Danışman-yazarlar, öteden beri kritik zamanlardaki yazıları, mülakatları, konuşmaları veya kitaplarıyla kimliklerini belirginleştirdiler. Danışman-yazarlardan Ahmet Sever’in Abdullah Gül ile 12 Yıl kitabını bir de bu zaviyeden ele almak lazım aslında. Keza başka danışman yazarlarla hesaplaşmasını da göz önünde bulundurduğumuzda bu yeni yazar kategorisinin siyasî çekişmelerin köpürtülmesindeki vazifeleri kısmen de olsa aydınlanacaktır.
Asım Öz / Dünya Bülteni
Siyasî hayatımızda danışmanların konumu dikkate alındığında zihnimizde istisnalar hariç pek olumlu imajlar oluşmaz. Keza danışmanların karar vericilere sundukları tekliflerden pek hayır gelmediği/gelmeyeceği kanaati oldukça yaygındır. Bununla birlikte günümüz siyasî/kültürel ortamının yeni olmasa da yükselen yazar kategorilerinden birisinin danışman-yazarlar olduğunda şüphe yok. Hiç şüphesiz bu yazar tipini kanaat oluşturucular arasında ele alıp bu konuda birtakım tespitler yapılabilir. Çünkü ortalık önemli ölçüde gündemi elinde tutma imkânı bahşedilen danışman-yazarlar taifesinden geçilmiyor. Elbette danışmanlık yapılan meslek erbabını sadece siyasilerle sınırlı bir şekilde ele almak memleket siyasilerine haksızlık etmek olacaktır. Sermaye grupları, odalar, sendikalar veya sanat merkezleri etrafında kümelenenler de var ki bunların hegemonya kurma sürecinde siyasîlere nazaran daha başarılı oldukları da inkârı mümkün olmayan bir gerçek.
Danışman-yazarlar, öteden beri kritik zamanlardaki yazıları, mülakatları, konuşmaları veya kitaplarıyla kimliklerini belirginleştirerek inkâr edilemez ölçüde stratejik bir geçiş figürü olmayı başardılar. Son günlerde gündemi belirleyen danışman-yazarlardan Ahmet Sever’in Abdullah Gül ile 12 Yıl kitabını bir de bu zaviyeden ele almak lazım aslında. Keza başka danışman yazarlarla hesaplaşmasını da göz önünde tutuğumuzda bu yeni yazar kategorisinin siyasî çekişmelerin köpürtülmesindeki vazifeleri kısmen de olsa aydınlanacaktır.
Bahsettiğimiz kitabın yayımlanmasının üzerinden fazla bir zaman geçmiş değil. “Yaşadım, gördüm yazdım” alt başlığıyla ancak silik bir biçimde “anı” olarak takdim edilen kitap, kısa bir zaman zarfında yalnızca bu türe özgü bir metin olmaktan çıkarak çok farklı anlamlar kazandı, kazanıyor ve görüldüğü kadarıyla kazanmaya da devam edecek. Kitap, AKP’nin 7 Haziran genel seçimleri sonunda tek başına hükümet kurnaya yetecek sayıda milletvekili elde edememesinin ardından ortaya çıkan koalisyon senaryolarıyla daha çok da AKP’nin geleceğinde kimlerin olması gerektiği şeklindeki tartışmalara odun taşımasıyla kendisine çok daha ayrıcalıklı bir yer edinerek tüm siyasî tartışmaların merkezine oturdu. Kitabın basılma zamanı hakkında çeşitli rivayetler yapıldı. Herhalde bu noktada göz ardı edilemeyecek hususlardan biri şu: AKP’ye rey veren toplumsal taban açısından, seçim sonuçlarının mağlubiyetle izah edildiği ve muhtemelen de bunun önemli bir sebebinin seçim sürecinde üslupla bağlantısına örtük/açık dikkat çekildiği bir tarihsellikte böylesi bir “anı” kitabı elbette karar vericiler açısından daha fazla karşılık bulabilirdi. Öyle ki kitap siyasî alanın tahkimine dönük rolünden ötürü günden güne artan gazete değerlendirmeleri sayesinde bir yandan çok fazla mutlaklaştırılmaya diğer taraftan da eleştirilmeye başlandı. Kitapta hasımlaştırılan siyasîler bir yana Abdullah Gül cesaretsizlikle/korkaklıkla suçlanarak bir şeylere ikna edilmeye çalışıldı adeta. Vakti zamanında Hayrünnisa Gül’ün gündeme damgasını vuran “Köşk’te intifada” olarak tarihe geçen tezvirat hatırlanabilir ki bu kitapta da yer alıyor. Hele Gül’ün “Bize yapılan saygısızlıklarla ilgili bir soru sordur” la özetlenebilecek olan kısa açıklamasından hareketle “suskunluğunu bozup konuşmaya karar verdiği” şeklindeki çıkarımın danışman-yazarda uyandırdığı “coşku” hatırlanırsa gerçekten ilginç bir durumla karşı karşıya olduğumuz son derece açık. Sever’in tarihini yanlış hatırladığı (19 Ocak diyor, s.176) veda resepsiyonunda olanları düşününce adeta ortalığı karıştırmak için seferberlik ilan edildiğini çıkarıyoruz. Esasında bunları göz ardı etmeksizin kitabın yayıncısını, fotoğraf altı yazılarını da dikkate alarak daha başka bir zeminde tartışılması gerekmektedir.
ALACAKARANLIKTA “ZAMAN AYARLI” SİYASÎ ANILAR
Siyasileri yıpratan kaset siyaseti kadar yaralayıcı bir işlevi olan “anı” kitabı Doğan Kitap’tan çıktı ki bu başlı başına önemli kanaatimce. Hem aktüel siyasî hayattaki pozisyonlar açısından hem de öteden beri işletilen yayın siyaseti açısından. Bilenler bilir, Doğan Kitap, türü farklı olsa da bu minvalde “mahalleye” dönük oldukça operasyonel yahut “zaman ayarlı” kitaplar yayımladı öteden beri, hassaten de 2000’lerde. Bu dönemin yayın siyasetinin özelliklerini belirlemek üzere Doğan Kitap’ın sitesini ziyaret edebiliriz. Bir vakitler İslâmcı/dindar/muhafazakâr çevrelerde bulunup daha sonra siyasî veya fikrî farklılaşmadan kaynaklanan fakat kesinlikle bununla sınırlı olmayan “kullanışlı” kitaplar neşredildi. Sözgelimi Mehmet Metiner, Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi(2004), Çiğdem Toker, Abdüllatif Şener ‘Adım da Benimle Büyüdü’(2008), Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Demokrasimizin Perde Arkası Nevzat Yalçıntaş’ın Yürüyüş Yolu Yazılmayan Anılar(2014) bunlardan birkaçı. Bu nitelikteki kitapların çok fazla olmasının sebeplerini arayıp bulmak ve üzerinde düşünmek lazımdır. Şöylesine yüzeysel bir bakış bile bize Türkiye’de insanların siyasî istikamet noktasında oldukça sorunlarının var olduğunu tekrar gösterecektir. Ortak paydaları gündelik siyasete teşne olmak şeklinde özetlenebilecek yukarıdaki kitapların yazarlarındaki(anlattıkları kişilerdeki) birtakım farklılıklar kesinlikle yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü bir şeylere yatkın olmaktır önemli olan, dolayısıyla bu yatkınlıktan vakti zamanında hem de kritik siyasî dönemlerde yararlanılmış olması başlı başına önem arz eden bir husustur. Elbette bunlara Fethullah Gülen odaklı kitaplarla diğer gazeteci yazarların bazı biyografi veya anı kitapları da ilave edilebilir. Daha genel bir çerçeveden anlamlandırılıp mutlaka tahlil edilmesi gereken ve 1960’lı yıllarda sola inanıp şimdi başka şeylerin mafyalığını yapanlar için kullanılan ve belli bir aşağılamayı içeren yaygın ve yakıcı sıfatı kullanmak istemiyorum ama maalesef var olan manzara bundan pek farklı değil. Okumakta olduğunuz yazının çerçevesini aşan bir sorun bu şüphesiz, ancak bunu bir kenara kaydedip ayrıca düşünmeliyiz.
Burada Ahmet Sever’in bir “anı” yazarı olarak anlattıklarının tümüyle fazla uğraşmayacağım. Eserin, yüce gönüllü cömert bir yoruma elverişli olamaması bunun başlıca sebebi. Diğer taraftan kişisel imajını geliştirmek amaçlı bir eğilimi var danışman-yazarın. Anlattıklarını hep kendi tarafına yontan, birçok kişiyi kendi pratiği için kolay lokma haline getirmekten çekinmeme tavrı, kendisini her halükarda yanılması mümkün olmayan bir havari gibi görme tutumu ilk aklıma gelenler. Hatta danışmanlık görevini fiilen yürüttüğü yıllardaki faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bunlar ortasında bir mesih gibi yücel(t)me eğilimi taşıyor. Karşıtı olarak gördüklerini de ucuz romanların karton tiplerine dönüştürme tutumu çok bariz. Dolayısıyla eserin/yazarın örtük amaçları/saklı kalmış güdülerini daima akılda tutan şüpheci yorumun kılavuzluğunun zaruri olduğunu düşünmek gerektiğinden kendimi alıkoyamıyorum. Kaldı ki, söylev sahibi müellifin ve muarız konumuna yerleştirdiği çoğu ismin hayatta olmaları ve bizzat siyasî pratiğin içerinde olduğu durumlarda bu tür metinlerin yorumlanması bir kat daha zorlaşacaktır. Ayrıca kitabın hakkını vererek değerlendirme sürecinde Abdullah Gül’ün dışında siyasî ve kültürel alanda hangi isimlerin öne çıkarıldığını da göz ardı etmemek lazım gelir. Belki de kitap, şu anki mevcut kriz durumunda AKP’ye çözüm olarak sunulan/önerilen hatta dikte ettirilen 2002-2007 arasındaki “eziklik” ile birlikte ele alınmalıdır.
Yazarın kitabını hakkıyla değerlendirmemiz için giriş kısmında bize sunduğu ölçü şöyle:
“Şimdi bu kitapta, hatasıyla sevabıyla, iyisiyle kötüsüyle, mutluluk ve mutsuzluklarıyla 12 yılın hikâyesini okuyacaksınız.
Biliyorum zor bir işe soyunuyorum. Konumum gereği tarihi ve sıra dışı olaylara birinci elden tanık oldum. Ne kadarını yazabilirim? Ya da yazmalıyım? Daha önce benzer durumda anılarını kaleme alanlarla aynı duruma düşer miyim? Doğruları, duygularımı işe karıştırmadan objektif bir şekilde ortaya koyabilecek miyim? Veya sevdiklerimi ve değer verdiklerimi kayıracak mıyım? Birilerini öfkelendirmekten çekinecek miyim? Velhasıl, omzumdaki yük ağır. Ama tarihe karşı bir sorumluluk bu.
Kafamdaki sorular yumağını bir kenara koyup doğruları, sadece doğruları yazmayı çalışacağım bu kitapta. Tek pusulam, yakın tarihimizde olup bitenleri, çarpıtmadan olanca çıplaklığıyla kamuoyunun ve tarihçilerin bilgisine sunmak olacak. Tamamıyla kutuplaşmış, her şeyin siyah beyaza dönüştüğü, gri alanların yok olduğu, herkesin bir tarafı seçmeye zorlandığı, arada kalanların iki taraftan da ‘dayak’ yediği bir ülkede yaşıyoruz. Ama benim yaşadıklarımı, gördüklerimi size yansıtmak dışında hiçbir amacım, hedefim ve beklentim kesinlikle yok. Bu kitabı okuyup bitirdiğinizde beni daha iyi anlayacağınızı ümit ediyorum.”
Bilgi, bulgu ve çıkarımlarını muhasebe maksadıyla değil, siyasetteki yeni yarılma alanları üzerinden fırsata dönüştürmek için kararını çoktan vermiş bir portre var karşımızda. Hedefinde ise herkesin bildiği bir/iki isim var aslına bakılırsa. Kardeşlik hukuku veya dava arkadaşlığı ifadelerini kullanırken sergilemiş olduğu müstehzilik tümüyle bununla alakalı. Derlenip toplanan ve kronolojik hale getirilen ne kadar olgu, bilgi varsa bunları belli çevrelerin siyasî gayelerinin hizmetine koşan bir danışman yazar hatırlayışıyla karşı karşıyayız.
SONSÖZ ÇERÇEVESİNDEN BİRKAÇ GÖSTERGE
“Yazması kolay olmadığı” özellikle belirtilen kitabın altında yatan niyet ve malul olduğu usul sorunu pek çok şeyden şüphelenmenin yersiz olmadığını ortaya koymaktadır. Esasında “sonsöz” kısmında yazılanlar, geniş bir cephede göklere çıkartılan danışman yazarın gerçekleştiremediği arzularının bir kısmını yansıtmakta. Kendisine biçtiği aracılık rolünün sekteye uğradığını “öbür mahalle” mensubiyeti mağduriyeti üzerinden tamamlayan şu cümleleri birlikte okuyalım:
“ Kitabın içeriği bütünüyle benim birebir tanık olduğum olay veya değişik kanallardan edindiğim bilgi ve belgelerden oluştu. Asında benim arzum, Abdullah Gül’ün de özellikle cumhurbaşkanlığının son yıllarına ilişkin duygu ve düşüncelerini benimle açıkça paylaşmasıydı.
Anlatsaydı, kim bilir daha neler ortaya çıkardı.
Ancak maalesef bunu gerçekleştiremedim.
Abdullah Gül’e bu kitabı yazma fikrimi açtığım andan itibaren, kendisi buna mesafeli durdu. Daha da ötesi, açıkça söylemese de tedirgin olduğunu gözlemledim. Bunun nedenini kendisi dillendirmese de ben hemen anladım.
Çünkü ben 12 yıl yanı başında görev yapmış olsam da ‘Aynı mahallenin insanı’ değildim. Kendi mahallesinde, ‘Ahmet Sever’e kitap yazdırttı’ denilmesini ve bunun istismar edilmesini, kendisine karşı bir saldırı vesilesi olmasını istemiyordu.”
Gündem belirleyen kitapta yer alan bu ifadelere, Abdullah Gül’ün iki gün evvel yapmış olduğu “gecikmeli” yazılı açıklama ışığında artık başka bir gözle bakılmalıdır. Bu açıklamanın yapılabilmiş olması bile eser etrafında oluşmaya başlayan durumun önemli ölçüde şirazesinden çıktığına delalet eder. Dönemin devlet ricali arasındaki rekabetin danışman-yazarın perspektifinden yansıtılma biçiminin altında yatan psikolojik itkilerin daha derin bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Aslında Sever’in “Daha önce benzer durumda anılarını kaleme alanlarla aynı duruma düşer miyim?” sorusuna bir nebze de olsa cevap verilmiş oldu iki gün önceki açıklamayla. Ayrıca bu açıklama Süleyman Demirel’in basın danışmanlığını yapan Cüneyt Aracyürek’in Demirel’li Yıllar kitaplarıyla içine düştüğü durumu akla getirdi.
Ahmet Sever adının ve özellikle de “anı” kitabının etrafında Hürriyet röportajından sonra oluşturulan bilgiye dayanmayan hava bir anda dağıldı. Yazar için “kraldan çok kralcılık yapmak” ifadesi rahatlıkla kullanılabilir. Kendi görüşlerini, izlenimlerini Abdullah Gül’e mal etme taktiği şimdilik hedefine ulaşmadı galiba. Memuriyeti sırasında “müsaade edin sizin yerinize ben konuşayım” diyebilen bir basın başdanışmanının artık o konumda olmadığı da düşünülebilir. Kimler hangi niyet ve amaçla bu kitabı Doğan Kitap’tan yayımlattı orası bilinmez. Fakat gündemin sadece geçmişte olup bitenlerden ibaret olmadığı kesin hatta kitabın birilerine Batı’yı hatırlatma yanında başkalarına yeni bir siyasî hareket için yol önermeye gayret eden havasından da bahsedilebilir. Acaba kitabın sonunda yer alan mahallesizlerin oluşturduğu mahalle üzerinden yeni bir siyasî oluşum mu gündeme gelecek? Herkes kitabın AKP tarafındaki etkilerine o kadar yoğunlaştı ki, diğer taraflara ne dediğine bakan yok. Oysa Sever’in 2002 seçimleri öncesinde siyasî hayatının başlangıcında Yeni Türkiye Partisi deneyiminin bulunduğunun hatırlanması bir miktar faydalı olabilirdi. Kitabın kapak fotoğrafıyla sonuç bölümü bu konudaki zanları arttırmaya müsait. Bu bağlamda, seçim öncesi yayımlanması düşünülen kitabın “gecikmişliği”ni sadece alelâde bir kişisel/”patron” tavsiye(si)nin tutulması şeklinde değerlendirmek çok yüzeysel bir yorum olur.
Kitaptaki bilinçli/bilinçsiz çarpıtmalar, dolaylı anlatımlar, ironiler, kinayeye vurma ve benzeri söylem stratejilerini dikkate alan bir okumanın yürütülmesi farzdır desek abartmış olmayız. “Anı” olarak anlatılanların/sunulanların inşasından ziyade maskesinin düşürülmesi esas olmalıdır. Niyet ve hâsıl olan netice bir yana, Ahmet Sever kitapta öne çıkardığı sol liberal yazarlar üzerinden belli noktalarda aşınmaya yüz tutan hegemonyaya önemli katkılar yapıyor. Pek çok farklı sanatçıya verilen Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülleri çerçevesinde Yaşar Kemal ve Ahmet Kaya ikilisinin öne çıkarılması bunun ufak bir göstergesi. Oysa ödüle layık görülenler arasında mağduriyet noktasında bu isimlerle aynı kaderi paylaşan fakat bu cenaha dâhil olmayan isimler de vardı. O yüzden hatırlananlar kadar hatırlanmayanlar üzerinde durulması da gerekmektedir.
Sever’in, 2012 yılından itibaren özellikle de Ruşen Çakır’a verdiği röportajdan sonra köklü ilişkilerinin olduğu cenahta daha çok parlatılmaya başlandığı açık. Her ne kadar kendisi bundan dolayı çok sıkıntı yaşadığını belirtiyorsa da doğrudan isim zikretmediği için bunun getirdiği onanma durumunun her halükarda daha fazla olduğunda şüphe yok. Onun danışman olarak kazandığı itibar üzerinden Abdullah Gül’e yakıştırılan imaj öyle bir yerleşti ki, “öbür mahallede” övgü düzülmeden kendisinden söz edilemez oldu. Cılız kitapta öne çıkarılan, takdir edilen hatta övülen yazar, internet sitesi vb hususlar yanında özellikle fotoğraf altlarında yer alan birer cümlelik yazılar, danışman-yazarın kişisel gelişim elemanına dönüştüğünün delili. Gelgelelim yazar bunun üstünü örterek yazdıklarını hubris kişiliklerde görüldüğü üzere tarihe sorumluluk nesneciliğiyle sunduğuna inanılmasını bekliyor. Yalnızca 2012 sonrasında adı en çok geçen Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Can Dündar gibi yazarları anmakla yetinelim. Bu yazarların 1960’ların ortalarımdaki şımarık ve cüretkâr sol-Kemalist üslubun yeniden baskın hale gelmesindeki rolleri tesadüfî olmasa gerek. Ne var ki, bu ve benzeri yazarlar karşıt kutba yerleştirdiklerinde gizli bir hastalık varmış ya da onu cerrah bıçağıyla iyi etmek istermiş gibi her an operasyona hazır kıta beklemektedirler. Hele boy hedefi haline getirdikleri cumhurbaşkanı düşünülürse mesele biraz daha belirginleşecektir. Zaten kitapta yazarın “muktedir” Recep Tayyip Erdoğan karşıtı yazarlarla söylemsel irtibatı neredeyse kanıtlanmayı gerektirmeyecek derecede bir yoğunluk sergiliyor. Ona atfedilen tüm olumlu siyasî gelişmeler Abdullah Gül’e; iç ve dış politikada sıkıntı doğurduğu düşünülen gelişmeler ise Recep Tayyip Erdoğan’a mal ediliyor. Böylelikle yazar, danışmanlığı döneminde dolan psikolojik bataryalarını başka gazeteciler üzerinden de boşaltma imkânı elde ediyor. Dolayısıyla yazarın “hiçbir mahalleye ait olmamak” üzerinden kurmaya çalıştığı anlatı hiç de gerçekçi değil.(Acaba bununla kastedilen çokluk mu diye de düşünmedim değil!) Kaldı ki siyasî arenada olup bitenleri sadece bunun üzerinden izah etmek zayıf bir kültürelci okuma olur. Elbette Doğan Kitap’tan çıkan Mahalle Baskısı (2008) kitabından bu mahallesizlik anlatısına doğru evrilişin ideolojik ve söylemsel açıdan ne anlama geldiği konusu, kuşkusuz, yorumcular/eleştirmenler tarafından çözümlenmelidir. Belki de kitapta anlatılanların siyasî işlevini anlamanın en iyi yolu bu hususu göz önünde tutan bir yaklaşımı takip etmek olacaktır. Elbette bu anlatının Gezi Parkı olayları sonrasında kazandığı anlam da ihmal edilmemelidir. Nitekim kitabın son kısmında ve ekler bölümünde bu olayın belli noktalarda merkezi bir yerinin olduğu görülmektedir. Belki seçim sonuçları bir yönüyle Gezi Parkı olaylarının başarısı olarak da değerlendirilmektedir danışman-yazar tarafından.
Şu hususu ifade etmekte fayda var: Bu kitap başlı başına inceleme konusu yapılmayı hak ediyor ancak bu incelemenin hangi dalda yapılacağı büyük bir sorun. Sever’in anlattıklarına “karşı- anılar” yayımlanıncaya kadar tartışmasız bir biçimde itibar edenler olacaktır muhakkak. Kitapta ne söyleniyor, sorusunun cevabını bulmak için Şimon Peres’in de yer aldığı fotoğrafın yan tarafında yer alan “Türkiye’nin rolü bir zamanlar böyleydi” cümlesi çok şey anlatmakta aslında. Kitabı ortaya çıkaran takıntılar, fikirler ve haleti ruhiye ancak bu cümleyle tanınır, kavranır kanaatindeyim. Fotoğraflar ve altındaki yazılar okunduğu zaman on iki yıllık dönemin tartışma gündemine dâhil edilişinin çok ilginç bir topografyası çıkarılabilir. Zaten bir anlamda değişik siyasî öbeklerin kitabın kendilerine gösterdiği istikameti alkışlamaları da bunu göstermektedir.
Nazik ve özenli gibi görülen danışman-yazar üslubun altında Necip Fazıl’ın kulis faaliyetlerini yermek için kullandığı stratejinin yattığı son derece açık. Yazar, 2002 sonrasındaki önlenemez siyasî yükselişi anlama ve açıklama girişimlerinin merkezine sadece bir kişiyi yerleştiriyor. Hoşgörü ve uzlaşma arayışı üzerinden başka siyasilerin bazen doğrudan bazen dolaylı bir şekilde “liyakatsiz ve beceriksiz” olarak nitelenmesi ne acı değil mi? Siyaseti hayli karmaşık bir ilişkiler ağı olarak görmektense sadece bir aktörün elini güçlendirmeye odaklanmış bir kitaptan söz ediyorsak durum gerçekten de hiç şaşırtıcı değil aslında. 2012’deki röportajıyla edindiği medyatikliği iki yüz küsur sayfalık kitabıyla daha da arttıran danışman-yazarı anlamanın başlangıç noktası tam da burasıdır, diyelim ve bitirelim.
Ahmet Sever, Abdullah Gül ile 12 Yıl Yaşadım, Gördüm, Yazdım, Doğan Kitap, 2015, 208 sayfa [dizin ve boş sayfalar dâhil]