Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Pazarlama tekniği olarak “gerçek hayat hikâyesi”...
Geçmişi, ağrısı ve sızısı ile değil de nostaljik soslar eşliğinde ele alanlar, seyirlik malzeme olarak görenler, seyretmeye doyamayanlar için hayat çok güzel. Sorusu yok, sorun alanı yok. Bir Sezen Aksu şarkısı gibi… “Ah ne kahraman, ne cesur/ Ne güzel çocuklardık.”
Gündelik hayatın içinde bir sorun ile karşılaşınca da şikâyet makamına hızlı bir geçiş: “Biz ne ara bu hale geldik?”
Pardon! Hangi ara!
Ara dediğiniz “ara”da neredeyse yüzyıllar var. Bugün izini süremediğimiz, göremediğimiz pek çok şey matbuat modernleşmesi ile başlamıştı zaten. Dijital modernleşme ile hızlanan değişime yeni dinamikler eklendi.
Değişimin izini sürmek üzere bu yazı için bir kavram seçtim: “Gerçek hayat hikâyesi”.
Karantina günlerinde hayatımıza psikiyatrist yazarın, hastalarının hikâyesini faş ettiği romanlarından uyarlanmış diziler girdi. Önce TRT’de “Masumlar Apartmanı”. Sonra arkası geldi. Esasında çok daha önce başlamış psikiyatrisin danışanlarının hikâyelerini ekranlara taşıması. Bendeniz karantina gönlerinde takıldım ekrana.
Karantina Günleri’nde haftanın üç günü senaristlerin gayreti, yönetmenlerin azmi ile psikiyatrist yazarın roman uyarlamalarını izledi bütün Türkiye. Kırmızı Oda, Camdaki Kız, Masumlar Apartmanı...
Psikiyatri odaklı dizileri izlemediğimiz zamanlarda da Covid-19 sonrası bütün dünyada psikolojik soruların ne kadar arttığını dile getiren haberlere rastladık. Ya da şifalı bitkiler, zayıflatan sular, ilişkileri düzeltmek için yöntemler, NLP, yani kişisel gelişim… Bütün ekranlar bu minval üzere gidiyor. Elbette bütün bunlar için bilinçleri, zihinleri hazır hale getiren ve hep arızalı aile ilişkilerini ele alan “sabah programlarını”, reality şovları da göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Psikiyatri, özellikle de psikanaliz artık hayatımızın her safhasında. Toplum bütün toplumsal yaptırımlarından sözüm ona psikanalist destek ile arındırılıyor. Birey, irade eğitimi, nefs terbiyesi, kendi hatalarından ders alma bahsini, sosyal medya fenomeni psikologlar, psikiyatristler eşliğinde parantez içine alıyor. Acele tarafından çocukluğa inilip bütün yaşananların mesuliyetinin yükleneceği bir an, bir insan (ki bu genellikle ebeveynler oluyor), hayatın o anındaki travmatik sahne, doktorun kazıları sonucu gün yüzüne çıkarılıyor. Bu yüzleşme neticesinde hasta “İyi ki siz varsınız, iyi ki size gelmişim” diye teşekkür edip, sarılıp kucaklaşarak doktor ile birlikte varılan “başarı”yı kutluyor. Popüler psikolojik tedavi sahneleri böyle…
Oysa Türkiye’de gerçek analistlerin sayısı çok az. Ki onlar gözlerden ırak yaşamayı mesleki etik olarak benimsemek zorundalar.
Ekran başında milyonlarca izleyici, dizi filmlerin arızalı izleği yüzünden, bir psikiyatriste gitmenin, ona dertlerini ince ince anlatmanın, sonra da kolayca olmak istediği kişiye dönüşmenin hayalini kuruyor. Olmak istediği, yani çok sevilen, daima ilgilenilen, dünyanın bütün imkanlarının ayaklarının altına serildiği o kişi.
Ekranlar üzerinden aktarılan popüler sağaltma yöntemleri, depresyon ile melankolinin birbirinin içine harmanlanmasına yol açıyor... Şimdi buraya bir Nükhet Duru şarkısı almak lazım. “Beni sarar melankoli”
Melal ve melankoli bahsinden ilerleyelim o vakit.
Melankoli sohbet ile sağaltılır. Depresyonda profesyonel yardıma ihtiyaç vardır. Melankolide müzik iyi gelir. Depresyon hastası yemek yiyecek enerjiyi bile bulamaz. (Bu tanımlar için bk. Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak)
Yas ile melankoli arasındaki fark da genellikle birbirine karıştırılıyor.
Yas tutan dünyayı boşalmış hisseder. Dünya değerini yitirmiştir.
Melankolide ise kişi kendini değersiz hisseder. (Bu tanımlar için bkz. Yas ve Melankoli.)
Bütün diziler, adeta Freudiyen uzmanlar tarafından işgal edilmiş bulunuyor. Herkesin hayatında arandığında bulunması muhtemel “hasarlı çocukluk” tecrübesi orada öylece duruyor ve özne bütün yükümlülüklerini o berelenmiş çocukluk hikâyesine yüklüyor.
Mükellef ortadan kalkıyor bu durumda. “Mükellef, yani sorumluluk sahibi süje” dünyadan çekiliyor.
Peki bu hep böyle miydi?
Böyle olmadığını söylüyor sosyolog Eva Illouz; çocukluğun hasarlı sahneleri ile ilgilenen psikanalizi parantez içine alarak sosyologları devreye sokuyor. Çünkü sosyoloji, bireysel sorumluluğu toplumsal değişimin içinde ele alır. Illouz bu konudaki en çarpıcı örneği fakirlik üzerinden veriyor: “On dokuzuncu yüzyılın sonunda fakirliğin, şüpheli bir ahlakın ya da zayıf karakterin değil, sistemli bir ekonomik sömürünün sonucu olduğunu iddia etmek ne kadar radikalse şimdi de özel hayatımızdaki başarısızlıkların zayıf bir ruhun sonucu olmadığını daha ziyade geleneksel düzenlemeler tarafından biçimlendirilen duygusal hayatımızdaki ani değişikliklerinin ve mutsuzlukların sonucu olduğunu iddia etmek o denli zorunludur.”
Toplumsal ve bireysel bütün sorunların terapi konusu olarak görülmesi, günümüze özgü bir kültürel durum diyor Illouz. “Gerçek hayat hikâyesinden uyarlanmıştır” etiketli diziler de bu kültürün popülerleşmesinin, yaygınlaşmasının en önemli araçları.
Şimdi yeni bir versiyonu vizyonda, “gerçek hayat hikâyesi” etiketli dizilerin. “Muhafazakar kesimin gerçek hayat hikâyesi”… Yapımcıların diziyi biz ve onlar maçına dönüştüren reklam hamlesi, yeni bir izlek oluşturdu.
Soru şu: Dizi filmleri alımlanma ve algılanma şekli üzerinden tartışmak yerine neden RTÜK de dahil olmak üzere herkes yapımcının ekmeğine yağ, bal, reçel sürmek için seferber!