Ara ara dillendirilen bir şikayet konusu var Türkiye'de. Farklı cenahlardan farklı periyotlarla geliyor, dil üstünde kaydırmaca-altından bakla çıkarmaca yoluyla gündemlerimize düşüyor: "Ezandan rahatsız oluyoruz."
Şekva skalası da o kadar geniş ki; entelektüelliğin izharı, dindar olunmadığının belgesi, AK Parti'ye karşı duruşun tescili, jakobenliğin ve Kemalistliğin tebligatı hatta modern hayatın belirteci olarak, kullanışlı bir 'hak arama' manivelasına dönüşebiliyor "ezan rahatsızlığı" söylemi. Değil mi ki dindendir; değil mi ki rahatsızlık verme potansiyeliyle bir modern kutsal olan 'bireyin hak ihlali' tanımı içine alınabilir; değil mi ki Cumhuriyet'in sarmaş dolaş olmadıkları arasındadır. Artık veryansın, tariz, kinaye gırladır. Artık dine, ezan üzerinden vur-kaç mübahtır, hatta gerektir, şarttır.
Gerçi, ezanın "uyku bölünmesi" ve "anlaşılamama" gibi kalemlerden ötürü bünyede rahatsızlık yarattığı söylemi; "ay kamuya açık WC'lerin lavabolarında abdest alıyorlar" küstah üstenciliğiyle kıyas kabul etmeyecek kadar makul durmuyor değil.
Ama bu, fikrini açıkça ifade etmektense, "Ezan Türkçe olsaydı, ne kadar mesut olurduk" kılıfında bir mukavemet stili geliştirenlerin samimiyetinden şüphe etmemeyi de gerektirmiyor. Neden? Sözgelimi en basitinden bir Tom Waits'in, Cohen'in ayılıp bayıldığı ama düpedüz "bet" olan sigaralı sesini rahatsız edici bulmayıp, hepsi İngilizce şarkı sözlerini ayin gibi, dua gibi, mistik salınımlarla eşlik ederek terennüm ettikleri, "Sözlerini anlamıyoruz, illa Türkçe olsun" gibi bir çıkıntılığı ise akıllarının ucundan geçirmedikleri halde, aslında hiç umurlarında olmayan ezanın Türkçe okunması konusunda gösterdikleri hassasiyet ve cevvaliyet dikkat çekmeyecek gibi değil çünkü.
Bu noktada "Ama ben onu seviyorum, bunu sevmiyorum" demek de mantıklı hitam için yeterli karine değil; çünkü iş sevip-sevmemeye dayandığında bunun "kime göre sevmek" gibi arapsaçı bir noktaya evrilmesi sözkonusu ve bu noktadan sonra katımda ezan sesi sustuğunda hakikaten "mutsuz" olacak milyonlarca insanın "sevmesi", en az "sevmeyenlerin" reyi kadar değerli.
Geçelim. "Beni ırgalamayan bir çağrı için sabahları neden uykum bölünüyor" diyen ve dinle filan işi olmadığını açıkça beyan ettiği için, "Türkçe ezan" talebine göre, görece daha insani, dolayısıyla daha saygıdeğer görünen teze gelince; evet "birey hak ve hürriyetleri" noktasından bakıldığında, modern toplumsal yaşamda bireyin ötekine saygı kuralları çerçevesinde mazur görülebilecek ve haklılığı tartışılabilecek bir şikayet gibi görünüyor. Ama sadece görünüyor.
Çünkü; bırakın ezanın tüm dünyanın tüm İslam toplumlarında uygulanan ve Türkiye dışında hiçbiryerden çatlak ses çıkmayan kadim bir ritüel olmasını; Batı'ya döndüğümüzde de manzara değişmiyor. Bugün 'insan hakları' kavramının bizzat ebesi olan, yoldaki arabaların korna çalması konusunda bile şeffaf bir takım usul kaideleri geliştirmiş, yürürken dik dik insanın yüzüne bakmamak konusunda bile saygı teamülleri kurmuş ve tahminimce nüfusuna oranla 'ateist vatandaş' rakamı Türkiye'dekinden çok daha fazla olan Batı toplumlarında; Pazar günleri insanlar hala neden tangır tungur çan seslerine uyanır, bilen var mı? İstirahat günlerinde, insanlar ibadet çağrısı duydukları anda neden tüyleri diken olup ters U'ya dönüşmüş kedi yırtıcılığında hak taleplerine sardırmazlar? Bizi fersah fersah aşmış 'hak arama geleneği'ne rağmen hem de, neden "kaldırın şu çanları" demezler?
Evinin tam önünde bir ilkokul varsa ve zillerle çocuk gürültüleri arasında her sabah uykusunun köküne kibrit suyu dökülüyorsa; caddeden geçen minibüslerin kornalarından helak kıvamına ermişse; üst komşusunun sürekli ateşlenen bebeğinin ağlamalarından artık "illallah" getirmişse; "kaldıralım tüm okulları, arabaları" mı demesi gerekir insanın? Gözaltı torbaları suçlusu bebeği "uyku özgürlüğüme göre beni rahatsız edemezsin" diyerek alıp, camdan aşağı fırlatması mı lüzum eder? Sanmıyorum.
Külfetse eğer bu külfete, Ezan-ı Muhammedi'nin sembolik bir anlam iletkeni olduğu ve -elbette çalar saatler komodinin hemen üstünde ama-; bu topraklarda bin yılı aşkın süredir günde beş vakit tekrarlanarak, lafzi ve ruhi ontolojisiyle milyonların manevi iç motivasyonunu harekete geçiren bir dinamik olduğu; saflarının sıklığıyla övünçlü bir kutsal öğretinin ortak ibadet şifresi olduğu gibi noktaları ıskalayarak bakanları, samimi bulamam. Samimi bulabilecek olduklarımı ise, kendi 'ben'ini düşünmekten ve şahsi, seküler ihtiyaçlarına kilitlenmekten bir an başını kaldırıp, başkalarının da kah toplumsal, kah manevi ihtiyaçlara sahip olabilecekleri ihtimalini görmeye fırsat bulamamakla itham ederim. Hele de aynı 'uykum bölünüyor' girişinin altında, "Türk Milletinin Dokusu'na inanıyorum" gibi bir cümle kurarak, elitist-jakoben yaklaşımı toptan reddeden bir perspektifi sahiplendiyse…
Batı'nın elimize tutuşturduğu hak ve hürriyetleri referans alarak modern taleplerde bulunan ve bunları içinde bulunduğu çevrenin sesine kulak asmadan analitik ve buz gibi anlayışsızlıklarla dillendirenlerin; bunu yaparken milyonlarca insanın iç huzur şartlarını, taleplerini ihlal ettiklerine uyanmalarını, isterim.
Bu ülkenin, entelektüelim diyen ve ardından mutlaka dinle başının hoş olmadığını belirtme ihtiyacı duyan aydınlarıyla, resmi ideolojisiyle; bu toplumun arası biraz da yu yüzden açık işte: "Ben, tek kişilik tatmin sürecimi yaşayacağım ve sen kendini unutacak, benim tek kişilik önceliklerime tabi olacaksın" ısrarından, icbarından… Tahammül etmek ve tahammül görmek varken, "Ben varsam, sen yoksun" inadında ayak diremekten… Başka değil.
YENİ ŞAFAK