Yaşar Değirmenci / Yeni Akit
Kul hakkına dikkat!
En çok işleyip, dikkat etmediğimiz mesele; kul hakkıdır. Hak-hukuk meselesi; bilinen, azami özen gösterilmesi gereken fakat önemine rağmen hayatımıza yansıtmadığımız ahirette çok zor hesap vereceğimiz amellerimizdendir. Helâlleşmeyi; lafta bırakıp, istismar etmede, menfaatte kullandığımız için “müflis” durumuna düşeriz. Hadis-i Şerife bakalım.
“Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekatı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir. Hasenatı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenatı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır.”
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı kıyamet (ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenatı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.”
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.” (2 Bakara, 188)
“Haksızlık” diye çevirdiğimiz bâtıl kelimesi “hakk”ın zıddı olup “asılsız, gerçek bir şeyin karşılığı olmayan, kalıcı olmayan” şeklinde tanımlanmıştır. Âyette İslâmiyet’in temel bir ilkesi ortaya konmaktadır. Buna göre –aksini mümkün kılan özel bir hüküm bulunmadıkça– hiçbir Müslüman kişi veya kurum, başka hiçbir kimsenin malını, rızası olmadan veya tam ve gerçek bir karşılığını vermeden alamaz, yiyemez; hâkimin kararı da bu hükmü değiştiremez, haramı helâl yapamaz. Bu genel bir hüküm olup aslında bu hükmün kapsamına giren rüşvet yasağı, önemi ve yaygınlık kazanmaya elverişli olması sebebiyle özellikle zikredilmiştir.
Âyetten hem kazanç hem de harcama faaliyetlerinin meşrû zeminde yürütülmesi şeklinde genel bir ilke çıkmakta; haksız menfaat sağlamak, maddî veya mânevî bir karşılık elde etmek için işbaşındakilere mal (veya para) vermek yasaklanmaktadır. Bu şekilde çıkar elde etmek için yetkili kişilere menfaat sağlamaya rüşvet denir. Helâl ve meşrû yollardan kazanıp harcamayı emreden genel hükümlü başka birçok âyet ve hadis rüşvet yasağını da kapsamakla birlikte, bu âyette ve bazı hadislerde rüşvet özellikle söz konusu edilerek yasaklanmış, hatta hadislerde buna tevessül edenler lânetlenmiştir. Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek temin edilen menfaat da haramdır. Rüşvet zaman zaman bazı toplumlarda son derece ciddi, yaygın ve yıkıcı bir hastalık halini alabilmektedir. Bu hastalıktan korunmayı veya tedavi etmeyi başaran toplumların uygulamasından anlaşıldığına göre bunun için başta eğitim olmak üzere din, ahlâk, hukuk, iktisat, siyaset gibi sosyal disiplinlerin birlikte işletilmesi gerekmekte; bu illete karşı verilen mücadelenin başarılı olmasında, bir yandan toplumda sosyal adaletin geliştirilmesi bir yandan da hukuk düzeninin kurulması ve adalet mekanizmasının etkin biçimde çalıştırılması özel bir önem taşımaktadır.
Âyetten, “Gerçekte size ait olmayan bir malı elde etmek için haksız olduğunuzu bile bile onun kendi malınız olduğunu iddia etmeyiniz, bu şekilde haksız kazanma yollarına tevessül etmeyiniz, bunu dava konusu yapmayınız” anlamı da çıkmaktadır. Buna göre bir mal başka birinin hakkı olduğu halde bir kimsenin bunu bile bile kalkıp onun kendi malı olduğunu iddia etmesi, meseleyi mahkemeye taşıması, haksız olduğunu bildiği halde haklı çıkmak için hâkim önünde dil dökmesi, avukat tutması, hele rüşvet vermesi kesinlikle haramdır.
Hz. Peygamber bir hadisinde bazı insanların hitabet ve ikna kabiliyetlerinin başkalarına göre daha güçlü olduğunu, birinin bu kabiliyetini iyi kullanarak mahkemede başkasına ait bir malı kendisine hükmettirirse bu malın kıyamet gününde o kişi için bir ateş parçası olacağını ifade buyurmuştur. Fahreddin er-Râzî ayetin son cümlesinden beş farklı anlam çıkarıldığını belirterek bunları sıraladıktan sonra en uygun anlamın rüşvet yasağı olduğunu ifade etmektedir.
Kul hakkı irtikâbı insanın maneviyatı üzerinde menfi bir tesir icra eder ve çok ağır bir haramdır. İnsanların hâlis ve salih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbadetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve gözyaşı dökerek Allah’ın emirlerini ifa edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takva hayatı yaşamaya bağlıdır.
Rasûlullah Efendimizin, bizim kul hakkı hususundaki hassasiyetimizi artırmamız için buyurmuş olduğu şu sözler, ne kadar ibretli bir talimattır:
“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…” Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak:
“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu.
Sonra şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesile kıl!” (Alkame’nin annesi oğluna hakkını helâl etmeyince Peygamberimizin ateş yaktırması, cehennem ateşine atılacağını söylemesiyle gösterdiği ‘ikna örneği’ de çok önemlidir.)
Efendimizin bu emsalsiz davranışı, toplumun en alt kademesindeki bir kimseden en üst makamındaki idarecilere varıncaya kadar herkesin ibret alması gereken bir numunedir. Ne büyük bir fazilettir ki, Hazret-i Peygamber, te’yîd-i ilâhîye mazhar olmasına ve bütün masumiyetine, yani günahtan korunmuşluğuna rağmen, üstünde kul hakkı olabileceğini ifade buyurmuş ve ashabına kimin hakkı varsa gelip kendisinden almasını açıkça ilan etmiştir. Böylece, helâlleşmenin ehemmiyetine müstesna bir misal olmuştur. İnsan, bilerek veya bilmeyerek bir kul hakkına girmişse, vakit kaybetmeden ve ne pahasına olursa olsun helâlleşmeli, sonra da tevbeye sarılmalıdır. Zira dünyada utanmak ve sıkıntı çekmek, âhirettekilerin yanında çok basittir. O gün, boynuzsuz koyun bile, kendisine zarar veren boynuzlu koyundan hakkını alacak ve kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır.