Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyeleriyle Yüksek Seçim Kurulu, ülkemize, toplumumuza bir yeni heyecan daha yaşattı. Şimdilik bir ölüyle kapatmışız gibi duruyor ama burası Türkiye, hiç belli olmaz.
Bu ülkede bazı işlerin, olayların oluş biçimi öylesine tuhaf ki, uzaktan bakarak, ne kadar iyi izlemeye çalışırsanız çalışın, nasıl olduğunu anlamanız mümkün olamıyor. Anlamak için sizin de işin içinde olmanız ve olayın seyrini adım adım izlemeniz, söylenen her şeyi kendi kulağınızla işitmeniz gerekiyor.
İşte şu son olay: Sırrı Sakık, “Bütün ayrıntıları konuştum,” diyor. Ama herhangi bir uyarı almamış, “Şurası eksik” diyen olmamış. Peki, bu nasıl oluyor? Bu kurul, önceden gizli bir oturum yaptı, “Sakık’a bir şey belli etmeyelim” diye karar mı verdi? Olayın gidişatına göre buna benzer bir şey olmalı –yani, işin bir mantığa oturabilmesi için öyle olmalı. Ama orada değilsiniz, bir şey bilmiyorsunuz, onun için bir şey söyleyemezsiniz de.
Peki, bu kurul bunu yaptı. Ortalık birbirine girdi. Girmeyip de ne olacaktı? Vetoyu yiyenlerden biri, “Evde ütüler kalmıştı, bari gidip onu bitireyim” diyecek, öbürü “Ben de gidip balık tutmayı aklımdan geçiriyordum” diyecek, “Haydi, görüşürüz” deyip kendi yollarına mı yürüyeceklerdi? Ortalığın birbirine gireceği belliydi. Herhalde bu kurulun üyeleri de bunun farkındaydı. Üstelik, her geçen gün biraz daha birbirine girecekti.
Gene mantık, bunun öyle olsun diye düşünülmüş bir şey olduğunu fısıldıyor insanın kulağına. Ama arkası da öyle gelmiyor. “Kâğıtları getirin, sizi içeri alıverelim” diyorlar. Bir kişi mi ne kalıyor, dışarıda.
E, herhalde ona komplo olsun diye de yapılmadı bütün bunlar!
Gene aynı sorun. Orada olmadığımız için, kimin kime ne söylediğini bilmiyoruz; böylece, ne oldu da böyle oldu, anlayamıyoruz.
Ama sanki, hele böyle gergin bir “seçim arifesi” atmosferinde, oradan oraya gidip gelen, oralarda birilerine bir şeyler söyleyen birileri var.
Böyle bir olayda, bakıyorum bütün BDP’liler, “Bu işi hükümet yaptı” diyorlar. Tv’de çeşitli kanallarda bunu dinliyorum, dergilerde bunun yazıldığını okuyorum. Hem de, “hükümet yapmadı diyenin gözünü patlatırım” üslûbuyla. Düşünüyorum, hükümetin bunu yapması için mantıklı bir neden göremiyorum, bulamıyorum. Tv’de o cenahtan birilerini de görüyorum, sıkkın, endişeli.
Anlaşılıyor ki BDP ve onu var eden kesimler AKP ile hesap görmeye karar vermişler. Bu, kolay kolay değişecek bir karara da benzemiyor.
Bütün eleştirilerime rağmen, Türkiye’nin “Kürt sorunu”nu çözmeye en istekli ve en yatkın siyasî çizginin AKP’ninki olduğunu görmeden edemiyorum, bunu görünce bunu söylemeden de edemiyorum. Bir süreden beri Kürtler arasında egemen bir mantık “Bu işi buraya getiren ‘TC devleti’ olduğuna göre, biz bu işi çözeceksek devletle çözmeliyiz” diyor. Bunu son derece yanlış buluyorum; analiz doğru değil, bir çözüm doğrultusu olarak da yanlış. Kaldı ki, çözümün nihaî mercii devlet olsa bile (Türkiye gibi bir yerde bu ihtimal geçerli tabii), onun dahi böyle bir şeyi birlikte yapmak için hükümete ihtiyacı var. Hükümete karşı bir “kan davası” ilân ederek, ne çözülecek, nasıl çözülecek, anlamıyorum.
Tekrar edeyim, ne olduğunu, ne bittiğini, içinde olmadığım için anlamadan ve şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek seyrederken, ciddi bir varta atlattığımız hissediyorum –“atlattık” demekte umarım aceleci davranmıyorum. Bu kararla, savaşın mutlaklaşması sürecine girebilirdik. Bir uçurumun kenarına farkına varmadan yaklaşır gibi yaklaştık oraya, belki biri el edip çağırdığı için, ama sonra ne olduysa oldu, bir adım daha atıp düşmedik.
Ama çok tuhaf bir hayat şu yaşadığımız. Bu olayla ilgili birçok kişi “tuzak” kelimesini kullandı. Bu kadar da “tuzak” dolu bir hayat olmaz ki.
TARAF