Bir Onur Hikâyesi

BENGİN BOTİ

Selim Dindar, 2 Aralık 2009 Çarşamba akşamı İstanbul’daki Cizreliler derneğinde öldürüldü. Yapılan açıklamaya göre; yan taraftaki bir kahvede ortaya çıkan alacak verecek tartışması sonrasında kaçan bir kişi Cizreliler Derneğine sığınıyor. Söz konusu şahsı kovalayan iki kişi dernek binasına girip şahsın kendilerine verilmesini istiyor. O sırada Selim Dindarında aralarında bulunduğu dernek misafirleri bunun mümkün olmadığını kendilerine sığınan birini teslim edemeyeceklerini, böyle bir davranışın kendi değerlerine ters düştüğünü söyleyerek saldırganları dışarı çıkarıyorlar. Bunun üzerine de bu kişiler silahlarını çekerek orada bulunanların üzerine ateş açıyorlar. Selim Dindar 7 kurşun yarasıyla vefat ederken, birçok kişi de yaralanıyor.

Doğrusu bu açıklamanın tek başına doyurucu olmadığı ortadadır. Saldırganların siyasi geçmişleri, çetelerle ilişkileri, hedef kişinin yara almadan kurtulması, ayrıca Selim Dindar’ın canhıraş bir şekilde bazılarını deşifre etme çabasını yan yana koyunca birilerinin Selim DİNDAR’ı hedef almış olabileceği şüphesini güçlendiriyor. İşkencenin, insanlık dışı muamelenin hangi boyutlara ulaştığını, insanoğlunun ne kadar acımasız olabileceğini gittiği her yerde anlatan, yaşananların bir daha yaşanmaması için konuşmayı bir görev bilen birisinin varlığı birilerini rahatsız etmiş olabilir.

Sebep her ne olursa olsun, işkencenin canlı delili hayatını kaybetti. İnsanlığın işkenceyi yenmesi, bir daha insan onurunun ayaklar altına alınmaması için sürekli konuşan bir yürek çekildi aramızdan. Bu noktada bize düşen, insanlıktan çıkmış karakterlerin bu eylemlerini bir daha gerçekleştirmemeleri için anlatmaktır. Unutulmasına engel olmaktır.

İşkencecilerin yapmaktan utanmadıkları, çekinmedikleri ama benim anlatmaya hayâ ettiğim iğrenç yöntemleri ayıklayarak, Rahmetli Selim DİNDAR’ın yaşadıklarını bir kez daha hatırlatmayı bir görev addediyorum.

Cizre’nin köklü ailelerinden birine mensuptur Selim DİNDAR.. Eskiden beri Molla Mustafa Barzani’nin KDP’sine yakın olan ailesi, bölgenin hatırı sayılır Seyyid ailelerindendir. Halk arasında ciddi bir saygınlıkları vardır. Doğrusu kendileri de bu unvanın verdiği ağırlığı son derece hassasiyet göstererek taşımaktadırlar. Yeni nesili bilmiyorum ama bütün büyükler bu konuda son derece titizdirler. Aile boyu, İslam’ın çizdiği temel sınırların dışına çıkmamak için hassasiyet göstermektedirler.

Selim Dindar; 12 Eylül döneminde, dünyanın en acımasız işkencelerinin yapıldığı hapishanelerden biri olan Diyarbakır cezaevinde üç yıl kalır. İnsan mantığının kaldıramayacağı işkencelerden geçer. Ama asla Yiğitlikten ödün vermez.

Yaşadıkları işkenceler nedeniyle psikolojileri bozulan, bulundukları yeri cehennem, gardiyanları Zebani kendilerini de ölü kabul eden ve onları da inandırmaya çalışan dostları olur içerde. Sadece dayak yiyerek geçirdiği günü, kârlı bir gün sayar. Her sabah kalktığında “Co” isimli köpeğe tekmil vermek, Onlarca marş ezberleyip her gün “komutan Co”ya okumak zorunda kalır. Havalandırma saatlerinde bile en acımasız işkencelerden geçer. Baş aşağı foseptik çukurlarına indirilir, lağım sularını içmek durumunda kalır. Üstelik bu olay günlerce, aylarca tekrar eder. Bedii Tan’ın işkenceyle öldürülüşüne şahit olur. Hastalanarak öldüğüne dair zorla ifade imzalatırlar kendisine. Ancak bu durumu ilk fırsatta açıklamak için arkadaşlarıyla sözleşir. Canı pahasına bu sorumluluğu yerine getirmesi gerektiğine inanır. İlk mahkemede bu cinayeti deşifre eder. Bunun üzerine geri döndüğünde bayılana kadar işkence görür. Ama yılgınlık göstermez. Yaptığı suç duyurusunun arkasında durur. Gestapo lakaplı gardiyanı mahkûm ettirmeyi başarır.

Bir babanın gözü önünde bir oğulun işkenceyle öldürülüşüne şahit olur. Bir gün mahkeme sırasını beklerken bir hemşerisini görünce tebessümle selam verir. Bunu gören nöbetçi gardiyan, paslı bir çiviyi postalıyla vura vura eline çakar. Öyle ki çivi bir taraftan girip öbür taraftan çıkar. Başka bir gün copu yatay olarak ağzına koyup ısırmasını emrederler. Sonra da biri postalıyla copu içeri doğru iter. Geri çıkardıklarında copla beraber dişleri de gelir. Üstelik dudağında büyük bir yırtılma olur.  Bir işkence seansı sonrasında kemiği görülen parmaklarının derisini Mehdi Zana’nın terziliğinden yararlanarak paslı bir iğne ve bir siyah iplikle diktirir.

Bir gece, yanı başında koğuş dostlarından dördü işkenceyi protesto etmek amacıyla bedenlerini ateşe verirler. Dostlarının diri diri yanışına şahit olur. Henüz ölmeyen, her tarafı yanan arkadaşının başucunda son isteğini sorar. “O stranı son bir kez söyle de dinleyeyim” diye cevap verir arkadaşı, derinlerden gelen bir sesle. Bu stran işkence seansları sonrasında çekildikleri köşelerinde arkadaşlarına mırıldandığı Kürtçe bir sevda şarkısıdır. Elini kulağına dayayarak gözyaşları içinde, “sevdalîyê” stranını söyler.  Sabaha kadar başlarında ağıt yakar. İmdatlarına hiç kimse gelmez. Dostlarının yanaklarındaki etlerinin kemiklerinden ayrıldığını görünce dayanamayıp bayılır. Kendine geldiğinde gün ışımış mesai başlamıştır. Koğuşa yarı çıplak bir şekilde giren komutan Esat Oktay YILDIRAN’ın; isteyenin kendini yakabileceğini ancak hiç kimsenin nöbet gecelerinde kendisinin huzurunu kaçırmaya, uykusunu bölmeye hakkı olmadığını, bundan böyle kendini yakacakların mesai saatleri içinde bunu yapmasını emrettiğine şahit olur.

Zindan günleri bitip te dışarı çıktığında günlerce yürüyemez, günlerce kendini ifade edemez.

Ama o bir beyefendiydi. Ve asla beyefendiliğinden taviz vermedi. Asla şiddetten yana olmadı. Asla intikam hissi taşımadı. Ancak; bir ömür hapishaneyi her hatırladığında ağladı. Hüngür hüngür ağladı. Her yerde, her ortamda ağladı. Anlattıkça ağladı. Ağladıkça anlattı. Anlatırken o anları yeniden yaşıyordu. Buna rağmen anlatmaya devam etti. İnsanlığın bunca dilsizleşmesine hep şaştı. Bunca suskunluktan hep ürktü.

Bir gün Cizre’de dolaşırken bir işkencecisiyle karşılaşır. Olağanüstü bir olgunluk gösterir. Oturtur işkencecisini. çay ısmarlar. Karşılıklı çay içerler.

Daha sonra; “Sana işkence yapana neden çay ısmarladın, bunu nasıl yaptın?”  Diye soran gazeteciye inanılmaz bir cevap verir:

“Onun gibi davransaydım, ondan ne farkım kalırdı.”

Böylece İnsanlık onuru bir kez daha işkenceyi yener.

“Bir daha dünyaya gelme şansım olsa, Müslüman olmak dışında hiçbir aidiyetimi istemezdim” diyecek kadar aidiyetlerinden dolayı acı çekti Selim Dindar. Elbette ki aidiyetlerini istemiyor değildi. Ancak çektikleri, bir insanın tahammül sınırını çok zorluyordu.

Bütün çektiklerine rağmen uçlara savrulmadı. Ailenin karakterini yoğuran medrese kökenli hassasiyetlerin etkisiyle hep mutedil kalmayı başardı. Kendisiyle yapılan röportajlarda kardeş kavgasının bitmesi ve Kürtlere Onurlarının iade edilmesi gerektiğini söylüyordu.  

Ailede baskın olan İslami kimlik nedeniyle yaşarken de, ölürken de bazı kesimlerin dikkatini çekmedi. Gündem edilmedi. Hatta hakaretlere, iftiralara uğradı. Ne yazık ki; Müslüman çevrelerde de yaşamı da, çektikleri de ve hatta ölümü de haber değeri taşımadı. Doğrusu bunu da bir yere not etmek ve üzerinde düşünmek gerekmektedir. Bir kişinin haber değeri taşıması, üzerinde konuşulması yaşadıklarının mercek altına alınması için, acaba her yönüyle bizi temsil etmesi mi gerekiyor. Ya da bu kişi eğer Kürt ise dahası Kürt kimliği nedeniyle acı çekmiş ise bunu konuşmak birilerinin hassasiyetlerini ortaya çıkarmak gibi bir sakınca mı doğuruyor. Bunu bazı Müslüman “toplum mühendislerinin” düşünmesi ve kendi iç dünyalarında cevaplandırması gerekmektedir.

Dernek yöneticileri ve ailesi vefatın ardından gerekli hassasiyeti göstererek cenazenin olaysız defnedilmesini sağladılar. Ortalığın karıştığı bugünlerde doğrusu bu duruş tam da Sayın Dindar’ın yaklaşımıyla paralellik arz ediyor. Bu anlamda dernek yetkililerini ve kederli ailesini tebrik etmek gerekiyor.

Rabbim ona Rahmetini Lütfetsin. Hepimiz Hak’tan geldik ve Ona döneceğiz Çektiklerimiz, sebep olduklarımız, konuştuklarımız ve suskunluklarımız bir gün elimize sunulacak. Gerçek mutluluk, büyük günde sunacağı mazereti olanların, kitabı onurla alacak olanlarındır.

bengin_boti@hotmail.com