Yasin Aktay / Yeni Şafak
Taha Abdurrahman’ın başka ülkelerde, hatta kendi yetiştiği yerde bile görmediği teveccühü Türkiye’de görmüş olması anlaşılması gereken ve birçok açıdan üzerinde durulmayı hak eden bir olaydır. Belki başka türlü mülahazalara açık bir konu olabilir ama, Türkiye düşünce hayatı itibariyle dışarıdan fikirlere hiç kapalı olmamıştır.
Tabi mülahazaların önemli bir kısmı yerlici hassasiyetlerden sadır olabilir. Türk fikir hayatının başka fikirlere kapalı kalmamış olmasını kendi özgün, yerli düşüncesini üretmek açısından bir zaaf olarak gören çevreler her zaman var olmuştur. Bunlara göre tercüme faaliyetlerle düşünce olmaz, olsa da bu yerli olmaz, yerli olmayınca da sahih olmaz. Oysa insanlık tarihinde düşünceler hep seyyal olmuştur ve bir yerde durmamış olduğu gibi, hareket edip başka bir yere taşındığında da ilk ortaya çıktığı yerdeki gibi kalmamıştır. Düşünceler başka bir yerde anlaşıldığında zaten oranın idraki içinde dönüşerek, belki daha iyi anlaşılarak, belki çarpıtılarak, belki de bambaşka bir sentez ile ihya olarak gelişirler. Resulullah efendimiz (S) Veda hutbesinde “burada bulunanlar burada bulunmayanlara bu sözlerimi aktarsınlar, ola ki onlar daha iyi anlar” buyurmamış mıdır? Orada bulunanlar insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olduğu halde bu sözleri aktaracakları “orada olmayan” insanların “bu sözleri daha iyi anlama” ihtimali ne demektir?
Bir sözü daha iyi anlamanın her zaman daha hayırlı olmak anlamına da gelmeyebilmesi üzerinde düşünmeye hazır mıyız? Sözü daha iyi anlamak o sözün kişiyi ne kadar ilgilendirdiğiyle de ilgilidir. Sözü anlamak ile sözü kabul etmek, söze iman etmek de aynı anlama gelmeyebilir nitekim.
Yerlilik hassasiyeti biraz abartıldığında Anadolu’da İslam da dahil olmak üzere her türlü düşünceye, dine, geleneğe bir gümrük uygulamak gerekecekti. Oysa fikirlere karşı işleyen etkili bir gümrük yoktur. Hangi fikrin hangi coğrafyada ne kadar etkili olacağına yine o coğrafyanın sakinlerinin ihtiyaçları, algıları, kabulleri veya talepleri karar verir. Neticede bir yabancı fikir bir toplumda okunduğu andan itibaren artık o toplumun geleneğine de belirli nispetlerde ya kabul görerek ya reddedilerek dahil olmuştur.
Tercüme hareketlerinden, Türk okuyucusu dünyanın her tarafından üretilmiş efkara gereken değeri vermek, kulak kesilmek, anlamaya çalışmak noktasında rüştünü ispatlamış bir okur olduğu söylenebilir.
Taha Abdurrahman’ın fikirleri ise henüz yeni yeni okunuyor aslında. Henüz tam olarak ne dediği ve Müslüman Türk okuruna söylediği belli olmuş değil. Ancak onun hakkındaki ilk okumada veya (hermenötikçilerin ontolojik bir aşama olarak görüp adlandırdığı şekliyle) ön-anlamada, söylediklerinin tekabül ettiği çok önemli şeyler var.
Bu konum büyük ölçüde Türkiye’de İslami düşünce veya felsefe ile Müslümanların siyasi, ahlaki veya toplumsal pratikleri arasında bir süredir iyice açılmış olduğunu düşündükleri mesafeyi kapatma arzusuna denk düşüyor. İhtimal ki bu durum Müslümanlar için bir tür yaratıcı paradigmatik kriz ortamını da işaret ediyor.
Taha Abdurrahman’a duyulan ilgi ve beklenti onun bütün düşünsel veya ahlaki sorunlarımıza geliştirdiği sihirli formüllerle dokunup çözmesi değil elbet. Bu konuda gerek belli dönemlerdeki tercüme faaliyetleriyle gerek kendi içinden gelişen düşünce hareketlerine ne kadar rol atfetmeleri gerektiği hususunda yeterli bir bilinç düzeyi oluşmuş olduğunu düşünüyorum.
Ancak kabul edelim ki son zamanlarda teori ve pratik, bilgi ve eylem, siyaset ve değerler arasında pratikte açılan mesafeler Müslümanlarda durumu kabullenmeyen ama sağlıklı bir sonuç da vermeyen duygular oluşturuyor; biraz melankolik, biraz nostaljik, biraz ütopik, yer yer (aslında hepsine de sinmiş şekilleriyle) kinik duygular. Böyle zamanlarda bu tür duyguların etkisiyle de olsa çok sorular birikir. Dinin veya teorinin eski cevapları ne kadar mantıklı olsa da yeni tecrübelerle ve yeni bir dille telaffuz edilen yeni soruları doyurucu bir biçimde karşılayamaz. Sorular biriktikçe bir tür paradigmatik krize götürür ve bu krizler yeni arayışlara sevk eder.
Çağımızın dünyası fikir otoritelerini, yazarları, hatta din adamlarını çok hızlı tüketen bir ortam sunuyor. Üstüne bir de sosyal medyanın herkesi herkesle yüzgöz eden havası katıldığında insanların bir dönem umut bağladıkları, bütün sorularının cevaplarını bulduklarını düşündükleri figürlerin birkaç gün içinde madara olduklarını görmek de bambaşka bir etki yapıyordur.
Necdet Subaşı “din yorgunluğu” diye bir durumda bahsediyordu ama bu yorgunluk sadece dine ait bir konu değil, genel olarak “hakikat” ile ilgili bir sorun. O yüzden bu ortam “post-truth” (hakikat-sonrası) kavramını kolayca ilham edebiliyor. Tabi İslam’ın en temel ahlaki ve itikadi meselelerini bir magazin konusuna çevirip tükettiren sosyal medya ilahiyatçılarımızın bu cıvık ortamın oluşmasına topyekûn katkısı da ortada. Aslında bu cıvık ortamın ilham ettiği post-truth algısı veya din yorgunluğu hissiyatına karşılık insanlarda ciddi ve yaratıcı bir endişenin var olduğu da Taha Abdurrahman’a gösterilen ilgide kendini belli etmiş oluyor.
Çünkü Taha Abdurrahman’da insanların ilk hissettikleri şey ilahi vahye dair hissettiği ve hissettirdiği inanç, samimiyet ve ciddiyettir. Dahası onun felsefeye olan ilgisinde batıya karşı itirafçı gibi davranan ve sefil-müflis batı medeniyetine meydan okumak dururken sözümona eleştirellik adına İslam’ı tarihselleştirerek, kurum ve değerlerini içerden tahrip eden mezkur ilahiyatçıların tavrından eser yok.
Aksine o İslam’ı bir din olarak, bir gelenek ve değerler kaynağı olarak ve muhtemel bir İslam düşüncesi için zengin bir kavramsal hazine olarak işaret eden hakedilmiş özgüveniyle Batıya da meydan okuyan etkili bir düşünür olarak temayüz ediyor. İman ve amelin, düşünce ve eylemin, ahlak ve siyasetin birliğini savunurken bilgiyi batılılar gibi bir güç kaynağı olarak değil bir emanet olarak, bir sorumluluk yüklenmeye dair yaradanla bir sözleşme (misak) olarak alıyor ve bütün düşüncesini bunun üzerine kuruyor.
Dahası onun bütün eserlerinde adeta geometrik bir yapı inşası gibi ilerleyen mantıklı düşünme yoluna onu sevkeden duygusal-siyasi motivasyona işaret etmekten hiç geri durmuyor. Ki, bu motivasyon onu ilmiyle amil kılan, bilgi ile eylem arasındaki, düşünce ile siyaset arasındaki mesafeleri kapatan felsefi stratejisini de ortaya koyuyor. O motivasyon Kudüs’ün işgal edilmiş olması, Müslümanların Siyonist batı medeniyeti karşısındaki mağlup ve işgal edilmişlik durumu.
1967 yılında yaşadığı bu travma onun için İslam adına, Müslümanlar adına birşeyler yapmaya sevketmiştir. Yapabildiği şey şimdi karşımıza bütün felsefesiyle, duruşuyla Taha Abdurrahman olarak ortaya çıkan bir mesajı işlemek olmuştur.
Ankara’daki son konferansında kendini bugün Gazze’ye soykırım olarak tezahür eden mutlak kötülüğe karşı bir fikir nöbetçisi olarak konumlandırmak tam da bu mesajın veciz ifadesiydi. Bilahare buradan devam edelim.