Doğduğum ve bir müddet yaşadığım kasaba Türkiye-Suriye sınırının orta kısımlarına denk düşebilecek bir noktada ve yaklaşık olarak, sınırın on-on beş kilometre kuzeyine düşüyordu.
Ki bu sınır, aynı kaynaktan beslenen, yüzlerce yıldır o kaynağa yönünü dönmüş olan ümmetin ve özellikle de Ortadoğu halklarının coğrafi, kültürel, iktisadi ve kültürel olarak yaşam alanlarını daraltma, yok etme anlamına gelen bir emperyal antlaşma kabilinden bizlere dikte ettirilen 1924 tarihli Ankara Antlaşması sonucu oluşmuştu.
Akşamın alaca karanlığı bastırdığında kasabanın sınıra yakın belli noktalarından öte yakada paldır, paldır yanan ışıkları görebilirdiniz. Ki, o zamanlar kasabada elektrik henüz daha birçok evde bile yoktu! Lambalarla, fanuslarla, mumlarla ve lükslerle aydınlatma sağlanıyordu.
Karşı tarafın ışıkları da bir yığın eşya ve olgu kabilinden sınırın kuzey tarafında yaşayan Kürt nüfusu ‘ışıltılı ve abartılı’ aslında ise var olmayan sanal bir hayata, iştiyaklı hale getirmekti! Ki, işin aslına bakılırsa oranın Kürtleri vatandaşlığa daha düne kadar layık görülmemişti bile…
Bir söz vardır, bilirsiniz; “yarası olan gocunur, ya da yarası olanın yarasını kaşırlar” Bu söze uygunluk içerisinde bir zamanlar Sovyet uydusu olan Suriye Kendi Kürtlerine vatandaşlık vermediği halde yıllarca üstü kapalı bir şekilde Türkiye’nin kendi Kürt vatandaşının var olan sorunundan, sorunlarından özellikle mayınlı alanlarla iç içe yaşama olgusundan yararlandı, durdu.
İşte Suriye bu minvalde sınırın her iki yakasına sıkışıp kalmış olan Kürtlerin ekonomik faaliyetlerine katkı(!) sadedinde ve soğuk savaş döneminin şartlarını da usulüne uygun kullanarak, Türkiye’ye karşı ilan edilen bir ekonomik savaşın sarhoşluğuyla kuzeyin Kürtlerini yanıltmaya çalışıyordu. Yani ‘haline bakmadan Hasan dağına oduna gidici’ bir psikolojik hal içre yaşıyordu.
O dönem tüm komşularımız gibi Suriye’de bizim düşmanlarımızdandı! Ulusalcı, Türkçü Kemalist konsept, öyle uygun görmüştü! Etrafımız düşmanla ve dönem, dönem harlanarak yanan bir ateş çemberiyle sarılıydı! Ateş çemberi içerisindeydik, yapılan yaygaraya baktığımızda. Milli güvenlik ve vatandaşlık bilgisi ışığında ha bire aydınlatılıyor, uyarılıyor ve zinde tutuluyorduk!
Bu konsept karşısında bulunan Suriye de bize savaş ilan etmişti. Hem de ekonomik savaş! Eti ne, budu ne diye bakmayın, bu bir savaştı, o savaşta taraf olanlar açısından. Düşünende bu savaşın günümüzde artık bolca karşılığı bulunan bilgi teknolojilerinin transferi, ele geçirilmesi gibi sebeplerle süren bir dili olduğunu anlayacak. Altı üstü ise kuzeyli Kürt köylüsüne pek de ciddi bir getirisi olmamış olan, yorucu, zahmetli, kanlı ve terli bir ticaretti, sonuçta. Oyun, koyun, kuzu, halı, puşu, bazı Avrupa ve Amerika malları vs. ürünlerin kaçak yollarla alınıp satıldığı, tedarik edildiği bir ticaret şekliydi, o kadar…
İşte bu ekonomik savaşın çehresi haliyle kaçakçı baronlarını, bu ticaretten ‘adam akıllı’ nemalanmasını zaman içerisinde yol ve yordamıyla birlikte öğrenen ve akabinde de uygulama safhasına geçen ve erden karakol komutanı olan rütbeli askere kadar bir yığın ‘çürük elma’ kabilinden sınırda vatan müdafaası yapan(!) askeride maddi olarak çimdiriyor, ihya ediyordu!
Ki, o dönemlerde asker ve sivil bir yığın bürokratın, memurun ve hatta görevi eğitimcilik olan öğretmenlerin bile Güneydoğu’ya, kasabaya vs. geldiklerinde ağladıkları vaki olurdu. Birde giderken…
Hatta bu iki ağlama dönemini birleştirdiğimizde “gelen ağlar, giden ağlar” kombinezyonu sağlamış olurdu. Şimdi sormak gerekir, neden ama? Bu zevatın önemli bir kısmı mahrumiyet bölgesine vasıl olduklarından ötürü ilk fasıl ağlarlardı. Sonra ise gidecekleri, atamalarının yapıldığı yerlerde ne sınır vardı, ne sınır ticareti, ne o arpalık! Demek ki ağlamaları matematiksel ve ekonomikmiş! Öyle, vatan sathının savunulmasından değil!
Buna bağlı olarak hemen her köyde emeğinden başka maddi gücü olmayıp ta bu sınır ticaretini bizzat yürüten, kan-ter içerisinde hamallığını karın tokluğuna yapan topraksız köylüler. Ama güneydeki soydaşlarına karşın vatandaşları idiler, yaşadıkları ülkenin, devletin…
Bu topraksız Kürt köylüsü ardı ardına patlayan mayınlarla kolları, bacakları ve de en önemlisi umutları her daim yok olmaya mahkûm olmuştur.
İşte, ekonomik savaşın değişik veçhelerden insani boyutu, dramı ve trajedisi…
Özal dönemi sınır ticareti
Özal dönemiyle birlikte klasik bir ticari faaliyet olarak tanımlanan kaçakçılık devletin ortaya koymaya çalıştığı kanunlar çerçevesinde iki taraflı olarak resmi hüviyete büründürülmüştü.
Bu kez de ‘ekonomik düşman’ PKK’ye sağladı söylenen imkânlardan dolayı, bölücülüğe prim veren bir ‘siyasal düşman’a tahvil olmuştu. Şam ve Bekâa arasında gidiş, gelişler söz konusuydu, artık…
Nihayet 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yapılan –uluslar arası- baskılar neticesinde derdest edilip Türkiye’ye teslimi, tarihi düşmanı dost kılıvermişti. Akabinde Hafız Esed’in vefatı ve değişen konjönktür sonucunda Türkiye-Suriye yakınlaşması çerçevesinde ilişkiler normalleşme sürecine girmiş, ikili ilişkiler karşılıklı olarak başlamıştı.
ABD’nin Ortadoğu siyaseti mucibince ‘şer ekseni’nde görmek istediği, ya da öyle bir görüntü veren Suriye bu sayede Türkiye’ye yakınlaşmış oluyordu. Her ne kadar her iki ülkenin ortak bir kültürü ve anlayışı olsa da batıya, farklı yönelimler açısından oluşan askeri eksenler gibi kalıcı ve geçici sebeplere rağmen Ak Parti hükümetinin kol, kanat germesi sonucunda, neredeyse iki ülkeyi kapsayan bir federal yapıdan bahsedilmeye başlanmıştı.
Ak Parti sürecinde…
Var olan konjönktür ve oluşan havanın neticesinde genelde tüm medyada, özelde de İslamcılıktan muhafazakârlığa kayan iktidar medyasında, çok mu çok iyimser havalar esmeye başlamıştı.
Örnek vermek gerekirse; gazeteci İbrahim Karagül’ün Ortadoğu/Suriye eksenli analizlerine ve yine bir gazeteci olan Hakan Albayrak’ın da aynı konularla ilgili analizleri heyecanlandırıcı, birazda umut(!) aşılayan, veren yazıları bu işin, iyi pişirildiğini ve servis edildiğini gösteriyordu.
İbrahim Karagül’ün tahlillerinden yola çıktığımızda Karagül’ün Ortadoğu’nun değişen dinamiği ve Suriye özelinde var olan hareketliliğe rağmen Türkiye kamuoyunda Suriye istihbaratının adamı olduğu söylenen Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahli’nin penceresinde olaylara baktığı ve Mahli’nin daha düne kadar Tv net’te Karagülle birlikte program yapması en hafifinden söylersek bir akıl tutulmasının vaki olduğunu gösterir. İyi niyetlerle, heyecanlarla, olayın sıcağı sıcağına kaleme alınan yazılar, makaleler bu akıl tutulması karşısında mazur karşılanabilirdi.
Mazur karşılasak da gerek heyecanla kotarılmaya çalışılan çabaların yanında, bir istihbarat elemanı ile birlikte ve adeta gözümüzün içine baka, baka, neredeyse hiçbir şey olmamışçasına program yakmak, benim gibi bir fakiri umutlandırmıyor, aksine üzüyordu! ‘neden?’ derseniz; etnik kökenlerimiz hiçte önemli olmadığı halde, orada nice akrabalarımız, soydaşlarımız, yetmedi, Müslüman kardeşlerimiz vardı! Türk, Kürt, Arap, Çerkez vs.
Onların önemli bir kısmı ya salt inancından, ya da kavmi kimliklerinden dolayı olsa da Heteredoks bir aile azınlığı tarafından onlarca yıldır sistematik olarak katlediliyorlardı, malları, mülkleri ‘devletlilik’ bahsiyle ellerinden alınabiliyor, ya da tümden bir yok oluş sürecine itiliyorlardı.
Bu işin kılıfı da baba Esed’den, oğul Esed’e kadar aynı minvaldeydi; güya Nusayri/Alevi azınlıklar dışında kalan kesimler –özellikle de Sünni Müslümanlar- devletin sosyalist sistemine! karşı çıktıkları, her açıdan toplumsal yapıyı, işleyişi ve en önemlisi de huzuru bozduklarından dolayı terörist idiler, ya sus(turul)ma, ya da şimdilerde olduğu gibi tedip edilmeliydiler!
İroni yapıp söylersek eğer; Sovyetler sonrası Suriye rejimine ‘ne pahasına olursa olsun’ kol kanat geren İslami İran’ın(!) molla taifesi onlarca yıldır sürdürülen katliamlara, zulümlere karşı çıkmayışını, yer, yer sessiz kalışını, hatta bu yolla o ne menem Şii eksenini ısrarla savunması, ona hayatiyet kazandırma çabalarını, Sünni –çoğunluk- bir iktidardan ziyade Esedlerin sosyalizmini matah görüyordu, anlaşılan; “şıracının şahidi de bozacı olurdu” örneğinde vurgulandığı.veçhile O illetli tarihsel hınç ve kinin beslediği heteredoks ortaklık! Onu, varsın, zevale erip, bir inkılabla yıkılacakları güne kadar, tepe, tepe kullansınlar! Ama unutmasınlar ki, “Zalimler, nasıl bir inkılâbla yok olacaklarını göreceklerdir!” (ayet)
Sıfır sorunlu ilişkilerden Arap baharına…
2000’in başından buyana ABD’nin kendi şekillendirdiği yeni bir ‘şer ekseni’ içerisinde gösterilen Suriye yönetiminin Ak Parti iktidarının ‘komşu ve kardeş ülkelerle sıfır sorun’ koşulu sonucunda bir nevi Amerika’dan esirgediği mazlum Suriye(!) Tunus’tan, Suriye’ye kadar koca bir coğrafyayı saran ve temelinde özgürlük vs. talepler olan Arap baharını kendi azınlık geleceği açısından tehlikeli ve haince(!) bulmuş olmalı ki, o meşru talepler Hama’dan, Der’a’ya; Lazkiye’den, Deyr-i Zor ‘a kadar kanla, tank paletleriyle ve destek aldığı söylenen Şii milis güçleri sayesinde –İran devrim muhafızları, Lübnan Hizbullahı vs.- tepelenmeye halen de devam ediliyor!
Bir anlık, Libya politikasında görünür bir yara alan Türkiye’nin komşu ülkelerle ‘sıfır sorun’ olgusu Ak Parti hükümetinin bütün çabalarına rağmen mazlum ve sahipsiz(!) Esed ve şürekâsının özgürlük taleplerini hiçbir mantık, siyaset ve ahlak ölçüsünün asla kabul etmeyeceği bir oranda bastırmaya çalışması sonucunda belirginleşiyordu.
Görünürde İran’dan ziyade yaklaşık on küsur yıldır bizzat Erdoğan’ın gerek resmi ve gerekse de kendi özel çabaları neticesinde Türkiye limanına demirlediği gözlenen Esed yönetimi, birden gulatlık üzerinden ve aynı zamanda da zimni olarak Şii eksene sarıldı. Türkiye şöyle dursun, ama kapı gibi arkasında duran İran, Lübnan, Hizbullah, BM’deki vetoyla Rusyanın Çin’in etkisi hissedecek! Ama ya deniz biterse, hangi limana demir atılabilecektir, sormak gerekir!
Şii eksen ve geleceğimize dair…
Öteden beri işlenen bu Şii ekseni mevzuu başta İran’ın olmak üzere Şiisel hinterlandının da ilgi alanında bulunmaktadır. Bunun en belirgin izi Saddam sonrasi İran’a düşman olduğu bilinen, ABD’nin 2003 işgali sonrasında bir değişikliğe uğrayan Irak’ın İran diplomasisi sonucunda İran’ın ve dolayısıyla da Şii eksenin merkezine oturdunu biliyoruz…
Bu ekseninde görünürde en önemli engeli de Sünni çoğunluklu Kürt federe devleti ve Kandil dağı! Bu iki engel olmasa idi, İran, Irak, Suriye ve Liübnan dörtlüsü Akdeniz’e kucak açacak ve Türkiye’yi güneyden markaja alacak oranda dünya siyasetinde önemli bir yer işgal edeceti! Hemen her şey bu tabloya bakıldığında İslam kardeşliği, ümmetin birliği ve adalet kriterinden ziyade mezhep saplantılı ve devrimi boşlayıcı gelenekçi olduğu kadar da gerici -mehdi beklentisi- bir çaba! hükmünü ortaya koyduğu oranda İran’ın –temelde kültürel anlamda Şii ama- mehdici ve baskıcı olmayan yeni entelektüel yüzüyüzle birlikte Suriye halkının barışçıl protestolarında haykırdıkları ‘vahded’ vurgusu sonucu Nusayri zulmü de elbet bir gün sona erecektir!
Sınır komşusu olması hasebiyle aralarında var olan akrabalık bağları bile Suriye’ye, İran’dan ziyade Türkiye’nin el atması, ilgilenmesini gerektiriyordu. Öyle de oldu, nitekim. Gerek Türkiye halkı ve gerekse de devlet ricali Esed yönetimine baskı kurmaya çalıştılar. Çeşitli açılardan olaya baktığımızda Türkiye kamuoyu, devlet ricali, bazı bölge ülkeleri olmak üzere uluslar arası camianın önemli bir kısmı da yavaş, yavaş homurdanarak Suriye’nin ve Esed taifesinin olası geleceğini tartışmaya başlamışlardı, bile…
Bu süreçte Esed yönetimi insafa gelip kendi halkını katletmekten vaz geçer mi; görünürde mezhep taassubunun tavan yaptığı Şii ekseni muhabbeti, birilerinin adına hüsranla sonuçlanabilir mi; başta Türkiye olmak üzere bölgede bulunan sair Sünni çoğunluklu devletler nasıl bir tutum takınırlar; uluslar arası kamuoyunun etkisi ve tepkisi nasıl ve hangi minvalde olur; birde birkaç yıldır Türkiye halkının önemli bir bölümünün kalbinde gayet ‘iyi bir yer’ tutan, ama sanırız Şialıktan dolayı Esed yönetimi karşısında pek yer almak istemeyen ve bundan dolayı da kredisini tüketen Hizbullah kendisini ümmete karşı nasıl affettirebilir? Ya da birilerinin ısrarla vurguladığı gibi; bu işten ABD ve İsrail mi kârlı çıkar, bunu da ileriki süreçte gözlemleyebileceğiz…
Ama anlaşılan nüfusunun kahir ekseriyeti, yani çoğunluğu Sünni ve akrabalarımız olan Suriye ile var olan hikâyemizin seyrinin mahiyetini ileriki süreçlerde görüp, gözlemleyeceğiz. Her şeyden önce bizim canımızdan bir parça olduğu için onu, Esed ve eli kanlı taifesinin ellerinden alıp kurtarmamız her şeyde ziyaden bir insanlık halidir, vesselam…