Müslüman'ın "şahsiyet" sahibi olması, "birey" olması demek değildir:1) Allah, insanı ferd-i vahit olarak yaratmıştır, O'nun huzuruna ferd-i vahid olarak gidecektir.
Allah insanı ferd-i vahid olarak muhatap alır.
2) "Din seçiminde baskı yoktur"; insan dinini seçme özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlüğü kullanma alanına o kadar sahiptir ki, kendisini yaratan Tanrı'yı dahi reddedebiliyor.
3) İnsan, rızası olmadan hiçbir anlaşmaya, sözleşmeye zorlanamaz. Eşini, işini, evini vs. şeyleri seçerken baskı altına alınamaz.
4) Kendisini aşan konularda bilginlere, müçtehitlere ittiba eder; ancak kime tabi olacağına kendisi karar verir ve yine de Hz. Peygamber (sas)'in belirttiği üzere müçtehit veya müftü her ne derse desin, o "kalbine soracak"tır. Son kararı kişinin selim aklı, adaletin ve doğruluğun mi'yarı olan vicdanı karar verecektir.
5) Hiç kimse başkasının suçunu, günahını üstlenmez.
Bu anlatılanlardan İslam bakış açısından ferdin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor, ama yine de 'birey' olduğu anlamı çıkmıyor. Batı'nın kendine özgü tarihinde, teolojik-felsefî ve sosyo-politik şartlarında teşekkül etmiş bulunan sorunlar üniverselleştirilir. Bireyin Batı'ya özgü tarihsel bir kategori olduğunu göz ardı ettiğimizde, diğer havzalarda neden bireyin çıkmadığına hayret eder, diğerlerinin gelişmemiş olduklarına hükmederiz. Bireyin hareket noktası "ne Tanrı ne efendi" düşüncesidir. Bireyin Tanrı'ya da, efendiye de ihtiyacı yoktur.
Tanrı'ya baş kaldıran Batılının tarihine baktığımızda, onu söz konusu baş kaldırıya sürükleyen iki önemli amilin olduğunu görürüz: Biri felsefî, diğeri teolojik arka plandır. Greklerde insan ile tanrılar arasında sürgit savaş vardır. Tanrılar insanın özgürleşmesini, yücelmesini istemezler. İnsan haysiyetini elde etmek için tanrılardan ateşi/bilgi gücünü çalarak elde eder. İslam'ın bize öğrettiği Allah, insanı yaratıp tesviye etmiştir; ruhundan üfürmüştür; ona isimleri öğretmiştir; meleklerin önünde secde etmelerini emretmiş; yeryüzünde halife tayin etmiş; her kritik dönemde peygamberler göndermiş ve duasını kabul edip zaman zaman tarihe müdahale etmiştir. Müslüman'ın Tanrı'ya baş kaldırması için hiçbir sebep yoktur. Böyle aziz, rahim, hâkim, merhametli bir Tanrı'ya sadece hamd edilir; baş kaldırı nankörlük (küfür) olur.
Teolojik faktöre baktığımızda, kilise öğretisine göre Tanrı İsa'da hulul etmiş, İsa kilisede bedenlenmiş, Tanrı ve din adına konuşma yetkisine sahip papalar ve din adamları insanın özgürleşmesinin önüne engeller çıkarmıştır. Kilise öğretisine göre insan doğuştan günahkârdır, güvenilmezdir; kendi gayretiyle kurtulamaz. O hem devlet tarafından sıkı bir şekilde denetlenmeli, hem kurtuluşu kendini kiliseye, gayr-ı şahsi bir varlığa adamalıdır. Doğuştan günahkâr olan insana güvenilmeyeceğinden, onun neler yapabileceğini tek tek saymak, yazıya geçirmek gerekir. İnsanın neler yapamayacağı (sınırlı yasaklar) değil, neler yapabileceği (haklar ve özgürlükler) teker teker sayılmalı, bunlar yasalara geçirilmelidir. Devlet bunu yapacaktır, nihayetinde devlet insanın günahkâr tabiatına verilmiş bir cezadır. Yunanlılardan devralınan bu felsefî miras ile Hıristiyanlıktan alınan teolojik arka plana sahip bir sosyo-kültürel ortamda insanın özgürleşmesi, onurunu yüceltmesi için özerkliğini, yani "birey" olmaklığını ilan etmekten başka seçeneği yoktur.
İslam bakış açısından insanın tabiatında iyilik ve kötülük de vardır. Günah işler ve tevbe eder. Eşyada aslolan ibahedir, eşya dünyası temizdir; beraat-i zimmet asıldır, yani insanlar temelde suçsuzdur; hüsn-ü zan esastır. Evet Adem ve Havva günah işledi, ama tevbe ettiler, tevbeleri kabul edildi. İnsana güvenilir. O halde neler yapabileceklerini değil (özgürlükleri) değil, neler yapmayacaklarını (yasakları) belirlemek gerekir. Bunlar da Adem'in 6, Nuh'un 7, Musa'nın 10 emrinde belirtilmiş; İncil ve Kur'an tarafından az bir ilave ile teyid edilmişlerdir. Belirli yasaklar (hudut) dışında özgürlükler söz konusudur.
ZAMAN