Gece yarısı Yasemin’den bir mesaj geldi.
“Cizreliler Lokali’ni taramışlar, bir ölü var.”
Televizyon kanallarını dolaşarak haberin ayrıntılarını öğrenmeye çalışırken telefon çaldı.
Ağlayan bir genç kadın sesi, “Selim Abi’yi öldürdüler Ahmet Abi” dedi.
Önce tam kavrayamadım.
Sonra birden anladım.
Arayan Hülya’ydı, “Selim Abi” dediği Selim Dindar.
“Vurdular abi...”
Selim’i vurmuşlardı.
Hülya ağlıyordu.
Bir insanın ancak ölüm karşısında ağlayabileceği gibi ağlıyordu.
Ölüm, hayatın zihnime düzgün biçimde istiflediği bütün düşünceleri yıkmış, dağıtmış, içimi bir harabeye çevirmişti.
Dişlerimi sıkıp “Kim vurmuş” dedim.
“Bilmiyorum abi... Bizim kime kötülüğümüz dokundu abi?”
Ağlıyordu ve ben ne diyeceğimi bilmiyordum.
Duman gibi bir şey dalgalanıyordu içimde, yüzler, sesler beliriyordu.
Bu ülkenin en dürüst, en cesur insanlarından birinin, Şerafettin Elçi’nin yeğeniydi.
Gençliğinde Diyarbakır Hapishanesi’nde yatmıştı.
Orada yaşadıklarını, o sıralarda Radikal’de yazan Neşe Düzel’e anlatmıştı, Neşe o konuşmadan sonra günlerce ağlamıştı.
Gençliği acı doluydu Selim’in.
Haksız, insafsız acılar çekmişti.
Kinlenmemişti ama geçtiğimiz aylarda Balçiçek Pamir’le yaptığı konuşmada, “bir daha doğsam Kürt doğmam” demişti.
Kürtlükten değildi aslında şikâyeti, Kürtlere yapılanlara sitemini böyle anlatıyordu.
Sırf Kürt olduğu için o kadar çok işkence görmüştü ki, o kadar çok acı çekmişti ki...
“Çoktandır lokale gitmiyormuş abi, bu akşam uğramış... Lokali taramışlar abi... İki amcaoğlu da yaralı...”
Binlerce yıllık feodal bir kültürden süzülmüş o inanılmaz Kürt terbiyesiyle hep iki dizini birleştirerek oturur, gülerken bile çok fazla gülmemeye dikkat eder, sözcüklerini itinayla seçerdi, yaşıtlarıyla birlikteyken daha çok güldüğünü, daha serazat konuştuğunu tahmin ederdim ama “büyüklerinin” yanında “saygısızca” görünebilecek bir şey yapmaktan çekinirdi.
Son karşılaştığımızda gelecekle ilgili hayallerini, ümitlerini anlatmıştı.
Gelecek...
Artık onun için gelecek yoktu.
“Cizreliler Lokali’ni taramışlar, bir ölü var” cümlesinin içinde koca bir hayat bitiyordu.
“Bir ölü” bir isim kazanıyor, bir yüz ediniyor, derin bir kedere dönüşüyordu.
Haksız acılarla dağlanmış bir hayat, haksız bir ölümle noktalanıyordu.
Birileri kavga etmişler, kavga edenlerden biri Selim’in de olduğu lokale sığınmış, silahlı zorbalar sığınan adamın teslim edilmesini isteyince içerdekiler bunu reddetmiş, katiller de içerdekilerin hepsini tarayıp Selim’i beyninden vurmuşlardı.
Abisi, “kardeşim kör kurşuna kurban gitti” demişti.
Kör kurşuna kurban gitmişti.
Daha küçük yaşlarda yeryüzünün en korkunç hapishanelerinden birinde zorbalıklar görerek başlayan hayatı, bir zorbalıkla sona ermişti.
Ölümü hep yanımızda, içimizde taşıdığımızı biliyoruz ama o hep uzak ve yabancı bize, aniden ortaya çıkıp kendini gösterdiğinde ise hayat uzak ve yabancı oluyor.
İkisini de tanıyamıyor, ikisine de dokunamıyoruz o anda.
O korkunç haberi duyduğunda, derin ve sisli iki uçurumun ortasındaki daracık bir ıssızlıkta yapayalnız kalıyorsun, gelecek kayboluyor, gerçeklik kayboluyor, geçmiş dumanlar içinde şekilden şekle giriyor, artık var olmayan yüzler görüyor, artık var olmayan sesler duyuyorsun.
Var olan, yaşayan her şey, bir deniz gibi geri çekiliyor, artık olmayanın kumsalına bırakıyor seni.
Çok uzaklardan ağlayan genç bir kadın sesi, “Selim Abi’yi vurdular abi, kime ne kötülüğümüz var bizim” diyor.
Konuşabilsen, “kimseye bir kötülüğünüz yok kızım,” diyeceksin “kimseye bir kötülüğünüz yok”.
Ama her zaman konuşamıyorsun.
Var olmayanın kumsalındasın şimdi.
Giden biriyle vedalaşıyorsun.
Diyebilsen, “affet bizi” diyeceksin.
Affet bizi oğlum, affet bizi yaptıklarımız için.
TARAF