Deniz Feneri davası sonuçlandı ve mahkumiyetler geldi. Bu süreçte, beni en çok etkileyen şey, yargılamada en ağır cezayı alan (5 yıl 10 ay) Mehmet Gürhan'ın, karar öncesi duruşmada söylediği şu sözler oldu:
"Bağışçılardan özür dilerim." Mehmet Gürhan, "Cebime bir kuruş para girmedi. Ama fakirlere daha fazla nasıl yardım yapabiliriz hesabı içinde bazı şirketler kurduk.
Ancak bunu yaparken bağışçılardan izin almadık. Özür diliyorum" dedi. Mehmet Gürhan özür dilemekle doğru yaptı, ama bu iş artık özür beyanı ile hesabı kapanacak bir hadise olmanın çok ötesine geçti. Özür dilenecek o kadar alan var ki...
Düşünün bir: Alman Mahkemesi, "Dindarane" motiflerle bağış toplayan bir grubu hapis cezasına çarptırmış oldu. Burada, çamura bulanmış bir dindarlık görüntüsü var ki, bu işe karışanların tamamı, yatıp kalkıp ondan özür dilese yine de az gelebilir. Mehmet Gürhan, belki bu tür yardım organizasyonları yapan tüm kurumlardan da özür dilemeli.
Çünkü, geniş yardım faaliyetleri için bu tür organizasyonlar oluşturmak kaçınılmaz bir gereklilik, ama bu hadiseler, tüm organizasyonların üzerine gölge düşürüyor. Sonra, insanların vicdanları zorlanıyor. Sonra bu işlerin bir siyasi bedeli oluşuyor. Para trafiğindeki belirsizlikler, ortada sanki bir siyasi koruma ya da rant ortaklığı varmış gibi bir izlenime yol açıyor ve insanların kafası karışıyor. Nereden baksanız karmakarışık bir iş. Evet, özür üstüne özür dilenmeli...
Tabii ki akla, ya bu mahkeme olmasaydı sorusu geliyor. O zaman ne olacaktı? O zaman yanlışlıklar sürüp gidecek miydi? O zaman bağışçılardan habersizce yapılan usulsüzlükleri kim düzeltecekti?
Dünyanın en zor işi, para ile uğraşmaktır. Bundan da zoru, bağış paralarının yönetilmesidir. İşte, bugünler, zekatların, sadakaların yoğun olarak verildiği günler...
İslam, bir insana, kendi malı içindeki fukara hakkını, yani zekatı hesaplarken bile özel bir sorumluluk yüklemiş. Hesabınızı en ince detaylarına kadar titizlikle tutacak ve malınız içinde en küçük bir fukara hakkı kalmamasına itina edeceksiniz. Sonra bunu fukaraya ulaştırırken özel bir terbiye öngörülmüş.
Fukaranın onurunu incitmeyeceksiniz, başa kakmayacaksınız, malın kötüsünü vermeyeceksiniz, gösterişe kaçmayacaksınız. Bu, ferdi bir sorumluluk. Bir de, zekatı sadakayı herhangi bir kurum adına emanet olarak alıp, onu fakir - fukaraya ulaştırma işine soyunanların sorumluluğunu düşünün. Milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca liralık birikimi, ona gerçekten layık olana ulaştırabilmek...
Çetin bir iş. Zekatı zekata layık olana, sadakaları sadaka alabilecek olanlara ulaştırabilmek... İnsanlardan toplanan kurbanları kurban gibi kesmek ve ulaşması gereken yere ulaştırabilmek...
Bu yardımları insanlara ulaştırırken, emanetçilikten çıkıp patronluk taslamamak...
Bu yardımları bekletmemek, heba olmasına sebep olmamak, onları özel bir gelir aracına dönüştürmemek, onları işletmek gibi yollara yönelmemek... Daha bir sürü hassasiyet...
Gerçekten bıçak sırtında yürür gibi bir iş. Toplanan trilyonlar, insanların kafasını kolaylıkla karıştırabiliyor. İnsanlar, şeytanın kendilerine sunduğu birtakım hesapları, içlerine sindirmek için meşru gibi görünen gerekçeler üretebiliyor. Ondan sonra gelsin, sapmalar... "Şirket kuralım, para kazanalım, fakir fukaraya daha çok yardım yapalım!" Ne masum gerekçe değil mi?
Sonra, zekat - sadaka - kurban bedeli hüviyetinden çıkıp başka bir mahiyet kazanan birikimin yolu, batağa çıkıveriyor. Ondan sonra, gelsin, Alman Mahkemesi işi temizlesin...
Böyle organizasyonlar içinde, bürokratik işlemler için yapılan masrafların tayini bile büyük problemler taşıyor. Çalıştırdığınız personelin maaşını nasıl hesaplayacaksınız, yaptığınız uçak seyahatinin bedelini nereden karşılayacaksınız?
Bu sorular bile büyük problem. Mesela alın size bir soru daha: Misafirlerinize zekat parasından yemek ikram edebilir misiniz? Ben, böyle durumlarda İslam'ın "Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak" ilkesini hatırlamayı ve ona göre bir çalışma disiplini oluşturmayı önemsiyorum. Alman Mahkemelerine düşmeden, Allah'ın huzurunda hesap verme duygusuyla hareket etmeyi önemsiyorum.
O görüyor, evet, O görüyor. Aslında samimi mü'minler, böyle durumlarda yanlışlıkla ellerine aldıkları şeyin, aslında ateşi avuçlamak gibi bir anlamı bulunduğunu bilirler.
Ama, insanlar için dünyevi denetimler de gerekiyor. Onun için, belki, bu tür yardım kuruluşlarını yönetenler, kendileri ile asla çıkar ilişkisi olmayan kimselerden oluşmak üzere bir denetim ekibi kurmalı ve her zaman kendilerini denetime açık tutmalıdırlar. Bu, her şeyden önce kendi ebedi hayatları için bir garantidir.
Yoksa, işte böyle, Alman Mahkemelerinde dünyanın önünde onurunun çiğnenmesine katlanmak var. Yazık. Ne yazık ki, insanlar bazen bin nasihatten etkilenmiyor, ve sonunda bir musibete maruz kalıyorlar.
Ancak bunu yaparken bağışçılardan izin almadık. Özür diliyorum" dedi. Mehmet Gürhan özür dilemekle doğru yaptı, ama bu iş artık özür beyanı ile hesabı kapanacak bir hadise olmanın çok ötesine geçti. Özür dilenecek o kadar alan var ki...
Düşünün bir: Alman Mahkemesi, "Dindarane" motiflerle bağış toplayan bir grubu hapis cezasına çarptırmış oldu. Burada, çamura bulanmış bir dindarlık görüntüsü var ki, bu işe karışanların tamamı, yatıp kalkıp ondan özür dilese yine de az gelebilir. Mehmet Gürhan, belki bu tür yardım organizasyonları yapan tüm kurumlardan da özür dilemeli.
Çünkü, geniş yardım faaliyetleri için bu tür organizasyonlar oluşturmak kaçınılmaz bir gereklilik, ama bu hadiseler, tüm organizasyonların üzerine gölge düşürüyor. Sonra, insanların vicdanları zorlanıyor. Sonra bu işlerin bir siyasi bedeli oluşuyor. Para trafiğindeki belirsizlikler, ortada sanki bir siyasi koruma ya da rant ortaklığı varmış gibi bir izlenime yol açıyor ve insanların kafası karışıyor. Nereden baksanız karmakarışık bir iş. Evet, özür üstüne özür dilenmeli...
Tabii ki akla, ya bu mahkeme olmasaydı sorusu geliyor. O zaman ne olacaktı? O zaman yanlışlıklar sürüp gidecek miydi? O zaman bağışçılardan habersizce yapılan usulsüzlükleri kim düzeltecekti?
Dünyanın en zor işi, para ile uğraşmaktır. Bundan da zoru, bağış paralarının yönetilmesidir. İşte, bugünler, zekatların, sadakaların yoğun olarak verildiği günler...
İslam, bir insana, kendi malı içindeki fukara hakkını, yani zekatı hesaplarken bile özel bir sorumluluk yüklemiş. Hesabınızı en ince detaylarına kadar titizlikle tutacak ve malınız içinde en küçük bir fukara hakkı kalmamasına itina edeceksiniz. Sonra bunu fukaraya ulaştırırken özel bir terbiye öngörülmüş.
Fukaranın onurunu incitmeyeceksiniz, başa kakmayacaksınız, malın kötüsünü vermeyeceksiniz, gösterişe kaçmayacaksınız. Bu, ferdi bir sorumluluk. Bir de, zekatı sadakayı herhangi bir kurum adına emanet olarak alıp, onu fakir - fukaraya ulaştırma işine soyunanların sorumluluğunu düşünün. Milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca liralık birikimi, ona gerçekten layık olana ulaştırabilmek...
Çetin bir iş. Zekatı zekata layık olana, sadakaları sadaka alabilecek olanlara ulaştırabilmek... İnsanlardan toplanan kurbanları kurban gibi kesmek ve ulaşması gereken yere ulaştırabilmek...
Bu yardımları insanlara ulaştırırken, emanetçilikten çıkıp patronluk taslamamak...
Bu yardımları bekletmemek, heba olmasına sebep olmamak, onları özel bir gelir aracına dönüştürmemek, onları işletmek gibi yollara yönelmemek... Daha bir sürü hassasiyet...
Gerçekten bıçak sırtında yürür gibi bir iş. Toplanan trilyonlar, insanların kafasını kolaylıkla karıştırabiliyor. İnsanlar, şeytanın kendilerine sunduğu birtakım hesapları, içlerine sindirmek için meşru gibi görünen gerekçeler üretebiliyor. Ondan sonra gelsin, sapmalar... "Şirket kuralım, para kazanalım, fakir fukaraya daha çok yardım yapalım!" Ne masum gerekçe değil mi?
Sonra, zekat - sadaka - kurban bedeli hüviyetinden çıkıp başka bir mahiyet kazanan birikimin yolu, batağa çıkıveriyor. Ondan sonra, gelsin, Alman Mahkemesi işi temizlesin...
Böyle organizasyonlar içinde, bürokratik işlemler için yapılan masrafların tayini bile büyük problemler taşıyor. Çalıştırdığınız personelin maaşını nasıl hesaplayacaksınız, yaptığınız uçak seyahatinin bedelini nereden karşılayacaksınız?
Bu sorular bile büyük problem. Mesela alın size bir soru daha: Misafirlerinize zekat parasından yemek ikram edebilir misiniz? Ben, böyle durumlarda İslam'ın "Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak" ilkesini hatırlamayı ve ona göre bir çalışma disiplini oluşturmayı önemsiyorum. Alman Mahkemelerine düşmeden, Allah'ın huzurunda hesap verme duygusuyla hareket etmeyi önemsiyorum.
O görüyor, evet, O görüyor. Aslında samimi mü'minler, böyle durumlarda yanlışlıkla ellerine aldıkları şeyin, aslında ateşi avuçlamak gibi bir anlamı bulunduğunu bilirler.
Ama, insanlar için dünyevi denetimler de gerekiyor. Onun için, belki, bu tür yardım kuruluşlarını yönetenler, kendileri ile asla çıkar ilişkisi olmayan kimselerden oluşmak üzere bir denetim ekibi kurmalı ve her zaman kendilerini denetime açık tutmalıdırlar. Bu, her şeyden önce kendi ebedi hayatları için bir garantidir.
Yoksa, işte böyle, Alman Mahkemelerinde dünyanın önünde onurunun çiğnenmesine katlanmak var. Yazık. Ne yazık ki, insanlar bazen bin nasihatten etkilenmiyor, ve sonunda bir musibete maruz kalıyorlar.
BUGÜN