

Dünya üzerinde yaşananlara dönük gücümüz ve etkimiz giderek azalıyor. Özgürlüğü daha çok bireysel hayatımız, bedenimiz ve duygularımız üzerindeki bir kontrol ve seçim mekanizması olarak görüyoruz. Şişman olmamak, çirkin görünmemek katledilen, sürgün edilen insanlardan daha fazla bizleri etkiliyor. Öyle olunca birlikte hareket ederek dünyadaki zalimlere karşı mücadele yerine, yağlarımızı aldırarak ve estetik cerrahisinin imkânlarından faydalanarak hayatta var olmaya çalışıyoruz.

İnisiyatif almaktansa başkalarına tabi olarak yaşamak daha kolay bir yol. Oysa inisiyatif almak insan olmanın en belirleyici niteliği. Bu niteliğin yitirilmesi belki “inisiyatif almama özgürlüğünü” bizlere sağlıyor ancak diğer tüm özgürlük alanlarını ve özerkliğimizi, sorumluluğumuzu yitirmemize sebep oluyor. Çünkü kendi hayatı ile alakalı kararları dahi başkalarına devreden insan kendini atıl hale getiriyor.

Kölelerin yaşadığı en ağır başarısızlık; aslında yaşamış sayılmamaları, bağımsız bir insan olarak görülmemiş olmaları, onlara hiçbir zaman kulak verilmemesi, fikirlerinin hiçbir zaman sorulmaması ve bir çeşit mal olarak yani başkalarının mülkü olarak değerlendirilmiş olmalarıdır.

Dünün köleleri böyle de bugünün insanı farklı mı? Örneğin bugün birçok işçiden özgür iradesi ile karar vermesini beklediğimiz anlarda; “ben düşünmem, düşünme işini benim yerime patronum yapar!” cevabını almak mümkün. Çünkü ancak bu “iradesizlik” atom bombasını insanların üzerine atacak düğmeye rahatlıkla basabilmeyi sağlıyor.

İnsanlar üzerine varil bombası atan pilot, onların bombayla karşılaştığı ana yabancıdır. Onun yaptığı düğmeye basmak ve verilen görevi yerine getirmektir. Bu insanın robotlarda bir farkı var mıdır? Sanırım kendi akıbeti konusunda bir farkı olacak ve orada “ben inisiyatif almadım, benim yerime devlet başkanım karar verdi!” söylemi onu kurtarmayacak!

Aslında kölelerin sorunu bulundukları durumdan güçsüzlük nedeniyle asla kurtulamayacakları zannıdır. Kölelerin tarihine bakıldığı zaman tahakküm altında geçen birkaç yılın sonunda köle özgürlüğün hayalini dahi kuramaz ve varolmak bu insanlara imkânsız gibi gelir.

Bugün her alanda bir şeyler yapan ancak yaptığı şeylerin farkında ol(a)mayan, köle demesek bile çocuklar gibiyiz! Ama çocuklar gibi masum değil!

Bununla birlikte çözümsüz olmadığımızı da görmek gerekiyor. Bu gidişe karşı çıkmak herşeyden önce insan olmanın gereğidir. Ancak bunun için tek tek kişisel isyanların yetmeyeceği görülmeli. Düzenin görülmemiş yıkıcılıktaki silahları, askeri-siyasal-parasal gücü, saldırgan-bencil, fetişleştirilmiş ideolojisi karşısında “Donkişotluk” yapmakta bir eylem ancak yeterli değil! Herşeyden önce birlikte hareket edebilmek gerekiyor.

İşe önce zihinlerimize vurulmuş prangalardan kurtulmakla başlamak mümkün. Düşüncelerimizde ve eylemlerimizde süreklilik sağlamak, kimi kavramlarımızı yeniden tanımlamak, kimilerini sorgulamak ve yeni gereksinimler için yeni kavramlar geliştirmek gerekiyor.

Çünkü gerçeği anlatan ve bütünselliği içinde kavramamızı sağlayan birçok temel saptama, tanım ve kavramın gözden düşürüldüğüne şahit olduk, oluyoruz. Bizlerin hangi şartlarda olursa olsun kendi kavramlarımız için siper olmamız gerekiyor. Çünkü İslami mücadelenin en önemli araçları kavramlar. Bunların başında ise cemaat geliyor. Bireyselleşme, dünyevileşme ve yabancılaşmanın ilacı cemaat…

Egemen düzen için her itirazın, her başkaldırının en kolay en susturucu karşılığı ortada sahici bir alternatif olmadığını söylemek ve göstermek değil midir? Sömürüyü, her türlü adaletsizlik, baskı ve zulmü sürekli kılan nedenlerden biri, belki de en önemlisi bunların asla yok edilemeyeceği düşüncesinin iğdiş edilmiş bilinçlerde kabul görmesi değil midir? Sorunlarımızla yüzleştikten sonra birlikte hareket eden, “Allah yolunda kenetlenmiş saf bağlayarak cehd eden” bir topluluk olmak gerekiyor. Rabbim bizlere bu yolu kolaylaştırsın…