(Tebliğ Tarzında Sosyal ve Yeterli Bir Modelimiz Var mı?)
Sayın Hamza Türkmen. Özel FM’deki konuşmanızı on dakikası hariç dinledim. On dört sene evvel İslam’ı seçtiğimde Mevdudi özellikle Seyit Kutup inancımın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. “Yoldaki İşaretler”, “Kur’ana Göre Dört Terim” defalarca okuduğum kitaplar arasındadır. Bu kitaplardan öğrendiğim tevhidi 14 senedir eşimle birlikte diri tutmaya çalışıyoruz. Tabii ilk yıllarda çevremizde tanıdıklarımıza öğrendiklerimizi anlatmaya çalıştık; ama hep yalnız kaldık.
Sizce ölçüleri hayata geçirme noktasında insanlar neden duyarsız, bence safların ayrılmamasından, şehit Seyit Kutub’un dediği gibi sahte İslam tabelası, sahte Müslümanlık ortadan kalkmadıkça, inanın ne biz ne de siz hiç bir şey anlatamayız. İnsanlara bakıyoruz ya rububiyette ya uluhiyette Allah’a ortak koşuyorlar. Kendimize en yakın gördüklerimizde bile şaşılacak yalnışlar görüyoruz, mesela Peygamber’den şefaat istenmesi tevhide aykırıdır. Sizin bu konuda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
s.a.
Sayın Aslı hanım, size ve eşinize Allah'ın rahmetini ve şefaatini dilerim.
Uzun yıllar anlattığınız ama değişmesine vesile olamadığınız çevrenizden bahsediyorsunuz. Nuh (a)'ın şikayetine benziyor yakınmanız. Bazıları da Yunus (a) gibi kızıp gidiyor; ama sonradan tövbe edip işin sünnetine göre çalışma ayarını da yakalayamıyor.
Bizim hâdimiz ve ölçümüzün kaynağı Kur'an'ı Kerim’dir; itikadi kabullerimizin bilgisi ve ölçüsü de ondadır. Yüce Kitabımız'da Rasulullah (s)'ın veya Rasullerin şefaati ile ilgili herhangi bir bilgi yok. Mutlak şefaatin Allah'a ait olduğu diğer değerlendirmelerin de bu muhkem ölçü ile okunması gerektiği bildiriliyor. Ve Rabbimiz, gayb konusunda zannın (veya zanni rivayetlerin) Hak'tan hiç bir şey ifade etmediğini bildiriyor.
Dindarlık fıtri bir haslet. Ancak Müslümanlar tarihi süreç içinde bu duygularını, Kitab'tan ve sahih gelenekten öğrendiklerine bazı ruhçu veya maddeci telakkiler ve inançlar katarak bulandırmışlar.
Bakın daha ilk surelerden olan Müddesir'de Rabbimiz Sakar (Cehennem) üzerinde 19 var ve onun sayısını inkar edenler için o bir fitnedir diyerek, o gaybi bilgi karşısında insanların tutumuna göre Mekke ahalisini tasniflemiş: a. Buna inanan Kitap verilenler, b. İmanı artan iman edenler, c. Kalplerinde hastalık bulunanlar d. Kafirler.
"Ben Müslüman'ım" dedikten sonra bizler de yakın çevremizi ve içinde yaşadığımız toplumu tahlil etmeliyiz. Bir tarih, toplum ve durum değerlendirmesi kaçınılmaz. İnsanların çoğu ben Müslümanım diyor; ama kimlikleri ne kadar vahyin aydınlığı ile duru hale getirmiş. Hani Rabbimiz diyor ya "Onların çoğu şirk koşmadan inanmazlar" diye. Gerçekten namaz kılanlarımızın bile kimlikleri ne kadar milliyetçilikten, bâtinilikten, vesilecilikten, ruhçuluktan, dünyaperestlikten veya memleketçilikten ayrışabilmiş? Çevremizde kendini İslam'a nispet edenler çok; ama onların halleri Hucurat suresi 14. deki bedevilerden farklı mı?
Anamız-babamız olsa dahi kimlikler açısından durum değerlendirmesi önemli. Namaz kılanları bile "fahşadan alıkoyan namaz bilinci" için yeniden kazanmamız gerekli. Rabbimiz o yüzden Nisa 136'da gösterdiği gibi iman edenleri yeniden iman etmeye davet etmemiz gerekli. Ama bunun için de tedriciliği veya safhayı gözetmek, üslup ve yeterlilik elzem.
Tarih, toplum ve durum tespitinden bahsettim. Bizler vahyi hakikati ve adaleti yönetimde ve eğitimde ayakta tutan bir ümmet olmaktan 5-6 asırdır uzaklaşmışız. Avrupa emperyalizmi üzerimize çullanmadan zaten biz kendi cahiliyetimiz içinde hastalıklı hale gelmişiz. Mağlubiyetlerimizin nedeni dış amillerden çok iç amiller, iç cahiliye. O halde dış mikroba tepki gösterirken, iç cahiliyyemizi gidermeyi de öncelemeli, Kur'an'ın ölçüleri ve mesajı ile yeniden şereflenmeli, bu konudaki örneğimiz olan Rasulullah (s)'ın Sünnetini doğru kavramalıyız.
Ama Nuh (a)'ın donanım ve adanmışlık kıvamını örnek almadan, onun karşılık bulamayan gayretlerini kendimize de benzeterek kendi zaaflarımıza ve eksikliğimize bahane üretmemeliyiz. Türkiye'de tevhidi bilinç ve Kur'ani bakış açısı yeni. Sizin bahsettiğiniz kitapları ilk okumaya başladığınız dönemlerde veya bir zaman daha önce bir filizlenme oldu. Bu çökmüş ve dağılmış tarihimize baktığımızda çok önemli bir çıkış. Bilinçlenmeye adım atıldı; ama Seyyid Kutub'un uğrunda şehit olduğu tezi yani "Yeniden Kur'an Neslini İnşa Etmek" ideali modelleşemedi. Hani Rabbimiz “Aranızda hayırlarda yarışan, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir ümmet olsun” diyor ya. Vahyi ölçüler ve istişari zeminde böyle bir model kurma yaşına, yani rüşt yaşına henüz Türkiyeli Müslümanlar ulaşamadı. Bizler en fazla temyiz veya buluğ yaşına yaklaşmışız. Önemli olan rüşt yaşı. Henüz oraya ulaşamamışız. Dolayısıyla başarısızlığımızı biraz da bu açıdan değerlendirsek, kollektif olarak yani hakikatin şahitleri olarak rüşd yaşına nasıl ulaşacağız diye sorsak ve istişari dayanışmalarımızı artırsak…