Bugün insanlar, Ömer Hayyam'ın 12. asırdan beri İranlılar ve Türkler tarafından bilindiğini zannetmektedirler. Bu tamamen yanlış bir zandır. Zira bugünkü İranlılar ve Türkler, Hayyam'la ilgili hemen bütün bilgilerini, 19. ve 20. asır oryantalistlerine borçludurlar.
İlginçtir ki Ömer Hayyam, Tanzimat'ın kudretli edebiyatçıları ve meşhur Osmanlı şairleri tarafından bilinmez veya hatırlanmaz. Daha ilginci ise onun 19. asırda İranlılar tarafından da bilinmemesidir. Abdullah Cevdet, Hayyam'ın İran'da bilinmediğini, meşhur oryantalist Brown'dan öğrenir ve çok üzülür. Brown'un anlattığı bir hatıraya göre, İran Şahı Muzaffereddin Şah Londra'da iken, Hayyam hayranları, bu “büyük” şairin Nişabur'daki mezarı üzerine bir “türbe” yaptırmak için Şah'tan izin isterler. İran şahı bu isteği anlayamaz, “yanındaki vezir-i azama” döner ve “Bu Ömer Hayyam da ne nesnedir ağa?” diye sorar. Yani İran şahı ve vezirinin Ömer Hayyam adlı bir şairden haberi yoktur.
Hayyam'ın tarih sahnesine çıkış hikâyesinin başkahramanı, İngiliz şair Edward Fitz-Gerald (1809-1883)'dır. Hikâye, Fitzgerald'ın Oxford'daki Bodleian kütüphanesinde Farsça bir yazmayı bulmasıyla başlar. Batı'nın bütün dinleri birleştirerek yok etmek veya beşerileştirmek istediği bir dönemde, “şans eseri” olarak İngiltere'de onların istediği türden, yani dini alaya alan güya bir “İslam” şairinin yazma eserine rastlanır. Yazmada 158 rubai vardır ve rubailerin şairi Ömer Hayyam adlı birisidir. Bu şair, şiirlerinde dinsizliği ve ayyaşlığı yüceltmekte, dinleri ve dindarları aşağılamakta, Yaratıcı ile alay etmektedir. Ateizm ve deizmin altın çağını yaşadığı, kendisine tarihi kökler aradığı ve “bulduğu” bir dönemde, bir İngiliz, Hayyam'ı, yani dinsizliğin veya deizmin tarihi bir “kök”ünü keşfetmiştir.
TARİH MÜHENDİSLİĞİ VE BATI
Fitzgerald'dan sonra Hayyam'ın güya asırlarca “unutulmuş” olan rubaileri, ilginç bir şekilde, birbiri ardınca ortaya çıkmaya başlar. Kısa sürede Hayyam'ın rubailerinin sayısı bini geçer. Birçok kişinin Hayyam gibi veya Hayyam adına şiirler yazdığı ortaya çıkar. Yahya Kemal bir rubaisinde Hayyam'a izafe edilen rubailerin farklı yetenekte insanlar tarafından kaleme alındığını ifade eder. Hayyam gibi şiirler yazan ve Edebiyat-ı Ömeri'yi teşekkül ettiren kişilerin, ilk defa Oxford'da ortaya çıkan 158 rubaiyi ve diğerlerini yazmadıklarına dair elimizde hiçbir kat'i delil yoktur.
Batılılar, Ömer Hayyam'ı, Doğululara tanıtmak ve kabul ettirmek için “bilimsel” çalışmaların yanında, komik senaryolar da yazmışlar ve bu senaryoların gerektirdiği rolleri ciddiyetle oynamışlardır. Meselâ 1892 yılında Londra'da “Omar Hayyam's Clup”ı kurmuşlardır. Bu topluluk Hayyam'ı Doğu'da neşet etmiş bir “peygamber” gibi görmüş, onun için “ayinler” yapmış, Nişabur'da ona bir “türbe” yaptırmak istemiştir. Birkaç yıl sonra Londra'daki bu Hayyam tiyatrosu, görevini hakkıyla ifa etmiş olmanın huzuruyla dağılmış olmalıdır. Zira bütün bu faaliyetlerin sonunda Hayyam, tarihe bağlanmıştır. Artık, Hayyam, 12. asırdaki İslâm âlimlerinin, İslâm'ın yasakladığı şeylere karşı hoşgörülü bir gaflet içinde oldukları “tez”ini destekleyen bir şahsiyet olarak İslâm tarihindeki yerini almıştır. Batılılar, Hayyam gibi dâhî, mübahi, her türlü günaha karşı hoşgörülü başka şahsiyetleri de “bulurlar”, onları “Reform”un, hümanizmin, deizmin vs. öncüleri olarak kabul ederler ve onları meşhur ederler. Bütün bu İslam dâhîlerinin İslâm dışı (tevhit anlayışıyla çelişen) fikirlerinin mevcut İslam toplumlarında hemen hiçbir izi ve karşılığı yoktur. Batı'yı etkileyen fakat kendi toplumlarına hemen hiçbir etkisi olmayan “İslam büyükleri”dir bunlar. Burada çalışkan fakat beceriksiz bir tarih mühendisliği söz konusudur. Ama bunu ifşa edecek âlimler hâlâ yetiştirilememiştir. Yerli ve yabancı oryantalistler, Hayyam'ın sufi, veli, hakîm, ârif, huccetülhak vs. olduğunu, 20. asrın başında hızlıca buldukları veya uydurdukları kaynaklar vasıtasıyla okuyucuya kabul ettirmek istemişlerdir. Hâlbuki bu nevzuhur kaynakların Hayyam'ı tarihe bağlamak, onu doğrudan veya dolaylı olarak methetmek, gerçek Müslümanları da tahkir etmek için yazıldıkları çok açıktır.
Hayyam'ı bulan ve dünyaya tanıtan zihniyet, ona ve fikirlerine dini bir kıyafet giydirmek istemiştir. Bu komik gayret, günümüzde de devam etmektedir. Kimi akademisyenler Hayyam'ın şiirlerinde dinî ve irfanî bir sembolizm bulmaya çabalamaktadırlar. Bu çaba, safi niyetli okuyucuları aldatmaktadır. Hayranlık uyandıran bir sahtekârlıktır bu. Hâlbuki bu yazar ve akademisyenlerin “bazıları”, oryantalizmin İslâm tarih ve edebiyatlarını tahrif etmek için 19. asırda yaptığı kültürel ve entelektüel “yatırım”ın koruyucusu ve kollayıcısı durumundadırlar. Koruyucu ve kollayıcılar, “saygın”, “etkili”, “donanımlı” ve “meşhur” olmak zorundadırlar. Hayyam vakasını doğru tahlil edebilmek için onu Türk toplumuna tanıtan yazarların kimlikleri üzerinde düşünmek gerekir. Hayyam'ı 19. asrın sonundan itibaren Türk toplumuna tanıtma görevini üstlenen yazarlar, Muallim Ahmet Feyzi Efendi, Abdullah Cevdet, Hüseyin Daniş, Hüseyin Rifat, Filozof Rıza Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüpoğlu gibi Batıcı, ateist, Zerdüştperest, bohem veya çokkimlikli yazarlardır.
BATI’NIN ‘İSLAM BÜYÜKLERİ’
Hayyam'ın Türk aydınına tanıtılmasında “ilk önemli görevi” Abdullah Cevdet üstlenmiştir. Türk yazar ve âlimleri Hayyam'ı 1918'de Abdullah Cevdet'le tanımaya başlamışlardır. Cevdet'le ilgili olarak Cemil Meriç'in şu tespitleri önemlidir: “Abdullah Cevdet [yerli ve yabancı oryantalistler] anladı ki: Önce Osmanlı'nın kafasını değiştirmek lâzım, kafasını ve kalbini… Kültür davası halledilmeden siyasetle uğraşmak abesdi.” (Meriç 1999: 140). Cevdet gibi oryantalistler, Müslümanları kendi tarih ve medeniyetlerinden uzaklaştırmak için değişik metotlar denerler. Bunlardan birisi, İslam tarih ve edebiyatlarını tahrif etmektir. Nitekim Abdullah Cevdet şöyle der: “Uzun tecrübeler sonunda gördüm ki, ışık Hıristiyan dünyasından gelirse Müslüman ruhu ona bütün kapılarını kapayacaktır. Biz ki Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz, ileri prensipleri bizzat İslâm müesseselerinde aramalıyız.” (Meriç 1999: 141). Cevdet, bu sözlerle, Osmanlı'yı kendi inanç değerlerinden uzaklaştırırken İslâm'ı ve İslam müesseselerini kullanmalıyız, yani suistimal etmeliyiz, demektedir.
Abdullah Cevdet ve onun oryantalist dostları, şunu çok iyi biliyorlardı: Müslümanlar, Voltaire'le veya Fitz'le değil, Maarri, Evhadüddin Kirmani, Niyazi-i Mısri, Mevlânâ, Dede Ömer Ruşeni, Fatih, Osman Gazi, Yıldırım Bayezit, Babür veya Ömer Hayyam'a atfedilen (onlar için uydurulan) hayat hikâyeleri, şiirler ve eserlerle dejenere edilebilirler. Bundan dolayıdır ki Batılı siyasi güçler, İslam tarihi, dili ve edebiyatı çalışmalarına ciddi destek vermişlerdir. Arapça, Farsça, Osmanlıca eser yazabilecek kadar donanımlı araştırmacılar yetiştirmişlerdir. 19 ve 20. asırlarda ortaya çıkan ve meşhur edilen “tarihi” kaynaklarımızın çoğunun Osmanlı'yı, Selçuklu'yu, kısacası bütün İslâm tarihini ve İslam büyüklerini, hikâyelerle dolaylı olarak değersizleştirmesi, onlara İslâm dışı davranış, söz ve fikirler atfetmesi tesadüf değildir. Tarih mühendisliği, toplum mühendisliğinin bir parçası haline getirilmiştir. Napolyon Bonapart şöyle der: “Feodaliteyi top yok etti, modern toplumu da mürekkep yok edecektir.” Mürekkep, yani bilgi, kitap, basın, yayın; ilim ve film… Okudukça ve seyrettikçe tarihimizden ve tarihi büyüklerimizden uzaklaşmamızın sırrı bu sözde gizlidir.
Zaman