Belki bugüne kadar çokça yazılıp çizildi. Hemen herkes bir şeyler söyledi. Daha çok da belli lobi faaliyetleri yürüten kesimler (genellikle İran lobisi) içlerinde bulundukları çıkmazlardan çıkış yolunu sadece umarsızca saldırma ve iftira atma ile gerçekleşebileceğini düşünmüş olmalılar ki düzinelerce iftira ve komplo yalanları ile Suriye’deki direnişi karalamaya itibarsızlaştırmaya çalıştılar ve halen de tüm güçleriyle çalışıyorlar.
Tek tek ele almaya kalksak belki de her biri bir yazının konusu olacak o kadar çok gelişme yaşandı. Hepsi birbiriyle bağlantılı bu dezenformasyon çabalarının sahiplerinin atladığı şey en başta adaletti zulmü ve katliamı görmezden gelmekti ve bunun yanında tam tersine zalime katile destek vermekti.
Bu tutarsızlık üzerine kurulmuş olan inanç ve eylem bütünlüğü geçen on yedi ay içerisinde günden güne daha da trajik durumlara düştü. İslami camia öteden beri kendi öz eleştirisini sağlıklı ve tutarlı zeminlerde yapamamış durumdaydı (ve halen de aynı durumdadır).
Burada asıl tartışılması gereken şey mevcut tüm bilgi ve birikimlerin Kuran’ın süzgeç ve ıslahından nasıl ve ne şekilde geçirileceği ya da bazı kesimler için bu birikimlere dokunulup dokunulamayacağıdır.
En temelde tartışılmaz olan Kur’an ve Rasulün buna uygun örnekliği olması gerekirken bunların yanına eklenen tüm eklentiler gerek kişisel sorunlar gerek grup fetişizmi ve gerekse mezhebi kaygı ve inanışlar paradigmayı ifsaddan yana bozmuştur.
Bir zamanlar bir şekilde oturulan koltuklar ya da elde edilen mevki ve makamların gelip geçiciliği ortadayken bunlara tamahta ısrar etmek en başta insanlığa karşı yapılan bir ayıptır.
On yedi aydan beri süren Suriye intifadası ve bu süreçte İran’ın takındığı tavır ile alakalı olarak olayın nerelere kadar yansıdığı ve İran üzerine düşünüşleri nasıl ve ne şekilde etkilediğinin anlaşılması açısından bir köşe yazısından söz etmemiz lazım.
Sapanca’da haftalık olarak çıkan Yeni Ses isimli gazetenin yine haftada bir yazan yazarlarından Ali Çelik’de son yazısını bu konuya ayırmış.”Ümmetin Hayal kırıklığı İran” başlıklı yazı hem yer aldığı haftalık yerel bir gazete olması ve hem de taşıdığı endişeler açısından değerlendirilmeyi hak ediyor.
Hak ediyor ki hem konunun yakıcılığı daha iyi anlaşılsın ve İran’ın ve İran’ın bu tavrını örtmeye çalışan müslümanların kendilerine çeki düzen vermelerine yol açabilsin.
Yazar 79 devriminden sonra müslümanların hamiliğine soyunması umulan İran ile ilgili bilhassa Suriye direnişinde aldığı tavırdan sonra nasıl bir duygu çöküşü yaşandığını vurguluyor.
Yazının orta paragrafında;
“Kuruluş gayesini İslam'a hizmet olarak tanımlayan bir ülkenin nasıl ulus çıkarlarını islamın ve müslümanların önünde gördüğünü acı bir şekilde öğrendik. İran'ın "Halkını katleden, Esad'a verdiği desteğinde göremediğimiz bir nokta mı var acaba?" diye epeyce bekledik. Ama her gün ölen sivil insanların ve en önemlisi, inancımız gereği masum olarak gördüğümüz çocuklardan her gün onlarcasının ölmesini stratejik bir hesaba vuramayacağımızı da biliyorduk. "Ama sizin göremediğiniz noktalar var..." şeklinde başlayan cümle sahiplerinin, ölen çocukları göremeyecek kadar körleşip, gördükleri şeyleri çok merak ediyorum doğrusu... Üstün zekâları ile çözümledikleri stratejilerinde, ölen masumların yeri neresi acaba?” diyen yazar aynı zamanda yaşanan psikolojik kırılma ve yarılmanın boyutlarına da işaret etmiş oluyor.
İşte bahsetmiş olduğumuz köşe yazısının tamamı:
“Ümmetin hayalkırıklığı:İran...
Osmanlının, çok geniş bir coğrafyaya yayılan İslam topluluklarının koruyuculuğunu yaptığı dönemler, imparatorluğun yıkılması ile tarih sayfalarında kaldı. Yerine kurulan genç cumhuriyetin de hiç bir zaman İslam coğrafyasının hamiliğini yapmak gibi bir niyeti olmadı. Yapılan devrimler diğer İslam ülkeleri ile aramızda olan kültürel bağları da zayıflatarak yönümüzü batıya döndürdü. Bunun iyi ya da kötü bir gelişme olup olmaması konumuz değil...
Osmanlı'nın çöküşünden sonra Türkiye'nin de içinde bulunduğu İslam coğrafyasının resmi ideolojileri, ümmetçi bir yaklaşımdan ziyade bir ulus devleti mantığı güttüler. Ulus devleti ciddi bir kabul gördüğü bir dönemde, 1979 da İran'da Humeyni'nin liderliğini yaptığı bir halk ayaklanması ile şahlık dönemi son buldu. İran'ın yeni lideri Ülkenin adını "İran İslam Cumhuriyeti" olarak değiştirdi. Ciddi bir mezhepsel ayrılığa rağmen, bu devrim İslam dünyasında heyecan ile karşılandı.
İslami hassasiyeti olan herkes, adının içinde "İslam" sözcüğünün barındıran bir devletin, her zaman mazlumların yanında olacağını düşündü. İrancı damgası yeme riskine rağmen, Müslümanlar Humeyni'den ve İran'dan övgüyle bahsettiler. Hatta o kadar ki, İran'ın geliştirdiği silahların ABD'yi rahatsız etmesi bile İran'ı seven, sevmeyen herkeste garip bir memnuniyet havası oluşturdu. Çünkü bizim varsayımımıza göre Müslüman'ın silahı Müslüman'a dönmezdi... Biraz tedirgin olsak ta, bilinçaltımızda İran'ın yeri hep başkaydı. Ama İran'ın bilinçaltını hiç hesaba katamamıştık.
İran, zaman zaman batı ile restleşmeleri ile hem dünya, hem de bizim gündemimize otururdu. Fakat İran, bu sıralarda Suriye'de halkını katleden, bir diktatöre verdiği destek ile gündemimize girdi. Suriye; İran için ümmetçilik ile ulusçuluk ve mezhepçilik arasında bir ayraç oldu.
Kuruluş gayesini İslam'a hizmet olarak tanımlayan bir ülkenin nasıl ulus çıkarlarını islamın ve müslümanların önünde gördüğünü acı bir şekilde öğrendik. İran'ın "Halkını katleden, Esad'a verdiği desteğinde göremediğimiz bir nokta mı var acaba?" diye epeyce bekledik. Ama her gün ölen sivil insanların ve en önemlisi, inancımız gereği masum olarak gördüğümüz çocuklardan her gün onlarcasının ölmesini stratejik bir hesaba vuramayacağımızı da biliyorduk. "Ama sizin göremediğiniz noktalar var..." şeklinde başlayan cümle sahiplerinin, ölen çocukları göremeyecek kadar körleşip, gördükleri şeyleri çok merak ediyorum doğrusu... Üstün zekâları ile çözümledikleri stratejilerinde, ölen masumların yeri neresi acaba?
İran'ın ve savunucularının güttükleri mantığın aynısını takip ederek, Emevilerin, müslümanları stratejik olarak toparladığını, İslam topraklarını genişlettiğini, bu yüzden Hz. Hüseyin'in Kerbela'da katledilmesinin çok da önemli olmadığını mı savunmalıyım? Asla... Suriye'nin masumları da, Kerbela çölünde sıkıştırılmış olan Hz. Hüseyin ve beraberindekiler kadar masum ve çaresizdirler. O yüzden mitinglerinde sürekli olarak "Bizim Allah'tan başka kimimiz, kimsemiz yoktur" diye haykırmaktadırlar.
Stratejiler konusunda zayıf olan beynim, hiç bir masumun stratejilere feda edilemeyeceğini bilecek kadar çalışıyor. Benim inancım; "Bir masumun ölmesi, bir dünyanın ölmesi gibidir" ölçüsünden besleniyor.
Evet... İran, İslam ümmeti için tam bir hayal kırıklığı... İran'ın desteği ile akıtılan masumların kanları, İran'ın adındaki "İslam" sözcüğünü çoktan silmiş durumda. “
Şimdi artık sözün bittiği yerdeyiz belki. Ciddi bir iddiası olmayan, küçük bir ilçedeki mütevazi bir haftalık yerel gazetede çıkan bir köşe yazısı çok da dikkate değer bulunmayabilir. Ama şurası unutulmamalıdır ki İran’ın Suriye intifadasında gösterdiği bu tavrın yarattığı olumsuzluğun etkileri belki çok daha derinlerde ve uzaklarda da konuşuluyor, değerlendiriliyor.