İSLAMİYETTE AHLAK ve KADIN
İslamiyet Gerçeği
Osmanlı kültürü, din ve özellikle de İslam düşmanı olan, İslam'a ilerlemeci tarih anlayışı ve pozitivist bilimsel bilgi penceresinden bakan Erdoğan Aydın, Alevi kökenli olup teist ve ateist eğilimlere sapan isimlerden birisidir. Ayrıca Erdoğan, Alevi kimliğinin İslam ile irtibatlandırılmasına karşı çıkmaktadır. Batıcı paradigmaya iman ettikleri halde Kürt milliyetçiliğine meyleden tutumu nedeniyle Cumhuriyet gazetesi yazarlığından kovulmuştur.
"İslamiyette Ahlak ve Kadın" kitabı dışında, "Nasıl Müslüman Olduk? ", "Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi", "Milliyetçilik: Türkiye'nin Çıkmazı", "Kur'an ve Din İslamiyet Gerçeği", "İslamcılık ve Din Politikaları, Aleviliği ne yapmalı?", "Öteki Tarih, Kimlik Mücadelesinde Alevilik" kitapları yazarın diğer kitapları.
İlk baskısı Kaynak yayınlarından çıkan "İslamiyette Ahlak ve Kadın İslamiyet Gerçeği III" adlı eser Kırmızı Yayınları tarafından yeniden okuyucuyla buluşturulmuş. On bir bölümden oluşan eser, aynı havayı koklayan, aynı kaynaktan beslenen, ayrıca Atatürk büstüne çelenk koyan ilk müftü ve ilk din adamlarından biri olmakla da tarihe geçen Turan Dursun ile ilgili "Araştırma ve İnceleme Ödülü" almış.
Kitap, Kur'an ve İslam hakkında yeterli bilgisi olmayan insanları, İslam düşmanlığına şartlandırıcı bir kurguyla yazılmış. Biz de İslam ve Kur'an karşıtı bu kitabın önemli bölümlerini özetlemeye çalışacağız ve her özetlediğimiz bölümle ilgili yazılmış kısa eleştiri ve uyarılar sunacağız. İslam'a karşı önyargılar ve karalamalarla dolu olan bu kitabı özetleme şeklinde de olsa gündeme almamızın amacı, "Kahrolsun Şeriat" diye caddelerde bağırtırtılan laik kesimin ve Kemalist solcuların nasıl şartlandırıldığını sergileyebilmektir.
Türkçede töre, evrensel olarak da etik ve moral sözcükleriyle eş anlamlı olan ahlakın, esas olarak toplumsal bir içeriğe sahip olduğunu söyleyen yazar, ahlakın önsel olarak verilen, yaratılış gereği olan bir davranış olmadığını, sosyo-ekonomik yapı ve insanlık bilincinin gelişimine bağlı olarak oluşan, farklı tarihsel aşamalar ve toplumsal biçimlenişlerde değişiklikler gösteren bir üst yapı kurumu olduğunun vurgusunu yapmaktadır.
Bu nedenle de ahlakın değişmeyen bir kurallar bütünü olup, bunların da tanrısal kaynaklı olduğunu söyleyen dini iddianın tarihsel gerçeklik karşısında hiçbir bilimsel değerinin olmadığı tezini ileri sürmektedir.
[Yazar evrenin ve insanın yaratılışını değil, kendiliğinden oluşunu savunan bir inanç içinde. Ama kendiliğindencilik, tesadüfü ifade eder ki bu da pozitivist yöntemle çelişir.]
Dinsel inanışın aksine ahlak değerlerinin on binlerce yıllık süreç içinde ve sosyo-ekonomik yapıda ki değişimlere bağlı olduğunu söyleyen yazar, kandaş aile ilişkilerinde her şeyin o günkü bilinç çerçevesinde ahlaki olduğu gibi ortaklaşa aile döneminde ise önceki dönemin kimi kurallarının ahlak dışı olduğunu söyleyerek, ilk neslin çoğalmasına eleştiri sunarak -özellikle İslam dinine eleştiri getirerek- dinsel mitlerin daha en baştan kendi temelleri ile çeliştiğini vurgular.
[Nisa Suresi'nin ilk ayetinde Rabbimiz insanı bir tek nefisten yarattığını söylemektedir. Buradaki nefis Arapça dil kuralları içinde ne dişil/müennez, ne eril/müzekkerdir. Nefs nötür bir ifadedir. Nefsten yaratılan eş/zevce ise kadını değil erkeği –eril/müzekker- ifade etmektedir. Rabbimizin korunmuş olan vahyini, Arapça dilbilgisi kurallarına göre değil, muharref Yahudi ve Hristiyan mitolojisine göre çözümlemeye çalışan yazar, bu çözümlemesiyle insanlık soyunun ensest ilişkiyle çoğaldığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, yazarın sapma ve saptırmalardan medet uman tutumuna bir delildir. Kaldı ki ilk dönemden bu yana insanın bir beşer ümmeti olarak çoğaldığı, onlardan Allah tarafından seçilen Adem'e isimlerin öğretilmesiyle insanlaşma sürecinin başladığı bilinen bir gerçektir. H. II. Asırda meşhur İslam bilgini Cahız'ın bu konuda son derece açıklayıcı yaklaşımları bilinmektedir ve daha sonraki bir çok müfessirde bu yaklaşımı paylaşmıştır. Yazar ilk neslin çoğalmasıyla ilgili ayetleri sahih gramer çözümlemesiyle değil, yanlış yapılan veya saptırılmış yorumlara sığınarak açıklamaya çalışmaktadır.]
Yazar, tesettürün de yani kadının örtünmesinin de İslam'ın ilk dönemlerinde olmadığını savunarak başta Hz. Ömer olmak üzere Arap aristokrat geleneğinin zorlaması ve Beni Müstakil seferinden sonra Hz. Aişe ile ilgili şüpheler üzerine yaygınlaşan tepkilerin beslediği bağnazlık sonucunda Nur Suresi'nde ki tesettür ayetinin Kur'an'a sokulduğunu söylecek kadar ileri gitmektedir. Bu örnekten kalkarak da İslam dininin bizzat kuruluşunda belirlenmiş ve değişmeyen tanrısal normların olmadığını, içinde bulunduğu topluma ve gelişimlere bağlı olarak İlahi ahlakı izlemediğini ve Arap egemenlerinin ahlakını, görece reformlarla topluma dayattığını ifade etmektedir.
[Yazar Kur'an'ın korunmuşluğu ile ilgili bilgileri bir iddia olarak basite indirgemektedir. Ancak Allah katından gayptan indirilen vahiy; yani ezberlenip yazılarak bir olgu haline gelen Kur'an vakıası, bize ihtilaflara düşen, bu nedenle de birbirine kılıç çeken ilk kuşaktan/sahabelerden bu yana farklı İbadi, Şii, Zeydi, Sünni vd. kanallardan gelmiştir. Farklı ve H. I. asırdan itibaren birbiriyle irtibatı kesilmiş kanallardan 1400 yıl sonra intikal eden Kur'an olgusunun, bize ulaşan farklı nüshalarıyla karşılaştığında hiçbir cümlesi hatta kelimesi kaybolmadan aynen korunmuş olarak intikal eden bir vakıa olduğu ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki Kur'an'ın tesettür bildirimi, Hz. Ömer ve Hz. Aişe'nin işgüzarlığına bağlandığında, bu kişilere ilk dönemden itibaren cephe açmış olan Hz. Ali taraftarları ve Şii fıkhı tarafından reddedilmiş olması gerekirdi. Oysa tesettür, Kur'an'la ve ilk sahabe ile irtibatlı bütün İslami ekollerin farz olarak kabul ettikleri Rabbani bir emirdir.]
Ayrıca İslam dininin sorunların özüne inmeyerek sorunları adaletsizliğin düzeltilmesi ekseninde değil de tamamen öbür dünya korkusu ekseninde insanları disipline eden ve sorunların çözümünü de Allah'a havale eden bir kul karakteri oluşturduğunu belirterek, bu anlayışın sürekli kendinden kötü olanlara karşı şükür mantığıyla toplumsal ilişkilerde adaletsizliklere karşı insanları silahsızlandıran bir anlayış ile pekiştirildiğinin altını çizmektedir.
[Kur'an İbrahim Suresi'nin girişindeki ayette belirtildiği gibi insanları karanlık aydınlığa/hidayete çıkartmak amacıyla indirilmiş bir kitaptır. Bu görev için vahiy Müslümanları dönüştürme/ıslah görevini yükler. Sünnetullah bunu gösterir. Cihad ve gerektiğinde kıtal görevleri de. Yeryüzünü imar etmeye çalışmadan ahireti kazanmanın imkanı yoktur.]
Doğru ahlak normlarının egemenliği ve süregenliğinin, cahil veya öz disiplinden yoksun insanlar üzerinde cennet ve cehennem baskısı yaratarak, kişilerin iç dünyasında aldatıcı bir huzur yanılsaması sağladığını söyleyen yazar düşüncelerinde daha da ileri giderek, İslam'ın ahlak anlayışının Tanrı'ya atfedilen kurullara uygun yaşamak, onun emirlerini yerine getirmek olduğu için bu yaklaşımla insanların erdemli, dürüst ve güvenli bir hayat sürdürmelerine engellediğini, çünkü ahlakın öznesinin insandan Tanrı'ya geçtiğini belirtmektedir.
[Eğer insan tesadüfen oluştu ise, o zaman her insan kendi çevre faktörlerinin biçimlendirdiği bir kültürü ve kapasiteyi taşıyacağı için, oluşan insan beyni ve birikimi kadar farklı çözüm olacaktır. Bu da büyük bir kaos demektir. Ama beyin ve bilgi kapasitesi sınırlı olan insanı bir yaratıcı yarattı ise, onun biyolojik ve pisişik yapısını/fıtratını da en iyi Yaratıcı bilecektir. Yaratıcı olan Allah, insan fıtratını en iyi bilen olarak insanı başı boş bırakmamış vahiy ile ona ilkesel ölçüler bildirmiştir. Ona hayvandan farklı olarak, iyiliğe veya kötülüğe meyletme kapasitesi vermiş, akletme yetisiyle donatmış, vahiyle hidayet yolunu göstermiş ve hayat yolu tercihinde serbest bırakmıştır.]
Yazar dinsel ahlak, modern ahlak ve laik ahlak gibi tanımlar yaparak, dinsel ahlakın tanrının hikmetinden sual olunmaz kalıbıyla sorgulanmadan boyun eğilen bir ahlak olduğunu çünkü bunun karşısında insanların cehennemle korkutulduğunu belirtmektedir. Modern ahlakın ise, bir özgürlük ahlakı olduğunu, burada Tanrısal korkunun değil bizatihi kişisel vicdanın ön planda olduğunu savunmaktadır. Son olarak ise laik ahlak tanımını yaparak, bu ahlakın özgürlük ve sorumluluk, insanın kendi kendisiyle tutarlı olması esasına dayandığını söylemektedir. Ayrıca laik ahlakın kişinin özgürlüğü ve seçme hakkını güvence altına aldığını, ve bu yüzden de hem dinsel iktidarlara hem de bu iktidarlar karşısında insanı kullaştıran dinsel ahlaka karşı çok mücadele ederek, çok bedeller ödemek zorunda kaldığının altını çizmektedir. Bu yüzden de başta emperyalist ve yerel egemenlerin karşısına bilinç ve cesaretle dikilerek, dinlerin sahte cennet ve ahlak safsatalarına karşı mücadele edilmesi gerektiğinin altını çizmektedir.
Kitabın ikinci bölümünde İslamiyet'in ahlak açısından genel niteliğini inceleyen yazar, dinsel mantığa göre iyilikler gibi kötülükleri de Allah'ın yarattığını üstelik bu yaratışta kötülüklerin daha çok, ahlaksızlık eğiliminin de daha baskın olduğunu söyleyerek, ahlaktan söz etmeye en az hakları olan ideolojilerin dinler olduğunu savunmaktadır.
Yazar, imanın insanlara kulluk ahlakını empoze ettiğini ve bu yaklaşımın aynı zamanda insanın ahlaki temelini zayıflattığını söylemektedir. Zariyat Suresi 56. ayeti örnek göstererek, krallarla tebaaları, köle ile sahipleri arasındaki ilişki ile Tanrı-insan ilişkisini özdeşleştirerek, bu tür bir ilişki ağının insan onuruna aykırı olduğunu, insanları dayatılan kurallara uymak veya cezalandırmak seçenekleriyle karşı karşıya bırakan bir ilişki tarzının çağdaş ve demokratik insanlık ahlakı nezdinde kabul edilemez bir tutum olduğunu ifade etmektedir.
[Allah iyiliği de kötülüğü de imtihan olalım diye yaratmış, fıtratımızı iyilikle bütünleşme ve huzura erme kapasitesiyle donatmış ve vahiyle iyiliğe ulaşmanın yolunu da göstermiştir. Gerisi insanın ihtiyarına; yani özgür iradesine kalmış bir sınavdır. İnsan ya nefsindeki/fıtratındaki kötüye meyletme özelliğine ya da zalim insanların egemenlik kurmak istediği sapmalara veya zulüm sistemlerine boyun eğecek ve nefsine ya da kullara kul olacaktır. Veya insan, nefsinin ve kulların boğunduruğundan/köleliliğinden kurtulup kendini yaratan Allah'a kul olmaya yönelerek fıtratıyla barışık bir özgürlüğü seçecektir. Allah Kur'an'da insanları ezenlerin/müstekbirlerin yanında değil, ezilenlerin/müstezafların yanında yer alıp onlara yardım etmeye çağırır. Batılı pradigmada özgürlük tek anlama gelmemektedir. Özgürlük anlamında insanların zulmünü ve dayatmalarını aşmaya freedom, her türlü sınırı aşıp kendi yapısını da zina, sarhoşluk, eroin, bencillik ve her türlü zalimlikle bütünleştirme olayına da emansipasyon denmektedir. Yazarın özgürlük anlayışı, şeytanlaşmayı, ben-merkezciliği veya firavunlaşmayı ifade eden emansipasyon kavramıyla örtüşmektedir. Ayrıca 51/56. ayette bahsedilen Allah'a kulluk, kötülükten ve insana insanın kulluğundan arınmayı ve yaratılış kanununa uymayı ifade etmektedir.]
Ayrıca yazar Allah'ın halkın egemenliğini kabul etmemesinin günümüz ahlaki değerlerine ters düştüğünü, emperyalistlerin bile demokrasilere tahammül etmeyi öğrenmeye başladığı dünyamızda, Onun hala –haşa- köleci dönem bağnazlığıyla insanları selle, yıldırımla, depremle, ateşe atmakla, süresiz yakmakla tehdit etmesinin anlamsızlığı üzerinde durarak, günümüz bilgisayarla donanmış, bilim felsefesini kavramış çağdaş bir insan açısından din kitaplarının çizdiği tanrı imgesinin avutucu bir inanç olmasının dışında bir anlam taşımadığını söylemektedir. Ahlak değerlerinin dayanağının Tanrı korkusu olduğu yerde, özgürlükten, insan değerlerinden söz etmenin mümkün olmadığını söyleyerek, laik eğitimin amacının insanda var olan özgürlük, sorumluluk bilincini uyandırmak, insan olmanın, insana saygı duymanın bilincini sağlamak olduğunu ifade etmektedir.
İslam'ın hoşgörülü bir din olduğu iddiasını çürütmeye çalışan yazar, aksine İslam tarihinin de tıptı Hıristiyanlık gibi, tek suçları dinin farklı yorumlarına inanmak olan milyonlarca kişinin katledilmesi örnekleriyle dolu olduğunu savunmaktadır.
[Kur'an'da Allah işleri insanların istişaresine/katılımına bırakmıştır. Dolayısıyla yazarın demagojisine göre siyasi yönetim, Allah'ın değil insanların tercihlerine aittir. Allah sadece yönetimle ilgili vahyi ilkeler bildirir. İsteyen uyar isteyen uymaz. Hz. Muhammed'den gelen bir ifade ile 'Nasılsanız öğle idare olunursunuz'. Din'de zorlama yoktur. Ama Allah ilkelerine uyulmadığında yaşanacak haksızlığın akibetini/cezasını da hatırlatır. ABD ve SSCB veya Çin gibi Firavunlaşan beşeri yönetimler ise kendi iradelerine uymayan insanları yargılamadan sürgünlerle, silahla veya nükleer bombalarla öldürmüşlerdir ve öldürmektedirler.]
İslamcı ahlak açısından kölecilik mantığını inceleyen yazar, İslam'ın köleci mantığı savunduğunu söyleyerek, Kur'an'ın köleleri aşağı cins olarak satılabilir, kiraya verilebilir, armağan edilebilir ve miras yolu ile babadan oğula geçebilir bir meta olarak gördüğünü ve onların, efendilerinin tüm işlerini angarya biçiminde yerine getirmesini normal karşıladığını söylemektedir.
Modern ahlak ve İslami ahlak açısından kölelerin durumunu değerlendiren yazara göre, modern ahlak, savaş dönemlerinde zaman zaman çiğnenmesine rağmen, savaş esirlerinin insan olmaları gereği haklarının güvenceye alındığını ve bu bağlamda imzalanan uluslararası anlaşmalara göre esirlere işkence yapılamayacağı, angaryaya koşulamayacakları kararlaştırılmış ve insanca yaşam standartlarında giyindirilip, beslenmeleri zorunlu kılınmıştır. Buna karşılık kendini tanrısal, bütün zamanlar için tek doğru ve en ahlaklı sistem ilan eden İslamiyet'in ise, bizzat esirlerin köle yapılmasını, fidye bedeli olarak tecavüze uğramalarını, mülk olarak sahiplenilerek alınıp, satılmalarını kendi ahlak standartlarında meşru gördüğünün altını çizmektedir.
Rabbimizin Rabb ve Mevla isimlerine de dil uzatan yazar, bu isimlerden yola çıkarak, Rabb ve Mevla isimlerinin kölelerin efendisi, köle sahibi anlamlarını içerdiğini belirterek, İslamiyet'in toplum hiyerarşi tasarımının da bu çerçevede bilinçlendiğini söylemektedir. Çok eski zamanlarda yaşayan toplumlarda bile olmayan köleliğin İslamiyet'te meşrulaştırıldığını söyleyen yazar ayrıca İ.Ö. 18. yüzyılda, yani İslamiyet'ten 2400 yıl önce ilan edilen Hammurabi Yasalarında, kölelerin tıpkı İslamiyet'te olduğu gibi efendisinin mutlak mülkiyetinde olduğunu, yine İ.Ö. 15. yüzyılda yani İslamiyet'ten 2100 yıl önce Hititlerde kölenin hırsızlık yaptığında burnunun, kulağının kesilmesiyle beraber bunların yanında yine de bu toplumlarda kölelerin İslamiyet'ten daha ileri de bazı haklara sahip olduğunu savunmaktadır.
[Kur'an'da köleliği ve cariyeliği özendiren tek bir ima yoktur. Kur'an'daki bu kavramlar, fıtratlarına zulmeden veya zulme uğrayan bugünkü homoseksüelleri veya genelev kadınlarını rehabilite ve ıslah edecek bir sürecin gerekliliği çerçevesinde ele alınırlar. Kur'an'da köle ve cariye statüsünde bulunanlar da mükelleftirler, hukuki hakları vardır ve bu statünün iptaline yönelik vurgular söz konusudur. Müslümanların tarihinde bu statüyü kurumlaştıran, İslam değil, sermayedarlar, diktatörler, ideologlar gibi insanları kendilerine kul edinmeye çalışan ve firavunlaşmayı ifade eden saltanat rejimleridir. Yazar da İslam'a ait olanları saptırmada bir ideolog gibi davranmaktadır.]
İslam'ın kadına bakışına da eleştiri getiren yazara göre, diğer dinler gibi İslam'ın da kadını aşağıladığını, Kur'an'ın insan diye hep ilk ve asli dünya yaratığı saydığı erkeğe seslendiğini söyler. Yaşamdaki düzenlemelerde esas muhatabın hep erkek olduğu, kadına seslenilen istisna ayetlerde ise daha ziyade kadının erkeğe itaat etmesi, namusunu nasıl koruyacağını ve Tanrı'nın Kur'an'da emir bildirirken de kadınları muhatap almadığını söyler. Ve Tanrı'nın yarattığı kadın eksik ve erkek içindir. Bu yüzden Tanrı erkeğe seslenir ve onlara kadınlara ne şekilde, nasıl davranılacağı, onların nasıl denetlenip güdüleceklerini anlatır. Ayrıca öbür dünya nimetlerinden de bahsedilirken muhatabın hep erkek olduğunu söyler.
İslamiyet'in kadın konusundaki haksız yaklaşımlarından birinin de miras olduğu tespitine giden yazar, yine şahitlik konusunda da kadının aşağılandığını belirtir. Ayrıca erkeğin Allah'ın suretinde yaratıldığı ve peygamberlerinde Tanrı'nın temsilcisi olarak sadece erkeklerden yaratılmış olmasını kadının erkek için yaratıldığının göstergesi olmakla beraber kadının küçümsendiğine dair Necm Suresi 21-22. ayetleri delil olarak gösteriyor.
Uluslararası hukuk karşısında pek çok noktada geri kalmış olan Türk Medeni Yasası'nın bile, İslam'ın kadın anlayışından çok daha ileride olduğunu söyleyen yazar, kadın şeytanın tuzağıdır, kadın eğri, zararlı, fitneci, küfürbaz, nankör, uğursuz, kötü, eksik akıllı, kedi, köpek, at gibi hayvanlarla, tarlayla, mallarla özdeş kullanılarak, faydalanılacak bir mal olarak görüldüğü için Şeriatın kadına bakış açısının Frenklerden daha olumsuz olduğunun altını çizmektedir.
Ayrıca Kur'an'da yer alan Nisa Suresi'nin kadınlar anlamını taşımasına rağmen bu suredeki ayetlere eleştiri getirerek Nisa Suresi'nin tamamen erkeklerin haklarına savunan bir sure olduğunu söyler.
[Yazar İslam düşmanı oryantalistlerin ezberini tekrarlayarak, kültüre veya yanlış insani yorumlara ait olanı, vahye aitmiş gibi göstererek Samirilik yapmaktadır. İlkin şu gerçeği ortaya koymak gereklidir. İnsan soyu olarak yaratılan ilk NEFS kadınsı veya erkeksi değildir. İkincisi Kur'an vahyinin hitap ettiği muhatap erkek veya kadın değil insan/nas dır. Üçüncüsü Kur'an iman edenleri kadın ve erkek olarak -mümin ve mümine- birbirlerinin dostu, velisi kabul eder. Dördüncüsü, Müslümanların -kadın ve erkek- işleri istişare/şura iledir; yani birlikte karar alırlar. Rasulullah'ın 'Ben ve Benimle beraber olanlar' diye zikredilen arkadaşları hem kadın hem erkektir. İlk toplu eğitim evi Daru'l Erkam'da da Müslümanların Kabe'ye doğru gerçekleştirdikleri ilk toplu eylemde de saflarda erkekler de vardı kadınlar da. Kur'an'da sadece ticari aktivite içinde unutma şartına bağlı olarak yedek şahit olarak 2. bir kadından bahsedilmesi dışında -2 şahit değil-, diğer şahitlikler konusunda kadın ve erkek ayrımı hiç yapılmamıştır. Kadın ve erkek arasındaki fark zihinsel, düşünsel ve hukuki eşitlik bağlamında değil, biyo-psikolojik açıdandır. Ayrıca 53/21-22. ayetler müşriklerin saçmalığı ile ilgilidir. Yazar da bu saçmalığa katılmıştır.]
Nisa Suresi üçüncü ayetin açılımını yapan yazar, İslamiyet'in erkeğin hoşuna giden kadınlardan dört tane almasına izin vermesini İslamiyet'in aşka olan yabancılığı ile açıklık getiriyor. Ve İslam'ın bunu yaparken de savunma olarak geliştirdiği İslam öncesi toplumda insanların çok evlilik yaptığı ve bunu sınırlamak içinde dörde indirilmesi şeklindeki yorumları kadına yapılan bir saygısızlık olarak değerlendiriyor. Şeriatın kadınlara hiçbir hak tanımadığını, kadının erkeğin huzur ve sükune kavuşması, onun doğal ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış diğer mallar gibi bir mal olarak kabul ettiğini söylemektedir.
[Kur'an'da evlikle huzur ve sukuna kavuşma kadın için de erkek için de geçerli olduğu halde, yazar bu ayeti de saptırmıştır. 4/3. ayetteki vurgu bir abartıyı vurgulamak için 4 kadın değil, dörder kadındır. Bu konuda da Allah insan iradesini sınamakta ve adeleti gözetenler için mevcutla yetinmeyi veya bir tane ile evlenmeyi önermektedir. Bir evlilik dışında özel hallerde diğer evlilik olayına ise İslam fıkhı açıklık getirmiştir; ama bu konu da başta saltanat rejimleri ve insan nefsi tarafından istismar edilmiştir. Bu istismarı biz Batılı yaşam tarzında toplu seks, eş değişimi, ensest ilişkiler veya metres edinme şekillerinde alabildiğince görmekteyiz.]
Yazar Hz. Peygamber'inde evliliklerine eleştiri sunarak peygamberin adeta kendisine bir harem kurduğunu söyleyerek Hz. Peygamberi şehvetine düşkün bir kişilik olarak yansıtmaktadır.
İslamiyet'te nikah sözleşmesi olarak kabul edilen mehrin de kadının kadrini yükselten bir uygulama olmadığını, aksine kadının cinsel kimliği ve kişiliğinin satın alınmasına karşılık bir bedel olduğunu ifade etmektedir.
[Hz. Muhammed 25 yaşında kendisinden yaşlı olan Hz. Hatice ile evlenmiş ve Hz. Hatice'nin vefatına kadar da böyle yaşamıştır. Daha sonraki evlilikleri ise Medine'de değişik kavim ve kabilelerle irtibatın yani uluslar arası hukukun tarihsel gerekliliklerine göre veya himaye anlayışı ile yapılmıştır. Rasulullah'ın gecesini gündüzüne kattığı aktif inkılap mücadelesi içinde bu ilişkileri haremi değil, özel bir hukuku ifade etmektedir. Kadına hak olarak tanınan mehri ise 'başlık parası'na çeviren anlayış bir firavunlaşma tutumunu ifade eder.]
İslami ailede tarafların birbirleri karşısındaki hak ve görevlerinin de kesin bir eşitsizlik ekseninde belirlendiğini, haşa kadının Allah'la ilişkisinin erkek bağlantılı bir ilişki olduğunu, dolayısıyla da kadının kocasına karşı sorumluluklarının Allah'a karşı sorumluluğunun önüne geçtiğini dile getiren yazar bu söylemini de muharref geleneğin din adına ürettiği mevzu hadislerle örneklendirmektedir.
İslam'da boşanma hukukunun da tamamen erkeğe verildiğini savunan Erdoğan, bu konuda İslam'ın sadece erkeğin iki dudağı arasından çıkacak söze baktığını ve yine çocuk konusunda da Kur'an'ın her koşulda erkekten yana bir tavır aldığını söyleyerek bunu da kadına verilen mehir karşılığı kadından faydalanmak olarak değerlendirmektedir.
[Müslümanların işleriyle ilgili genel istişare kullanımı Kur'an'da 2 yerde geçerken, istişarenin 3. kullanımı aile ilişkileriyle ilgilidir: 2/233. Nikah erkek ve kadın arasında hür iradeleriyle icap ve kabul ifadeleriyle yapılan bir anlaşma olduğu gibi, boşanma da iki tarafın iradesiyle alakalı bir hukuki durumdur. Kaldı ki Kur'an'da boşanma iki dudakla alakası olmayan bir süreçtir.]
İslam'ın tesettür anlayışına da dil uzatmaktan geri durmayan yazar, İslam'ın kadının tesettürünü hep cinsellik bağlamında ele aldığını hatta kadının yabancı erkeğe karşı olan örtünmesinde, gözü görenle görmeyen arasında bile fark gözetmediğini belirtmektedir. İslamiyet'in asırlar boyu süren tahakkümüne rağmen oysa halkların, kendi doğal kültürünü, örneğin türkülerde yansıtmaktan ve bu doğallık içinde, üstelik pek çoğu kadın ağzından olan türkülerin, hayatın doğal parçası olan cinselliğe de yer vermekten geri durmadığını türkülerden seçtiği örneklerle gösteren yazar, fakat insan duyarlılığının en uç en sıcak ifadelerinden biri olan aşkın Kur'an'da tek bir defa bile geçmediğini eleştirmektedir.
Yazar günümüz İslamcı kızların öğrenim, daha ötesi üniversite öğrenimi görmelerinin dinin tesettür mantığı içinde olanaksız olduğunun altını çizmekte ve kitabının sonuç bölümünde dinin kendi yapısından gelen koşullanmaların ağırlığına dikkat çekerek eğitim için başını açmak zorunda kalan kızların bile öbür dünyada nasıl yanacaklarının düşlerini gördüklerini ve okusalar da okumasalar da tam bir kişilik parçalanması sürecini yaşadıklarını söylemektedir.
[Cinsellik fıtri bir olgu. Bu eğilimimizi yok saymak mümkün değil. Ancak cinselliğin ölçüsünü ve sınırını bu fıtratı yaratan mı bilir, yoksa sınırlı insan aklı ve hazları mı bilir? Örtünün hikmetini ise insanı kapitalist tüketim reklamlarında iç gıcıklayıcı bir istismar nesnesi olarak kullanma iradesine karşı koyamayan beşerler anlayamaz. Tesettür fıtratımızı en iyi bilen Rabbimizin bize bağışladığı bir ölçü ve kadının kişiliğini ön plana geçiren bir formdur.]
Bu bağlamda köleci dönem kültürünün bir ifadesi olarak şeriatın, günümüz atmosferinde yaşayan taraftarlarını ruhsal sıkıntılara sokma potansiyelinin açık olduğunu ve bütün bu varsayımlardan yola çıkarak günümüz değerleri açısından İslam dininin kabul edilemez bir ahlaki özellik taşıdığını söyleyen yazar, ilerlemeci tarih anlayışını ve bilimsellik tabusunu ve insan iradesini kutsayan / tanrılaştıran Batılı paradigmanın bir misyoneri olarak konuşmaktadır. Oysa evrensel gerçeği ve adaletin hikmetini bilen yaratılmış ve sınırlı olan insan aklı değil, evreni yaratan sonsuz, sınırsız, Rahim ve Rahman olan Yaratıcımızdır.
Sorun bize 25 milyar ışık hızı ötesinden kuant gönderdiğini keşfedebildiğimiz uçsuz bucaksız ve hepsi de bir KADER /ölçü üzerinde işleyen evrenin kendiliğinden ve tesadüfen mi oluştuğu; yoksa bir amaçla ve bir Yaratıcı tarafından mı yaratıldığı ile ilgilidir. İşte yazarın önce sınanması gereken soru budur.
ZEHRA ÇOMAKLI TÜRKMEN
Haksöz-Haber