“Eski dünya ölüyor; yenisi ise henüz ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor.”
Antonio Gramsci
ABD ile SSBC arasında uzun yıllar süren Soğuk Savaş, Sovyetler Birliğini ekonomik olarak fazlasıyla zor duruma sokmuştu. Nükleer silahlanma ve uzaya hâkim olma arzusuna harcanan kaynaklar, toplumsal işleyişin olmazsa olmaz kurumlarını çalışamaz hale getirmiş ve büyük hedefler uğruna insanlarının en temel ihtiyaçları dahi karşılanamaz olmuştu. Bu bir devletin/bloğun sonunu hazırlamak için yeterli bir etkendi ve yeni bir dünya düzeninin başlangıcı olarak kayıtlara geçti.
“Emperyalizmin en büyük silahı nedir?” diye sorsalar sanırım bir çoğumuz “kitle imha silahları” olarak cevap veririz. Doğru bu önemli bir güç ancak onları daha güçlü kılan bir silahları daha var ki; o da “propaganda” sanırım.
Propaganda her dönemin en etkili silahı olmakla beraber soğuk savaş yıllarının başat aktörüdür. Örn; Sovyetlerin ekonomik durumunu bilen ABD “Yıldız Savaşları” adını verdiği bir tasarı hazırlar. Dönemin Başkanı Ronald Reagan tarafından kurgulanan bu proje hiçbir zaman hayata geçmez ancak “süper güç” olarak adlandırılan bir devletin çökmesini tetikleyen en önemli unsur olacaktır. Proje, SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerini, uzaydan kontrol eden lazer ışınları sayesinde, Amerika topraklarına ulaşmadan yok edeceği iddiasını taşımaktadır.
Ezeli düşmanın üstün geleceği korkusu, Komünist rejimin tüm benliğine bir virüs gibi yayılmış, kaygı ve paniğe sebep olmuştur. Tüm ekonomik sıkıntılar görmezden gelinerek bu projeye karşılık vermeye çalışılmış ve askeri harcamaları artırılmıştır. Sonuç, 1991 yılı Sovyetlerin yıkılışı, doğu bloğunun dağılışı olarak kayıtlara geçmiştir.
Bugün tüm dünyaya tahakküm eden egemenlerin de aciz kaldığı bir korku var. Korku, kaybedilecek varlığın ederi ile doğru orantılı. Eder arttıkça korkular da artıyor. Güç, iktidar, servet, refah, huzur, dünyaya kazık çakmak vs. Bunun yanında bir de değer var. İnsan vasfını yitirmeyenleri kaygılandıran bir ölçme biçimi. Bu insan özelde ailesini ve sevdiklerini genelde ise mümin kardeşlerini ve insanlık ailesini bir değer olarak görüyor ve kaybetmekten korkuyor. Ancak bunun bir ilacı var, adı tevekkül. Yaşam ve ölümün, nimet ve külfetin sahibi olan Yaratıcıya tevekkül! Hayatlarını ederleri ölçüsünde yaşayanların tatmin ol(a)mayacağı bir erdem…
İslam öncesi Cahiliye döneminin en etkin rollerinden birisidir kâhinler! Bu kimselerin ortak özellikleri benzer ifadeleri farklı şekillerde ve çelişik olarak dillendirmeleri ve sonuçta öyle ya da böyle bir olgu hakkında isabetli karar veriyor gözükmeleridir. Toplum tarafından “görünmeyen âlemle irtibatlı” oldukları kabulü ile teveccüh gören bu tiplerin yanılması demek; saygınlıklarının, itibar ve nüfuzlarının yitirilmesi demektir.
Kâhinlik mesleğinin bugün birçok farklı mesleğin faaliyet alanında devam ettiğini söylemek mümkün! Bu mesleklerin en belirgin özelliği “öngörü” adı altında gelecekle alakalı tahminlerde bulunmaları ve mevcut durumu analiz ederken komplo teorileri üzerinden hareket etmeleridir.
Kendilerine stratejist, analist vs. adını veren bu kimseler için yaşadığımız her olgu belirli güç odakları tarafından bilinçli olarak organize edilmektedir. Örn; bu güç odaklarından birisi olan Amerika; “Dün 11 Eylül’ü kendisi yapmış; bugün ise önce Çin ekonomisini yerle bir etmek, sonra dünyadaki yaşlı, hastalıklı ve zayıf insanları itlaf ederek kıtlaşan dünya kaynaklarından tasarruf etmek için bu virüsü üretmiştir!” gibi söylemler geliştirmekten imtina etmezler.
Bu hastalıklı tavrın nasıl sonuçları olduğunu Sovyetlerin yıkılışına zemin hazırlayan “yıldız savaşları” paranoyasında rahatlıkla görebilmek mümkün! Oysa dünün müstekbir ve müstağni gücü, kendini tanrı ilan eden Nemrut’u, bir sineğe kurban ederek helak eden Rabbimize hamdolsun ki; yenilmez denilen, adeta Kadir-i Mutlak şekilde yaklaşılan güçlerin acziyetini bu virüsün doğurduğu atmosferde yakinen şahitlik edebiliyoruz.
Buna rağmen, zihinlerimizden bir türlü atamadığımız “yenilmez armadalar” metâforundan bir türlü kurtulamıyor, aşırı yorumlarımızla egemenlerin değirmenine su taşıyoruz. Bu da hastalıklı bünyelerine kan pompalamaktan başka bir işe yaramıyor maalesef!
Hangi ortam olursa olsun bir Müslüman, beden ve zihin emanetlerine sahip çıkmakla mükelleftir. Zaruretler istisna, hiçbir gerekçe onu sorumluluklarından alıkoyamaz. Bu sorumluluklardan birisi de “sağlıklı düşünebilme yetisini” kaybetmemektir.
İbn Sina’ya atfedilerek anlatılan bir deneyden söz ediliyor. Deneyde üstat 3 kafes hazırlar. Bunlardan ikisine aynı yaş ve özelliklerde birer tane kuzu, diğerine ise bir kurt yerleştirir. Kuzulardan birisi kurdu görürken diğer kuzu görememektedir. Bir süre sonra, kurdu görmeyen kuzu da herhangi bir değişiklik tespit edilmezken, gören kuzunun tüylerinin dökülüp, beyazladığına şahit olunur.
Bu anlatılan deneyin bir de modern sürümü var. Bu sefer kahramanlarımız fareler. İki fare iki farklı kafese konulur. Birisine kolayca elde edebileceği yiyecekler verilirken, diğerine ulaşması mümkün ancak oldukça meşakkatli yiyecekler sunulur. Aynı yaş ve özelliklere sahip bu iki fareden yiyeceklere zor ulaşanın derisinin kırıştığı, tüylerinin döküldüğü, ölünce yapılan otopsi sonucu iç organlarının iflas ettiği deneyimlenir.
Son zamanların güncel konusuna atfen, virüsün spekülatif haberlerine aşırı maruz kalanlarla mümkün mertebe sağlıklı haberler dışında, kişisel gündemi dışında tutanların psikolojilerinin nasıl farklılaştığını, işin uzmanlarına bırakarak devam edelim…
Bu deneylerden yola çıkarak birçok sonuca ulaşabilmek mümkün. Kader bunlardan birisi! Kaderimiz tabi ki yüce Mevlamızın elinde ve “O, dilemeze bir yaprak dahi kımıldamaz!” Ancak kendi ellerimizle kazandıklarımız ile elimizden alınanların daha doğru bir ifade ile çalınanların da bu kaderde rolünün olduğunu unutmamak gerekiyor.
Çünkü evsizlerin evsizliği, yoksulların yoksulluğu, açların açlığı, çıplakların çıplaklığı Allah’ın tâktiri değildir. Allah kulları üzerinde zalim ve zorba bir iktidar sahibi hiç değildir. Bu yoksunlukların asıl kaynağı yeryüzünde adaleti ikame etmekle mükellef olan insanoğlunun bu sorumluluğunu unutup, mütreflerin doymak bilmez arzularına itaat etmeleridir. Ey insanoğlu, ne zaman ayağa kalkacak ve mustazaflar için mücadele etmen gerektiğini hatırlayacaksın?
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi” isimli çalışmasını bilmeyenimiz yok gibidir. İhtiyaçlar piramidinin alt basamağında en büyük kütleyi kaplayan “fizyolojik ihtiyaçlar” dururken, en üst basamağında en az kütleyi kaplayan “kendini gerçekleştirme” gereksinimi vardır.
Fizyolojik ihtiyaçlar tüm insanlık için olmazsa olmaz bir gereksinimken, kendini gerçekleştirme ihtiyacı ancak erdemli insanların gereksinimidir. Bu erdemi kazanabilmenin yolu ise çok uzakta değil. Sıkıntılı zamanlarda Rabbe yönelmek, umutsuzluğu değil umudu taşımaktır. Bu musibeti bir ayet olarak görüp ibret almaktır. Fizyolojik ihtiyaçlarımızı asgariye indirip, mümkün olduğunca paylaşmaktır. İhsanı, isarı ve infakı unutmayarak, paylaşmaktır. Sonrasında ise “bize düşen en güzel şekliyle sabretmektir.”
Sözlerimizi Rabbimizin bizlere öğrettiği bir dua ile bitirelim inşallah. “Rabbimiz başımıza bu musibetler geldi ama Sen merhametlilerin en merhametlisisin" (Enbiya 83) Allah’a emanet olunuz…