M. Mücahit Küçükyılmaz / STAR
Sultan İkinci Murad, Varna Zaferi sonrası savaş alanını dolaşırken gözü düşman ölülerine takılır ve yanındaki Azep Beye dönüp şöyle der: “Azep, şunca düşman ölüsü içinde hiçbir aksakallıya rastlamadım! Hepsi de gencecik, hepsi de taze!” Azep Bey şu cevabı verir: “Öyledir sultanım! Eğer içlerinde bir aksakallı olsaydı, başlarına bu felaket gelir miydi?”
Bazen bir toplulukta mevcut durumu, gidişatı değişik gözle değerlendirebilecek farklı, hatta aykırı kişilere ihtiyaç duyulur. Özellikle kriz süreçlerinde herkesin bildiği, söylediği ve yaptığını tekrar etmek durumu daha da kötüleştirir. Ezber bozan bir hamle, gidişatı tersine çevirecek bir müdahale gerekir. Kurallarla çerçevelenmiş alanlarda iş görmeye alışanlar, beynin mantık ve muhakeme ile ilgilenen sol lobunu ağırlıklı olarak kullananlar, norm/al şartlar altında elde edilmesi garanti sayılabilecek sonuçlara ulaşır ve bu sonuçlar, eğer rakipler daha iyisine ulaşmamışsa, çoğu zaman başarı olarak adlandırılır. Oysa daha iyisini görmeden elimizdekinin en iyi olmadığını anlayamayız. Bir muhasebeci, avukat, mühendis kendisine A noktasından B noktasına nasıl gidileceğini gösteren mantıklı, rasyonel, hazır kalıpları kullanarak fazla risk almadan mesleğinde yükselebilir. Bu açıdan, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur, dolayısıyla kazanan takımı bozmadan yola devam etmek yeterlidir.
Zorunlu değil mümkün
Ancak işlerin dalgalı yürüdüğü sosyoloji ve siyasette, her türlü matematikselleştirme çabalarına rağmen, sayısal ezberler ve bilindik formüller çoğu kez işe yaramaz. Bunun yerine, müzik, ilham, sanat yeteneğini ve hayal gücünü yönlendiren beynin sağ lobunu devreye sokmak, yerleşik alışkanlık, âdet ve düzenleri sorgulamak gerekebilir. Mesela, toplumsal olaylar ve siyasal sonuçlar aritmetik mantığı ve mühendislik projeleriyle tam anlamıyla örtüşmek zorunda değildir. İnsan, onun doğası, ilişkileri ve toplum söz konusu olduğunda, mantığın temel ilkelerinden sayılan illiyet bağı, yani nedensellik ilişkisi sanki Aristo’dan ziyade Gazzali yaklaşımına göre işler. Aristo metafiziğinde neden ile sonuç arasındaki bağ zorunludur; elinizi uzatırsanız ateş mutlaka onu yakacaktır. Buna mukabil, Eş’ari kelamcılarının çoğu illiyet bağını reddeder; çünkü onlara göre, bir fiilin sebep ve sonuç çerçevesinde gelişmesini kabul etmek demek, Yaratıcının müdahalesini ve varlığını da zımnen reddetmek olacaktır. Yine bir Eş’ari kelamcısı olan Gazzali ise, burada orta yolu bularak bambaşka bir yaklaşım sergiler ve neden sonuç ilişkisini zorunlu değil ama mümkün olarak tanımlar. Ona göre, ateş tabiatı itibariyle yakıcıdır, ama her hal ve şartta yakmak zorunda değildir; tıpkı İbrahim’i yakmadığı gibi… Böylece birer istisna olan mucizeleri de izah etmek mümkün olur. Ateşe yakıcılık özelliğini veren Allah, o niteliği ondan alma gücüne de sahiptir. Bunun için dilemesi ve “ol” demesi yeterlidir. Aslında Gazzali, illiyet bağına determinist ve dışarıdan müdahaleye kapalı bir özel anlam yüklemeye gerek kalmadığını gösterdiği gibi, onu Sünnetullah’ın, yani Allah’ın yasalarının da bir parçası haline getirir. Çünkü son tahlilde, Allah’tan başka hakiki bir sebep ve fail yoktur. Bugün modern fizikte, klasik fizikteki determinizmi sorgulayan belirsizlik ilkesi öne çıkmakta; Gazzali’de olduğu gibi, aynı sebeplerin her durumda aynı sonuçlara yol açmayacağı görüşü kabul görmektedir.
Bu kısa fizik ve felsefe tartışmasından sonra konuya dönersek, Gülen grubunun önde gelen kişilerinin toplumu tasarlanabilen bir proje nesnesi olarak gören sayısal zihinlerden oluşması ilginçtir. En büyük hatası, çeşitli aşamalar halinde ve tıkır tıkır işleyecek bir plan çerçevesinde Türkiye’yi siyaset dışı yöntem ve ilkelerle yönlendirilebilecek ve yönetilebilecek bir meta olarak görmek olan bu yapı, paradoksal gözüken iki ayrı yaklaşımı benimsedi.
‘Ahlak’sız rasyonalite
İlk olarak, alabildiğine rasyonel bir kurguyla okullar açıp mühendisler, öğretmenler, hukukçular, emniyetçiler yetiştirdi; bilim olimpiyatları, medyatik organizasyonlar düzenleyerek belirlediği kısa, orta, uzun vadeli projeler ve hendese yaklaşımlarıyla ülkeye hâkim olmaya çalıştı. Bu doğrultuda, hem taban, orta kısım ve tavana ayrı ayrı hitap eden mikro projeler üretti, hem de uluslararası ölçekte kurgulanmış daha büyük makro projelerle iş birliği yaparak onların bir parçası haline geldi. Kabaca, illiyet bağı kurarak, “5 bin hâkim ve savcı yetiştirirsek hukuk sistemi bizim kontrolümüze girer” ya da “100 bin polisimiz olursa emniyet teşkilatını ele geçiririz” şeklinde özetlenebilecek bu determinist yaklaşım Gazzali’nin kemiklerini sızlatacak, Aristo’yu ise mezarında gülümsetecek bir seyir izledi. Daha geniş ölçekte ise, “Rusya ile iyi geçineceksek, Çeçenler bizim için bir detaya dönüşür”, “Amerika ile birlikte hareket edersek, dünyada sırtımız yere gelmez” rasyonalitesi işlemekteydi. Oysa rasyonel olanın, hesaplananın mutlak iyi olacağı gibi bir yargı, neden-sonuç ilişkisini zorunlu değil mümkün kabul etsek bile illiyet bağı kurulamayacak kadar saçma olacaktır. Kusursuz rasyonalite, ahlak ile donanmamışsa, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarında veya 11 Eylül saldırılarında görüldüğü üzere bazen tam bir felaket doğurabilir. Eğer bir mücadeleyi kazanmışsanız, hesabilik üzerine kurduğunuz mantıklı kötülük bir başarı sayılabilir mi? Ya da kaybetmişseniz, hasbilik üzerine kurulmuş ahlaki bir iyilik yenilgi mi sayılır?
Modern Skolastizm
İkinci olarak öne çıkan yaklaşım ise, özellikle piramit yapının tabanını oluşturan destekçi kitlenin motivasyonunu arttırmak için kullanılan metafizik cambazlıklardır. Rasyonel plan ve projelerle belirlenmiş kutlu geleceği hurufat, ebced, cifr gibi yöntemler ve rüyalarla müjdeleyen abi ve abla modelleri, Allah Rasülü ve hatta –hâşâ- Allah ile görüşüp beşaret alan imamlar ve Hocaefendi figürü, zahiri ve batıni sebepler dairesinde önünde durulması mümkün olmayan bir cemaat algısı inşa etmekteydi. Ah işte, yine o zorunlu nedensellik yanılgısı!
Tıpkı skolastik dönemde Aristo rasyonelitesinin Tanrı’nın varlığını ispat etmek için seferber edilmesi gibi, yerin ve göğün görünür ve görünmez kuvvetleri, şairin dizelerindeki “Saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilgisi / Hadım tarih, kundakçı matematik, geri kafalı gramer” gibi, hepsi Gülenizmin amaçları için birer araca dönüşmüştü. Bu modern görünümlü skolastizm, aslında Gazzali’nin yaklaşık bin yıl önce İslam düşüncesini kurtardığı determinizme kendisini kaptırmış messiyanik ve eskatalojik bir mekanizmden başka bir şey değildi. Fakat Allah’tan insan, toplum, siyaset ve hayat öngörüye gelmez bir akışa sahipti.
Vaktiyle okuduğum lisede, ben de o sıralar bu bilimperest pozitivizmden etkilenmiş olmalıyım ki, “Rusya’daki bir okulu kurtarmak için Boris Yeltsin’in ayağını öperiz” diyen Gülenci öğretmene, “Yeltsin’in ayağını öperek kurtardığınız okuldan ancak Yeltsin gibilerin ayağını öpecek öğrenciler yetiştirirsiniz” demiştim. O günkü cevabımdaki illiyeti bugün Gazzali gibi zorunlu değil mümkün gördüğüm şerhini düşerek, Türkiye’nin Gülenizmin ürettiği hesaplı ama kişiliksiz, yönetmeye talip ama ikna edilmek için kendisini zorlayan insan tipolojisiyle yüzleşmek mecburiyeti bulunduğunu belirtmem gerekiyor. Daha doğrusu, gayet mantıklı istihbarat raporlarının ayarttığı, güç dengeciliğinin Amerika ve İsrail’i kendilerine hatırlatıp Allah’ın varlığını ve müdahalesini ihmal ettirdiği bir projeci mühendislik hareketi olan pozitivist Gülenizm ile tam da bu yüzden sonuna kadar mücadele etmek gerekiyor.
Bir aksakallınız olsaydı...
Bilimperest Gülenizmin eğitim, ticaret, bürokrasi ve pek çok alanda kovuşturmaya uğraması, yılların projelendirilmiş emeklerinin kayyumlara devredilmesi karşısında, ahlaki olup olmadığına bakmaksızın illa ki rasyonel bir illiyet bağı aranacaksa eğer, onlara şu kadarını söyleyelim: 7 Şubat 2012’de sinsice bir savaş açtınız ve mağlup oldunuz. O halde beddua, feryad ü figan etmeyecek, hakkınıza razı olacaksınız! Sebep olduysan, sonucuna katlanacaksın.
Yoksa şimdi yerde yatanlara bakıp acı acı söylenme vakti midir: Keşke içinizde bir aksakallı olsaydı da, bu felaketler başınıza gelmeseydi!