Başörtüsü dolayısıyla yol ayrımına gelmiş bulunan liberaller yekpare, homojen bir blok değillerdir. Paradigmatik olanlar yanında salt politik olanlar var ve bunları da "Anglo-sakson", "Frankofon", "Sol ve sosyalist kökenden gelme", "milliyetçi kökenden gelme" olanlar ve "İslamiyet'in paradigmatik olarak liberal felsefe ile uyuştuğunu zanneden muhafazakâr" liberaller olmak üzere beş ana gruba ayırmak mümkün. Bunların sosyo-politik gelişmeler karşısındaki tutumları farklıdır.
Nitekim bu ayırımı yapmayacak olursak gerçeği çarpıtmış, mesela başörtüsü yasağına kategorik olarak karşı çıkan ve her alanda özgürlüğü savunanlara haksızlık yapmış oluruz.
AK Parti 2002'de iktidara geldiğinde bu her beş grubun üzerine bir şemsiye açtı. Yeni iktidar, demokrasi ve özgürleştirme vaadinin süslediği bir atmosfer oluşturdu. İşkenceye sıfır tolerans tanındı, Kürt sorununu telaffuz etti, Alevilerin yaşadığı sorunların altını çizdi, AB yolunda önemli mesafe aldı, Kıbrıs politikasında köklü değişiklikler yaptı, çetelerin üzerine gitti -ve elbette yapılabileceği daha nice şeyi de yap(a)madı-, ama en azından bu iktidarın referans çerçevesinin modern kent, AB üyelik süreci ve küresel duyargalar olduğu anlaşıldı. Ve belki de tarihlerinde ilk defa liberal aydınlar bir iktidar tarafından el üstünde tutuldu, merkezci medya zaman tüneline girip yüzyıl öncesine dönerken, bu dönemde liberaller altın çağlarını yaşadı.
AK Parti iktidarının ve sivil özgürlükçü cemaatlerin liberal aydınlara hayırhah bakmalarının anlaşılır sebepleri var. Liberal felsefenin ana vurgusu özgürlüktür ve bu felsefeden beslenenleri tarihte öne çıkaran, özgürlük uğruna verdikleri mücadelelerdir. Birçok alanda -temel felsefi varsayımlar düzeyinde, varlık, insan ve hayatın derin anlamı konularında- İslam ile liberal felsefe arasında anlaşmazlık varsa da, "herkese özgürlük" -yani herkesin kendi varoluşsal anlam ve amacını yaşayabileceği ortama sahip olması anlamında fikri ve politik özgürlük ortak paydadır. Bu açıdan özellikle 1990'ların ortalarından itibaren Türkiye'de kendini "liberal" tanımlayan aydınlarla Müslüman entelektüeller arasında gözlenen politik yakınlaşma doğaldı.
Zımni konsensüs şuydu: Bütün toplumsal kesimlere demokrasi ve özgürlük, daha çok demokrasi ve özgürlük. Kırmızı çizgiler de şunlardı: Kendine özgürlük, şartlı özgürlük, pazarlığa konu özgürlük olmamalıydı. Yüksek ahlaki ilkeler üzerine anlaşıldığında, herkes özgür yaşayabilir. Kimse bir başkası üzerine baskı kurmasın, kimse bir başkasını tanımlamaya kalkışmasın, kimse bir başkasını kendi inancına, düşüncesine veya yaşama biçimine zorlamasın. Herkes konuşsun ve herkes bir başkasının özgürlük alanına tecavüze yeltenmeden özgürce yaşayabilsin. Bu hem politik bir değer hem ahlaki bir erdemdi(r). Hiç kimsenin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünün bedeli, alternatifi veya pazarlık konusu değildir. Türkiye veya Yunanistan'daki azınlıkların mütekabiliyet ilkesi gereğince cezalandırılmasının bir benzeri olarak "benim özgürlük talebim karşılanmadıkça senin talebin de karşılanmasın" bu ahlaki konsensüsü bozucu bir pazarlıktır.
Durum böyleyken, AK Parti'yi zor bir zamanda "bir kısım liberaller ve demokratlar" tabir caizse neden yarı yolda bıraktılar? AK Parti'ye ilişkin eleştirilerimi ve AB üyelik süreciyle ilgili kısmi rezervlerimi koruyarak, şunu soruyorum: Yan çizen liberaller ve demokrat aydınlar, AK Parti'den daha özgürlükçü bir iktidar mı bekliyorlar? CHP'ye mi umut bağlıyorlar? Yoksa YDH gibi bir parti mi kurup özgürlükleri sağlayacaklarını mı düşünüyorlar?
Öyle değilse, peki ne oldu da, bir kısmı özgürlük bildirisine imza atmadı ya da "üçüncü yol" adı altında aslında bizi geçen yüzyıla ait arkaik bir politik anakronizme davet etti? Politik işbirliği işlevselliğini mi kaybetti, yoksa paradigmaları mı buraya kadar özgürlükçüydü? Bu ıskalanmaması gereken bir sorudur, zira yarının dünyasının alacağı şekil bu sorunun cevabıyla ilgilidir.
Zaman