Dünyanın en kapalı ülkesi olan ve yabancıların özel izinle girebildiği Kuzey Kore'de, bize en sık söylenen cümle ülkede hiçbir yasağın olmamasıydı. Ancak yeri geldiğinde tuvalete bile özel izinle gidebildik. BBC Türkçe'de çalışmaya başlamadan önce turist vizesiyle Nisan ayında katıldığım 14 günlük geziden izlenimler:
Pekin'den Kuzey Kore'nin başkenti Pyongyang'a yaklaşık iki saat süren yolculuğun neredeyse tamamı, uçakta açılan ekranlarda kadınların çalıp söylediği propaganda müzikleri konseri ve Kuzey Koreli askerlerin kahramanlık görüntülerini izleyerek geçti.
Nasıl bir ülkeye giriş yaptığımızı anlatmanın en güzel yolu bu olsa gerek.
Uçaktaki dergide "Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, herkesin tüm haklarını özgürce kullandığı ve geleceğe umutla baktığı bir ülke" olarak tanımlanıyor.
Uçaktan iner inmez bizi karşılayan rehberler "Lee" ve "Kim"in yaptığı ilk şey (neredeyse her turist grubunun rehberleri kendilerini böyle tanıtıyor) "güvenlik sebebiyle" pasaportlarımızı ve ayrı birer kağıda basılan vizelerimizi toplamak oldu. "Bunlarsız sakın bir yere gitmeyin" diye de uyardılar. Özetle, yanımızda Lee ve Kim olmadan hareket etmemiz imkânsız hale getirildi.
Zo isimli şoförün kullandığı otobüsle şehre doğru yola çıkar çıkmaz zaten beklenen uyarılar başladı: Asker fotoğrafı çekmek, üzerinde liderlerinin fotoğrafları olan gazeteleri katlamak, liderlerin heykelleri ya da resimlerini işaret parmağıyla göstermek yasak. Liderlerin heykel ya da portrelerinin fotoğraflarını tüm çerçeveyi içine alarak çekme izni var.
Elbette grupta aktif olarak gazeteciliğe devam eden bir turist de olduğunu biliyorlardı ve Lee hiç vakit kaybetmeden yanıma geldi. Mesleğim ilgisini çekmiş gibi bir sohbetle aslında "senin gazeteci olduğunu biliyoruz, gözümüz üzerinde" diyordu.
Bana sürekli mesleğimle ilgili sorular sordu; nelerin haberini yaptığımı, her haberle ilgili detayları, örneğin istediğim herkesle konuşup konuşamadığımı anlamaya çalıştı. Bu muhabbet sırasında bir gün merak edip yaşını sordum. "31" dedi. Ben de geziye gitmeden 2 hafta önce 32'ye basmıştım, bir refleksle "Aynı yaştayız!" dedim. "Hayır, sen iki hafta önce 32 yaşına girdin" diye beni düzeltti. Ben daha oraya gitmeden doğum tarihime kadar hakkımdaki her şeyi ezberlemişti.
"Bu ülkede asla ve asla yasak yok"
Her yerden duyulan propaganda müzikleri, şehre girdiğimizi haber verdiği anda otobüsten fotoğraf çekebilmek için telefonlarımızı elimize aldık. Elbette ki Lee ve Kim tarafından engellendik.
Ama insanların ve şehrin fotoğraflarını çekmek "yasak" değildi. "İnsanları rahatsız ederiz diye endişelendiklerini" söylediler.
Gezi boyunca karşılaşacağımız tavır hep bu oldu. Verilmek istenen imaj, bu "özgürlükler ve mutluluklar ülkesinde", liderlere saygı kapsamında konulan bazı yasaklar dışında "asla ve asla yasak hiçbir şey yoktu." Bize yaptıkları uyarılar sadece "güzel ülkesini çok sevdiği için çok çalışan insanları rahatsız etmemek için" yapılıyordu.
Şehrin ortasından geçen Taedong Nehri'nin ortasında bir adanın üzerinde yükselen, turistler ve yabancı diplomatlar ile iş insanları için yapılmış olan Yanggakdo Oteli'ne, Lee ve Kim de "her ihtiyacımız olduğunda yardımcı olabilmek için" bizimle birlikte yerleşti.
14 günlük gezi boyunca girip çıkacağımız yerler, tuvalet molasından lokantalara, kahve içeceğimiz alanlardan yürüyebileceğimiz sokaklara kadar her yer önceden belliydi. Planın dışına çıkmak mümkün değildi.
Biz bu kuralı iki kere delebildik.
Dokuz kişilik Türk turist ekibinden biri, şehirlerarası bir yolda acil tuvalet ihtiyacı olduğunu Lee'ye söyledi. Önce bu talep reddedilse de, kadının çaresizliği karşısında Zo yol kenarında derme çatma tuvaletlerin olduğu bir yerde durmak zorunda kaldı.
Talepte bulunan arkadaşımız hızla otobüsten indiğinde, Lee'nin koşarak peşinden gitmesi, tuvaletin kapısında kıpırdamadan beklemesi, o sırada Lee'nin de otobüste bizimle kalan Kim'in de yaşadığı tedirginlik, unutamayacağım bir "Kuzey Kore anısı" oldu.
İkincisi de, başkent caddelerinde dolanan, çiçeklerle süslenmiş tramvaylara binmek istediğimizde oldu.
Tramvay talebi ilk itirazın ardından bir olasılığa dönüştü. Bunun nasıl olduğunu tramvayın ilk durağına gidip tek bir insan olmadığını gördüğümüzde anladık. Normalde uzun bir sıranın olduğu koskoca alan bomboştu. Elbette ki bindiğimiz tramvayda da vatman ve iki güvenlik görevlisinin dışında kimse yoktu.
"Kimse buradan ayrılmak istemiyor"
Gerçek anlamda bilgi alışverişinin neredeyse imkansız olduğu, rehberlerin her söze "yüce liderimiz" ya da "güzel ülkemiz" diye başladığı bu ülkede, herkesin yabancı dil öğrenmesi, turistlere rehberlik etmesi, yurt dışına gitmesi mümkün değil. Şahsi sebeplerle ülke dışına çıkmak zaten imkansız, devlet görevlendirmesiyle çıkış mümkün. Bu şansa da, güvenilen ve seçilmiş insanlar sahip.
Lee'ye bu konuda bilgim yokmuşçasına "Yurt dışına neden çıkmıyorsun?" diye sormam karşısında, "Ülkemizde her isteyen yurt dışına çıkabilir ama bunu ancak ülkemiz için, devletimiz isterse yapıyoruz. Çünkü kimse buradan ayrılmak istemiyor" yanıtını aldım.
"Özgürlük" otelin önünde atılan bir çığlık kadar mümkün
Üzerimizde her daim bir göz olduğunu, gezinin her anında bize özellikle hissettiriyorlar.
Öyle ki, bir sabah otelin önünde otobüste herkesin toplanmasını beklerken şöyle bir sahneye tanık oldum:
Batılı bir turist içeriden koşarak otelin kapısının önüne çıktı, (tabii yalnız başına fazla uzaklaşması mümkün değildi, zira daha önce bunu yaptığı için öldürülen turistler olduğu bize defalarca anlatılmıştı) ellerini havaya kaldırdı, "Freedom" (özgürlük) diye bağırdı ve yine koşarak içeri döndü.
Turistleri bu noktaya getiren olaylara bizim ekibimizden de birkaç örnek vereyim.
Bir akşam otelin çatı katındaki lokantada geç saate kadar oturdum.
Ertesi sabah 7'de otobüsün önünde hazır olduğumu gördüğünde Lee "Hiç gece 3'ü 10 geçeye kadar oturmuş gibi görünmüyorsun, uyanabilmişsin" dedi. Çok şaşırdığımı belli ederek nereden bildiğini sordum, gülümseyip başka bir tarafa döndü. O sırada onun gözlerindeki şişliği fark ettim. Ben uyuyana kadar otelde bir şekilde beni izliyordu.
Son olarak, ekibimizden bir kişi sağlık sorunu nedeniyle bir sabah bizimle birlikte gelemedi, hatta odasından çıkamayacak durumda olduğunu haber verdi.
Otobüste onun eksik olduğunu gören Lee ve Kim ne yapacağını şaşırdı. Hem bizi plan dahilinde gitmemiz gereken yerlere götürmeleri gerekiyordu, hem de kimseyi tek başına otelde bırakmamaları… Birkaç telefon görüşmesi sonrası bir başka "rehber" otele geldi, otelde kalan ekip arkadaşımızın yanındaki odaya yerleşti. Biz dönene kadar da "tamamen arkadaşımızın sağlığı için" kendisini gözetimi altında tuttu.
Gezinin bitmesine iki gün kala ilk kez festival sebebiyle sokaklara dökülmüş halkın arasında karışmıştık. Lee'nin gözü her daim üzerimizde olduğu halde Kim, kalabalıkta bir an bizi kaybetti. Tabii Lee bu durumu hemen telefonla birilerine bildirdi.
Akşam otele döndüğümüzde Kim, ertesi gün bizimle olamayacağını, görevine erken son verildiğini söyledi ve yanımızdan ayrıldı.
Başkent Pyongang'da yaşamak belli bir kesimin ayrıcalığı
Turistlere gösterilen, Pyongyang'a her gidenin hayranlıkla anlattığı şehrin ihtişamı, akşam saatlerinde karanlığa bürünüyor.
20 milyona yakın Kuzey Korelinin ise ne gündüzün ihtişamını ne gecenin soluk ışıklarını görme izni var.
Çünkü ülkede yazılı olmayan keskin bir sınıfsal ayrıma dayalı bir sistem var.
Bunu da daha Pekin'den uçağa bindiğimiz an, öndeki üç sıranın "1. Sınıf yolculara" ayrıldığını gördüğümüzde fark etmiştik.
25 milyon nüfuslu ülkenin yaklaşık 3 milyonu Pyongyang'da yaşıyor. 1 milyon civarında bir nüfus da diğer şehir merkezlerinde. Bu insanlar, özel izinlerle şehre taşınanlar.
Örneğin ülkeyi yöneten ve Kim Jong-un'un liderliğini yaptığı İşçi Partisi'nin politburo üyeleri, üst düzey askerler ve nükleer silah yapımında çalışanlar başta olmak üzere bilim insanları ve tümünün aileleri, büyük şehirlerde yaşıyor.
Bu kesim sadece şehirde yaşamakla kalmıyor, kendilerine nehir kenarındaki en lüks binalardan, en yeni gökdelenlerden ev veriliyor. Bu kişilere aynı zamanda devlet tarafından hizmetçi, şoför ve araç da sağlanıyor.
Özellikle bilim insanlarına verilen önem, İşçi Partisi'nin çekiç ve oraktan oluşan amblemine eklenen fırçayla simgeleştirilmiş.
Üniversitede görev yapan profesörler ve diğer öğretmenler de şehirde ayrıcalıklı sitelerde oturuyor.
İşçilerin üzerinde her daim tulumları, memurların ise takımları var. İşçiler dışında tüm kadınların topuklu ayakkabı ve etek giymesi zorunlu.
Kıyafetten gıdaya, mobilyaya, tüm birincil ihtiyaçların devlet tarafından karşılandığı ve bu sebeple çeşitliliğin pek olmadığı ülkenin geri kalanına göre, Pyongyang çok daha renkli ve canlı.
Memurların ve işçilerin alışveriş yapabileceği yerler var, maaşlarını biriktirerek farklı kıyafetler almaları mümkün, ancak üst düzey çalışanlara göre daha zor.
Üst düzey asker ve politikacılarla bilim insanları, eşleri ve çocuklarıyla birlikte yurt dışına çıkma hakkına sahip. Oradan alışveriş yapmaları, hediye getirmeleri de mümkün. Özel araçlarında seyahat ediyor, renkli kıyafetler hatta ithal markalar giyebiliyorlar.
Ancak dışarıdaki hayata tanık olan bu Kuzey Korelilerin bunu özendirecek bir söz söylemeleri ya da eğilimde bulunmaları pek akıllıca değil. Zira Pyongyang'da yaşama hakkını kaybetme ihtimalleri var.
Bu ayrıcalıklara sahip Koreli ailelerin dışında köylerden ya da kasabalardan şehre göç etmek, ancak çocukluktan itibaren başarılı olan ve kendisini gösterenlerin hakkı olabiliyor.
Ancak 1910-1945 arası Japon işgali sırasında Japonlarla işbirliği yapmış olanların çocukları ve torunları, yaşaması en zor köylerden ne olursa olsun çıkamıyor.
Köyden şehre ziyarete ya da gezmeye gelmek de izne bağlı. Girişteki kontrol noktalarında biz turistler durdurulmuyoruz, Kuzey Koreliler durdurulup izin kağıtları var mı diye bakılıyor.
Bir kasabadan diğerine ya da Pyongyang dışında bir şehirden diğerine taşınmak da izne bağlı. Ülke içerisinde her türlü istihdam devlet tarafından sağlandığı için, sınıfa göre dağıtılmış işler var. Bu düzenlemenin mümkün kılınması için de her yerleşim bölgesinin nüfusu devlet tarafından belirleniyor.
"Yüce lider" ve seçilmiş kesim haricinde kilolu insan yok
Alışverişe gelince… Evlenen çiftlere evi ve en çok ihtiyaç olan ev eşyaları, mobilyaları veriliyor. Aylık gıda ihtiyacının önemli bir kısmı da devlet tarafından veriliyor. Onun dışında alışveriş yapılabilecek marketler var ama bizim sadece ikisine girmemize izin verildi.
Biri, nehir kenarındaki lüks sitelerin olduğu ve daha pahalı ürünlerin satıldığı bir alışveriş merkezi. Orada giyimlerinden anlaşıldığı üzere daha üst tabaka alışveriş yapıyordu. ABD doları ve euro da geçerliydi. Otelin dışında dövizle alışveriş yapabildiğimiz tek yer burası oldu.
Diğeri ise giyecek, yiyecek, mobilya, takı gibi her türlü şeyin bulunabileceği bir alışveriş merkeziydi. Burada işçisinden memuruna her kesimden Koreli vardı. Ancak kasalar bomboştu.
Bu alışveriş merkezinde döviz de geçmiyor, ancak bir döviz bürosu var. 1 dolar, 100,000 Kore Won'u karşılığında çevrilebiliyor.
Bu hesapla, daha kalitesiz kumaştan yapıldığı belli olan gömlekler yaklaşık 70 TL civarındayken, daha kaliteli ve renkli gömlekler 100, 120 TL arasında değişiyor.
Birleşmiş Milletler verilerine göre aylık maaş ortalamasının 320 TL olduğu ülkede maaşlar arasında uçurum da olduğunu hesaba katarsak, çocukların neden oyuncaklarla markette oynayıp sonra bırakıp çıktığını anlayabiliyoruz. Marketin mobilya dışında satış yapılan alanlarına girilirken çantaları görevliye teslim etmek şart.
Gittiğimiz diğer lokantaların tümünde, giyimleri itibariyle politburoya yakın ya da üst düzey asker olduğunu anladığımız insanlardan başka kimse yoktu.
Kuzey Kore'nin geri kalanı tüm gün çalışıp, bisikletle işe gidip gelirken ve devletin kendisine verdiği kısıtlı miktarda gıdayla beslenirken, kilolu insan görmek hayli zor. Ülkede sadece bu lokantalarda kilolu insan gördüm, diyebilirim.
Pyongang'ın dışı loş değil, karanlık
Şehir içinde enerji sıkıntısı göze çarpıyor. Geceleri sadece bazı alanlar ışıklandırılıyor: Taedong Nehri kıyısı, bazı meydanlar ve liderlerin heykellerinin, resimlerinin bulunduğu alanlar, bir de bilim insanlarının yaşadığı yeni binalar.
Otelimizdeki odalar da loş, elektrik tüketimini en aza indirmek için özel olarak ayarlanmış.
Gündüz vakti de şehirde araba kalabalığı yok. Daha çok turist gezdiren otobüs ve minibüsler var. Diğer şehirlerde bu sayı iyice azalıyor. Çoğunluk bisikletli, hele şehir dışında sadece bisikletli görmek mümkün.
Bir başka dikkat çeken şey de trafik ışıkları. Şehirde toplam üç noktada trafik ışığı vardı. Onun dışında trafik akışını, kavşaklar dahil, çoğu kadın olan trafik polisleri sağlıyor.
Eğer sadece başkenti görme şansınız olursa, fakirliği hava karardıktan sonra bir miktar hissedebilirsiniz. Ama şehrin dışına çıktığınız anda, her yerde bulunan hoparlörlerden gelen propaganda müziği susuyor, fakirliğin sesi duyulmaya başlıyor.
Pyongyang dışındaki şehirler birkaç yüz bin nüfuslu, içinde memurları da barındıran, üniversite de olan şehirler.
Ama örneğin Pyongyang'daki kadar akıllı telefon kullanımı diğer şehirlerin sokaklarında görünmüyor.
Bu şehirlerin arasındaki yollarda ise şerit, tabela, trafik ışığı bulmak mümkün değil. Tüneller bile karanlık.
Gece gidilen yollar tamamen karanlık. Şehirlerin dışındaki yerleşim yerleri de yollar gibi gece karanlığa bürünüyor.
Ülkede enerji sıkıntısı olduğu için Zo da bütün şoförler gibi en az benzin harcayacağı şekilde gidiyor. Özellikle yokuşlarda vitesi boşa alıp o hızla yokuş bittikten sonra bir süre daha devam etmek, her ne kadar emniyet kemeri olmayan otobüste yüreğimizi ağzımıza getirse de, benzin israfını önlemenin en iyi yolu.
Yastık altındaki pirinç taneleri
Birleşmiş Milletler, 1990'larda ülkede 300,000 ile 2 milyon arasında insanın açlıktan ölmüş olabileceğini duyurmuştu.
Zaten dışa kapalılık, fakirliği beraberinde getirdiği için ülkenin ikinci lideri Kim Jong Il, açılım politikası geliştiriyor. 1990'ların sonu ve 2000'lerin başında sıkı kontrol altında ülkeyi turistlere de açıyor.
Turistler ciddi bir gelir kapısı olsa da, yeterli değil. Üretim kısıtlı. Devletin işçi ve memurlara verdiği kıyafetler en ucuz hammaddeyle üretiliyor.
Aylık gıda yardımıysa sadece pirinç, yosun ve yumurtadan oluşuyor.
Ülke genelinde tarlalarda gördüğümüz kadarıyla esas tarım aleti saban. Kırsaldaki insanlar, kadın, erkek, bazen de çocuk, tarlalarda çalışıyor. Ülkenin yarısına yakınını gezdiğimiz 14 gün boyunca üç adet traktör gördük.
Yem bulmanın zor olduğu ve ithalatının da pahalı geldiği ülkede hayvancılık da pek gelişmiş sayılmaz. Yine 14 gün boyunca gördüğümüz inek sayısı üçtü, onlar da çok zayıftı.
Pyongyang'da bu iş bize gösterilmeyen bölgelerde yapılsa da, Wonsan'a doğru ilerlerken bir binanın önünde uzun bir kuyruk gördük: Karneyle verilen gıda için Wonsanlılar sıraya girmişti.
Gelir kısıtlı olduğu için aileler çoğunlukla bir ya da iki çocuk yapmayı tercih ediyor. Daha fazlası maddi olarak zorlayıcı.
Sokaklarda tek bir engelliye rastlamamamızı, rehberlerimiz, sağlık sisteminin gelişmişliğine bağlasa da, bazı uluslararası yardım kuruluşlarına gore, iş gücüne katkıda bulunması mümkün olmayan engelliler kamplarda toplanıyor.
Birleşmiş Milletler verilerine göre 1000 kişiye 2,8 doktor düşüyor. Bebek ölümlerinin oranı ise 1000'de 18,5.
Bu konunun ne kadar hassas olduğunu, Lee'nin günlük hayata dair anlattığı bir şeyden de anlamak mümkün:
"Çocuklar doğduktan birkaç hafta sonra eve çıkarılıyor. Eve çıktıkları ilk gün yastıklarının altına pirinç taneleri koyarız. Bebek 100'üncü güne çıktığında o pirinçler alınıp pişirilir, misafirler çağırılıp yemek ikram edilerek kutlama yapılır.
"Onun dışında herkesin birinci yaş günü ve ulaşabilenlerin 60'ıncı yaş günü kutlanır."