İtalya seyahatimiz haziran sıcağının 40 derecelere varan sühunetine mukavemet devam ediyor. Bu kez Floransa’ya çeviriyoruz rotayı. Floransa, İtalya seyahatlerinin ardından en çok bahsedilen şehirlerden biridir. Çok kimseden dinledim: “ Şehrin egzotik havası bende yan tesir yaptı, ayrılırken tuhaf hisler yaşadım. Bu şehri daha önce görmüş gibiyim, ya da tekrar gideceğim gibi…” Bakalım bendeki yansımaları ne olacak merakı içindeyim.
Şehrin tarihi oldukça eskiye dayanıyor. (MÖ. 59) Ancak mimarisi daha çok Rönesans Dönemi’nde geliştiğinden hatta Rönesans’ın çıkış noktası olarak bilindiğinden, daha çok 16. 17. Yüzyıllarda dünyada ses getiren şehirlerarasına katılmış Floransa. Kültür, sanat ve Mimari de hatırı sayılır bir geçmişe sahip. Ve pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi burada da tarih özenle muhafaza edilmiş.
Rehberimiz gezinin başından beri yarım yamalak Türkçe’siyle bizi kâh güldürmeye kâh hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyor. O konuşurken ağzından yuvarlanıp giden kelimeleri mi kovalayalım, yoksa anlattığına mı odaklanalım bilmiyoruz. Derdim Floransa’nın hayli karışık ve karanlık tarihine ışık tutarak bizi tüm detaylarıyla aydınlatması değil; bunu elimizdeki kitapçıklardan da edinebiliriz elbette. Ancak şehrin genel çerçevesinden, bugünü ve dünü bütünleyen basit bir profilinden bile yoksunuz.
Şehir merkezine otobüs girişi yasak olduğundan şehir turunu yürüyerek yapacağız. Floransa’yla adeta özdeşleşen Arno Nehri’nin kıyısında bir yere park ediyor otobüs. Havanın sıcaklığı omuzlarımızı düşürmüş, sırt çantalarımız sanki her günkünden daha ağır; otobüsten inip nehrin kenarında biraz soluklanıyoruz. Şehir turundan sonra verilecek serbest vakitte nehrin kıyısında dinlenmeyi kararlaştırıp ekip olarak çıkıyoruz keşfe…
Floransa zengin bir tarihe sahip olmasına rağmen küçük bir şehir. O yüzden şehir turunu yürüyerek yapacak olmak gözümüzü korkutmuyor. Hatta dolaşırken böyle küçük bir şehrin bu kadar teferruatlı bir geçmişe şahitlik etmesine şaşıyorum. Şehrin tarihi misyonu ilk andan itibaren insan ruhunu kuşatıyor. Arnavut taşı döşeli sokaklardan, Her daim Rönesans’ın izlerini yansıtan binaların arasından, yüksekçe duvarlarla korunmuş tarihi konakların önünden geçiyoruz. Böyle yüksek duvarlarla sımsıkı korunmuş yapılar bir de Mekke’de ilgimi çekmişti. Bu taş duvarların ardındaki avlulu evler, günümüz dünyasından apayrı bir yerde durur hep zihnimde. Bu duvarların ardındaki hayatlar, tarihin kucağında yaşarken ne hissederler merak etmişimdir. Floransa’nın daha ilk adımlarda bizi geçmişle buluşturan izleri, bu konakların içinde yaşayanları da bizim gibi kuşatıyor mudur acaba? Bu şehrin neden İtalya’nın en çok turist çeken yerlerinden biri olduğunu anlamak güç değilmiş evet, şehir adeta bir açık hava şehir müzesi gibi…
Piazza della Signoria; Davut Heykeli
İlk durağımız, şehrin açık hava müzesi olarak adlandırılmasında etken olan Piazza Della Signora. Burası Avrupa’nın en ünlü heykellerinin bulunmasıyla nam salmış Floransa Meydanı. Açıkçası heykel görmeyi çok da sevmeyen biri olarak, (ki İtalyanlar için sanırım heykelsizlik kâbus gibi bir şey) bu meydan hislerime adeta tuz biber oluyor. Çünkü meydan sıra sıra dizilmiş onlarca heykelle dolu. Ve de figürlerde tasvir edilen sahneler hiç de iç açıcı değil.
Sanatta reform çıkışıyla ortaçağı sallayan Rönesans’ın temsiliyeti burada adeta tavan yapmış. İşte Floransalı ünlü Heykeltıraş Michalengo’nun Şaheseri olarak bilinen “Davut Heykeli”nin replikasının (kopyası) önündeyim. Yani Davut Peygamberin tasvir edildiği heykel bu öyle mi? Doğrusu görünce hayrete düşmemek elde değil. Çünkü dinimizin peygamber resim ve tasvirlerine ölçülü yaklaşımıyla kıyaslayınca, bir peygambere atfedilen bu 5 metre yüksekliğindeki devasa ve çıplak şaheser (!) bende bir nevi heykel alerjisine yol açabilir. Bir Peygamberi anadan üryan haliyle sanat adına böylesine teşhir etmek, havsalamı zorluyor. Bir Peygamberle hiç de vasıflandırılmayacak heykelin kısaca tarihçesi ise şöyle: 1504’te yapımı Michalengo tarafından yapımı tamamlanan heykel, o dönem ilk olarak, şu an içinde bulunduğumuz Floransa Meydanı’na yerleştirilir, sonrasında başına bir zarar gelmemesi için, 1873’te Floransa’daki Akademi Galerisi’ne götürülür. Aslında heykelin böyle bir görünümle meydanda yerini alması bir tepkiye de yol açmaz. Üstelik heykel hiçbir eleştiriye maruz kalmadığı gibi Rönesans’ın başyapıtlarından biri olarak seçilir. Yani Allah’ın Peygamberlerinden birini böyle bir kompozisyonla figürleştirmek eser sahibine ün getirir.
Sonraki yıllarda heykel ziyaretçilerden büyük ilgi görünce replikası yapılmış ve 1910’da Piazza Signoria’ya yerleştirilmiştir. Yani bizim gördüğümüz heykel bir replika, ancak Floransa’ya gelen ziyaretçilerden aslı kadar ilgi gördüğü de bir gerçek.
Bense kendi içimdeki tepkiselliğe tarihte bir arkadaş arar gibi iz sürüyorum. İnternet üzerinden yaptığım kendi naçizane araştırmama göre, sonraki yıllarda Davut Heykeli’nin bir replikası daha yapılarak Kudüs’ün fethinin 3000. Yılı anısına Floransa tarafından Kudüs’e hediye edilmek istenir. Fakat gönderilen bu hediye şehirde büyük bir fırtına koparır, bir peygamberin çıplak olarak neşredilmesi Kudüslüler tarafından dine uygun görülmez. Dinsel ve fikirsel çatışmalar yaşanır. Nihayetinde heykelin ar ve edep duygularını zedelediğine ve bir peygamberin böyle figürleştirilmeyeceğine karar verilir. Ve heykel Floransa’ya iade edilir. Fakat Rönesans’ın izlerini Kudüs’e de yansıtmakta kararlı olan Floransa uzlaşmaya gider ve Davut yerine başka bir heykelin tamamen giyinik kopyası hediye olarak şehre gönderilir.
1991 yılında ise Floransa Meydanı’ndaki replikanın bir kişi tarafından çekiçle saldırıya uğradığı ve heykelin sol ayak parmaklarının zarar gördüğü de yine bu bilgiler arasında.
Davut Heykeli’nin yanı sıra meydanda daha birçok heykel sıra sıra yer almakta… Yunan Mitolojisinden Neptün, Poseidon gibi daha pek çok figürün de bulunduğu meydanda heykellerin temsil ettikleri karmaşık kompozisyonları anlamak ve yorumlamak ise sayılı saatlere sığacak gibi değil.
Şu durumda Rönesans’ın doğduğu yer olan Floransa ‘da Yeniden Doğuş ve İnsanın Keşfedilmesi olarak da sembolleşen Rönesans’ı bir kez daha sorgulama ihtiyacı kendiliğinden hâsıl oluyor.
Kendi tabiriyle skolastik (dogmatik) dönemin izlerini sanat, bilim ve kültürde özgürleşerek yok etmeye ant içmiş bu akımın, ticaret ve ekonomide zayıf bırakılan toplumların önünü açmış olsa da insanın yeniden keşfedilmesi ve onun dünyadaki mutluluğunu kendine ilke edinme ülküsünde yeterince başarılı olduğu söylenemez. Rönesans, ilk başta, muharref edilmiş bir dine, kilisenin baş edilmez baskı ve sömürüsüne ve güçlünün güçsüzü ezdiği hukuksuzluklara karşı halkların masum bir direnişi gibi görünse de insanın varoluş mecrasında ifrat ve tefrit dengesini gözetmediğinden, onu özünden, yaradılış gayesinden hatta en tabii ihtiyacı giysilerinden bile soyutladığından istenen mutluluğa ulaşamamıştır. Çünkü toplumları bilimde, sanatta, ticarette bağımsız kılmak isterken bu kez insanı fenomen haline getirmiş, Yaratıcı’dan uzak bir hayat inşasıyla başka bir handikapa düşürmüştür. İşte bu nedenle, Rönesans döneminde yapılan ve muhteşem eserler olarak lanse edilen kompozisyonlarda da (çoğu resim ve heykelde) bu kaotik ruh hallerinin izlerinin bizim bu algımıza ışık tuttuğu kanaatindeyim.
Pazar, Cüzdan ve Dilekler
Gidilen şehirlerin çarşı ve pazarları seyahatin bir çeşit stres dağıtma alanlarıdır. Floransa deri işçiliği ile ünlüymüş aynı zamanda. Şehir merkezindeki pazarlardan birine uğruyoruz. Tezgâhlar deri giysi ve aksesuarlarla dolu. Böyle durumlarda alışveriş hep aceleye gelir. Kimsenin kimseyi bekletme lüksü olmadığından ya çok incelemeden birkaç parça bir şey alır geçersiniz ya da bunu serbest vakte bırakırsınız. Pazarın ortasındaki bronz domuz heykeli ise ayrı bir ilgi topluyor. Bu parlak metal hayvan figürünün aynı zamanda ziyaretçileri tarafından uğur getirileceğine inanılırmış. Heykelin açık olan ağzına bozuk para bırakıp dilek tutmak adettenmiş. Hurafeler hemen her yerde sorgusuz sualsiz pratiğe dökülüverir. Ekipten birkaç kişinin dilek için kuyruğa geçtikleri sırada arkadan birinin feryadı duyuluyor. “Eyvah cüzdanım yok!” Çarşının en kalabalık yerinde, domuz heykelinin önünde, ekipten birinin cüzdanı yok oluyor iyi mi? Hırsızlarıyla ünlü İtalya’da ekipten bir kişi ilk vurgunu yiyor. Allah’tan pasaportu çantasının içindeymiş.
Duomo di Firenze: Şimdi de şehrin simgesi haline gelen Floransa Katedrali, Duomo Di Firienze’in önündeyiz. Hayli yüksek ve gösterişli bir yapı. İçeri girmek ücretsiz ancak yoğun bir ziyaretçi akını olduğundan sıra var. Nihayet sıramız gelince katedrale giriyoruz. Katedralin ilk dikkatimi çeken yönü bir hayli yüksek olan kubbesi. Zaten Floransa Katedrali olarak anılan bu devasa yapı kubbesi ve kubbenin üstündeki çan kulesiyle ünlüymüş. Katedralin Başmimarı Alnofnadi Cambio olarak bilinse de kubbenin ve çan kulesinin yapımında başka mimarlar da çalışmış ve haşmetli mimarisiyle Duomo di Firenze, Rönesans’ın ilk gösterişli mimarilerinin arasında yerini almış. 1436 yılında yapımı tamamlanan katedralin inşaatının 140 yıl sürdüğü söyleniyor. Katedralin üstüne asansörle çıkıp Floransa’yı kuşbakışı izlemek mümkün, ancak biz artık serbest zaman hakkımızı kullanıp, Floransa sokaklarından başıboş dolaşmak istediğimizden ekipten ayrılıyoruz.
Floransa Mistik Şehir
Floransa, yani Avrupa’da bilinen adıyla (Firenze) sokak ve parklarıyla mistik bir şehir aslında. Şehirde 70 müze var. Kilometrekareye düşen tarihi eser sayısıyla da dünya üzerinde birinci sırada yer alıyor. O nedenle modernizme direnmiş, tarihini korumuş haliyle sezgilerinize hitap etmeyi başaran bir yer burası. Yalnızca tarihi binaları değil, sokaklarında gezerken bile geçmişe yolculuk yapıyor gibi hissediyorsunuz. Burada da ıssız ve tenha sokaklarda dolaşıp, bol ağaçlıklı parklarda dinlenerek vakit geçiriyoruz. Sonrasında Arno Nehri’nin kıyısında soluklanmak için geldiğimiz yöne doğru yola koyuluyoruz. Ancak önce otobüsün park yerini bulmamız gerek. Ama bir anda şehrin neresinde olduğumuzu unutuyoruz. Doğu batı birbirine karışıyor; aklımız da hallaç pamuğu gibi. Kaybolmak bile keyifli gelir böyle durumlarda. Neyse ki eşim, otobüsün park yerini ayrılmadan resimlemiş. Sora sora bulacağız.
Mermer Cenneti Mezarlık
Böyle dolaşırken önünden geçtiğimiz şehir mezarlığı dikkatimi çekiyor. Bir nevi mermer cennetini andıran mekâna, ‘geçiyordum uğradım’ rahatlığıyla giriyoruz. Mezarlığın içindeki patikadan derinlere doğru yürüyoruz. Daha önce de bazı Hristiyan mezarlıklarını ziyaret etmiştim ama ilk defa böylesine şaşaalı kabirler görüyorum. Kabirlerin üzerine adeta üç dört katlı mermer katlar çıkılmış ve katların üzerine devasa heykeller dikilmiş. Anladığım kadarıyla bu heykeller savaşlarda hayatlarını kaybeden askerlere ait ve mevtaya bir nevi hürmet ve saygıyı ifade ediyor. Şaşkınlığım, algımı köreltse de Rönesans’ın beşiği olarak ünlenen bir şehrin mezarlıklarında bile mermerin abartıyla şekil bulmasının yadırganacak bir şey olmadığına ikna etmeye çalışıyorum kendimi.
İslam’da kabir ziyaretleri ahireti hatırlatması açısından teşvik edilmiştir. Dünyanın neresinde olursanız olun, mezarlıklardan yükselen ortak ses aynı. Dünya hayatında ne kadar büyük kentler, konutlar, şaheserler inşa edersek edelim, asıl dönüş O’na! Bizi yaratan o İlahi Varlığa... Mermer yığını kabirlerin arasında dolaşırken içinden geçen o his kelimelere dökülüyor:
“Ölünce bir kabrim olacaksa üzerinde taş olmasın. Toprak ve ben birbirimize yeteriz.”
Mezarlıktan çıkıp elimizdeki otobüs park yerinin resmini rastladığımız İtalyanlara göstererek tarif edilen yöne doğru yürüyoruz.
Arno Nehri
İşte Alplerden doğup gelen ve Floransa’nın içinden süzülüp giden Arno Nehri’nin kıyısındayız. Tiren Denizi’ne dökülen Nehir üstüne yapılan köprüleriyle ünlü. Nehrin üzerinde 6 köprü var. Ponte Vecchio köprüsü bunlardan en ünlü olanı. 14. Yüzyılda yapılmış ve nehrin en dar kısmında yer alıyor. Köprünün üzerinde çok sayıda hediyelik eşya satan dükkânlar var.
Şehri ikiye bölen Nehrin geçmiş zamanlarda dönem dönem taştığı ve şehri sular altında bıraktığı en son 1966’da taştığı ve üstündeki köprülere zarar verdiği de gelen bilgiler arasında…
Velhasılı Rönesans’ın doğduğu şehrin güncesini tutmak, bir güne sığdırmak hiç kolay olmadı. Şehrin ardından geleneğe uyarak bir şey söylemek gerekirse, tefekkür içinde gezilecek bir belde diyebiliriz. Yeniden gitmek ister miyim sorusuna gelince: Belki bir gün yeniden kim bilir…
Kaynak: Kültür Ajanda Dergisi