Bir İman ve İnsanlık İmtihanı Olarak Muhacirler

Kimliklerini, aidiyetlerini etnik, coğrafi, ulusal tasniflemelere göre değil, yalnızca akide temelinde tanımlama şerefine sahip Müslümanlar olarak Rabbimizin emaneti olan muhacirlere ensar olma bilincini yaygınlaştırmalıyız.

HAKSÖZ HABER

Uluslararası siyasi zeminde göçmen ya da mülteci kavramıyla tanımlanan, kendi literatürümüzde ise muhacir kavramıyla ifade ettiğimiz insanların, insanlarımızın yaşadıkları sorunlar, karşılaştıkları güçlükler tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye gündeminde de yoğun bir şekilde tartışılmakta. Genelde hukuki ve aynı zamanda iktisadi ve siyasi bir sorun olarak algılanan, daha ötesi bir güvenlik sorunu alanı olarak tanımlanan bu konu derin siyasi ayrışmalara, çatışan tutumlara, kimi zaman kirli, tehlikeli ittifaklara ve yaygın biçimde nefret ve düşmanlık politikalarına zemin oluşturabiliyor. Aslında tüm insanlık âlemi gibi içinde yaşadığımız toplum da muhacirler üzerinden imtihan ediliyor. Birileri insanlığıyla sınava tabi tutulurken, bizler de imanımızla, inandığımızı iddia ettiğimiz değerlerimiz ve kimliğimizle ağır bir imtihandan geçiyoruz. 

Suriyeli muhacirler konusu nüfus yoğunluğu itibariyle doğal olarak belirleyici bir pozisyona oturmakla beraber, bu sıkıntı, bu sorun sadece Suriyeli muhacirleri ilzam eden ve onlardan ibaret bir sorun değil. Bilhassa müminler için ateş topuna dönmüş coğrafyamızda zulümden, katliamdan kaçıp nefes alabileceği bir sığınak arayan türlü beldelerden kardeşlerimizin sayısının giderek arttığına şahit oluyoruz. Sayısal artış beraberinde sıkıntıların da çoğalmasını getiriyor. Türkiye’nin insani ve hukuki temelde iyi belirlenmiş bir muhaceret mevzuatının bulunmayışı gerçeği ise güvenlik riskleriyle birleştiğinde sorunların birikip, adeta kartopu gibi büyümesine yol açıyor.

Tüm bu zorluk ve olumsuzluklar, insanlıktan nasip almamış hasta ruhlu tiplerin ve ırkçı yaklaşım ve tezlerin de katkısıyla homurdanmalara, kışkırtmalara, zaman zaman provokatif eylemlere dönüştürülebiliyor. Adeta her türlü kötülüğün, bu ülkede yaşanmakta olan iktisadi ve siyasi tüm sıkıntıların kaynağı şeklinde resmedilmeleri neticesinde çaresiz, korumasız insanlar insanlık dışı saldırıların hedefi haline getirilebiliyorlar. İşte son günlerde yeniden ısıtılan bir gerilim unsuru olarak Suriyeli mülteciler meselesinin Türkiye gündeminin ön sıralarına taşındığına şahitlik ediyoruz.

İktisadi Ya da Siyasi Olmaktan Önce Zihinsel ve Ahlaki Bir Sorun

Çok şükür, toplumsal yapıda ekseriyeti oluşturmamakla beraber, hatırı sayılır bir kitle oldukları da görmezden gelinemeyecek bir kesimin bu ülkeye ilk geldikleri günden beri Suriyeli mülteciler üzerinden düşmanca bir tutum geliştirdikleri, bu konu üzerinden sürekli biçimde gerilim meydana getirmek, fitne çıkartmak çabası içerisinde oldukları biliniyor.

Çirkin ve ayıp olduğuna kuşku yok elbette ama bu durum pek de şaşırtıcı sayılmaz! Şöyle ki bu kadar büyük toplumsal hareketlilikler söz konusu olduğunda en azından iktisadi sıkıntılar, gerilimler üzerinden her toplumda mutlaka tartışmalar, itirazlar, karşı kampanyalar yaşanır. Üstelik Türkiye gibi derinden kutuplaşmış bir ülkede bu durumun çok daha fazla karşılık bulacağı kesindir. Nitekim ekonomik gelişmişliğin zirvesindeki ülkelerde dahi sürekli biçimde göçmen sorunlarının gündemi işgal ettiğini görüyoruz. Göçmenlerin sayısal olarak çok küçük bir azınlık teşkil ettikleri ülkelerde dahi ırkçılık, yabancı düşmanlığı sürekli biçimde tırmanmakta.

Bu manada 3 milyondan fazla Suriyeli muhacirin kısa bir süre içinde yerleştiği Türkiye’de bu tür tali tartışmalar bir yana, aslında ciddi manada bir kriz yaşanmadığı, toplumsal yapının bu insanları yabancı muamelesine tabi tutmaksızın içselleştirdiği görülmekte. Bu durumun yaşanmasında elbette devletin sahiplenici, genel manada destekleyici politikaları çok belirleyici olmakla beraber, en temelde toplumun Suriyeli göçmenleri yabancı olarak görmekten ziyade Müslümanlık temelinde kabullenmesinin, kardeş ve misafir olarak algılamasının belirleyici rol oynadığını görmek lazım.

Buna karşın belli kesimlerin, çevrelerin ise başından itibaren muhalefet geliştirdiği, adeta maraza çıkartmak için vesile aradıkları ise sır değil. Kendileri işsiz, aç, evsiz oldukları halde yabancılara bu imkânların cömert bir şekilde tanındığından, ülkenin kıt kaynaklarının yabancılara peşkeş çekildiğinden şikâyet ediyorlar. Göçmenlerin hırsızlık, uğursuzluk getirdiği, suça bulaştıkları, terör ortamına zemin oluşturdukları vb. iddiaları tekrarlayıp duruyorlar.

Bu insanların bir kısmı İslam kardeşliğinden nasip almamış, hatta insanlıktan da bihaber zavallı yığınlar. Her toplumda bu tür kesimler bulunur. Şuur eksikliği ile birlikte cehaletin de etkisiyle kendilerince ürettikleri sığ ve saçma ama basitliğinden ötürü insanları etkileme potansiyeli yüksek söylentiler, iddialar üzerinden gerilim üretebiliyorlar. Sosyal medya denilen iletişim ortamının da adeta bu yangına körükle gitmeye vesile olduğunu, en basit, en uyduruk yalanların dahi rahatlıkla tedavüle sokulup, düşmanlıkların köpürtülmesine zemin hazırlanabildiğini görüyoruz. 

Ne gariptir ki Suriyeli işçiler yüzünden maaşına zam alamadığından yakınanlar, mahallelerine gelen mülteciler yüzünden ev sahiplerinin kirayı artırdığından şikâyet edenler faturayı Suriyeli garibanlara kesiyorlar. Oysa maaşlarına zam yapmayan patronları da kirayı artıran ev sahipleri de Suriyeli olmayıp Türkiyelidir, yani fırsatçılık yapanlar kendi vatandaşlarıdır! Ama ne hikmetse zihinsel azgelişmişlik illetinden muzdarip bu kesimler nezdinde ırkçı-ulusalcı bir yaklaşımla Türklük, Türkiyelilik bir dayanışma ve hatta övünme kaynağı olarak algılanırken, çaresiz, mazlum insanlar kin ve öfke nöbetlerinin hedefi haline gelebiliyorlar!   

Yazık ki kendini dindar sayan bazı insanlar da zaman zaman bu kirli, çirkin kampanyaya dâhil olabiliyorlar. Dinî hassasiyeti ulusal sınırların içine hapsolmuş kimileri “Yabancılardan bize ne!” diye düşünebiliyor. Öyle ki Rablerine el açıp yöneldiklerinde dahi ülke sınırları ile ve kendi vatandaşlarıyla sınırlı dualar eden bir zihniyetin ortaya çıkardığı garip görüntülere şahit olabiliyoruz.

Oysa İslam’ın ölçüsü bellidir. Buhari ve Müslim’in naklettikleri bir hadiste Resulullah’ın (s) “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyleri, ehl-i iman kardeşi için de arzu edip istemedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz.” buyurduğunu hemen herkes bilir ve üstelik sürekli de tekrarlar. Ne var ki zihinsel azgelişmişlik ve akidevi çarpıklık burada da devreye girip gerçeğin net biçimde algılanması önünde engel teşkil edebiliyor. Sonuçta ulusalcılığın ne kadar büyük bir illet, bir zehir olduğunu buradan da tespit etmek gerekiyor. Şüphesiz Allah’ın arzında, Allah’ın kulları arasında etnik, coğrafi ayrımları esas alan tasniflere gitmek ümmet bilincinden nasip almamışlık demektir ki Allahu Teâlâ “Müslümanım” diyen herkesi bu hastalıktan, bu zehirden korusun!

İslami Kimliğe Düşmanlığın Bir Yansıması Olarak Muhacir Düşmanlığı

‘Yabancı düşmanlığı’ adı verilen sorunun, bilhassa İslami bilinçten de uzaklık söz konusu olduğunda toplumun sosyo-ekonomik açıdan zayıf kesimleri arasında kolay yaygınlaşabilen bir hastalık olduğu biliniyor. Geçim sorunları, evsizlik, işsizlik, yoksulluk, eğitim seviyesinin düşüklüğü ve benzeri olumsuzluklarla daha fazla yüz yüze olan toplum kesimlerine bu hastalığın daha rahat sirayet ettiği açık. Bununla birlikte gündemi daha çok belirleyenlerin muhacirlere karşı ideolojik rahatsızlık duyan kesimler olduğu görülmekte. Yaşadığımız ülkede laik-Kemalist ideolojik kültürün ve Alevi fanatizminin etkisiyle hatırı sayılır oranda mevcut bulunan İslami kimlik alerjisine sahip çevreler bu noktada gayet etkin konumdalar.

Bu kesim ilk andan itibaren İslami harekete duyduğu kin ve Esed zalimine beslediği sempati yüzünden Suriye direnişine düşman bir tutum takındı ve bunun bir tezahürü olarak da Suriyeli mültecileri sürekli biçimde hedef aldı. İlaveten bu kirli kampanyaların organizasyonunda mülteciler üzerinden iktidara muhalefet geliştirme mantığının da şu veya bu oranda etkili olduğu da bilinen bir husustur.

Örneğin geçtiğimiz günlerde ‘adalet’ talebiyle yola koyulan ana muhalefet partisi liderinin seçim meydanlarında Suriyeli muhacirler üzerinden nasıl kampanya yürüttüğünü, düşmanca söylemler geliştirdiğini hatırlıyoruz. Aynı şekilde Sinan Oğan gibi ulusalcı birtakım siyasilerin nasıl gençleri tahrike yönelttiği de Cumhuriyet’inden, Birgün’üne, Sözcü’süne kadar İslami kimliğe düşmanlık ekseninde ortaklaşmış çeşitli basın organlarının aynı yalanları nasıl köpürttükleri de defalarca görüldü.  

İlginç ama şaşırtıcı sayılmaması gereken bir tablo çıkıyor karşımıza. Avrupa’ya baktığımızda hatta dünyanın her yerinde, muhacirlere, göçmenlere ilişkin olarak sağcı-faşist çevrelerin düşmanlık politikası geliştirdiklerini görüyoruz. Türkiye’de ise sağcı-milliyetçi çevrelerden de kimilerinin katılımıyla birlikte,   genelde kendilerini ilerici-modern diye niteleyen, sol kültürden etkilenmiş kesimlerin Suriyeli mültecilere düşmanlık eğilimi geliştirdikleri görülmekte. Burada da belirleyici olan etkenin İslami kimliğe ve ümmet aidiyetine duyulan tepkiden, öfkeden kaynaklandığını görmek durumundayız.

Aslında tüm bu manzara bize kimlik meselesinin ne kadar hassas ve belirleyici olduğunu gösteriyor. İnsanı insan yapan, şerefli ve ayrıcalıklı kılan değerlerin gayrı ihtiyari yüklenmiş şeylerden, bilinçsiz aidiyetlerden kaynaklanmadığını, ancak iradi biçimde sahiplenilerek elde edilebileceğini görüyoruz. Ve bir kere daha İslam kardeşliğinin ne kadar insanı yücelten, insanı sıradan bir canlı, öylesine bir mahlûk olmaktan çıkarıp insan yapan, değerli kılan bir bilinç ve kimlik kazandırdığına şahitlik ediyoruz.

Muhacirler Gündemimizde Daha Fazla Yer Almalı!

Tam bu noktada Müslümanlar olarak muhacirler konusunu daha yoğun ve sıkı bir şekilde gündemimize almamız gerektiğini görmek durumundayız. Sadece Suriyeli kardeşlerimizle ilgili değil, bu beldeye sığınmış tüm muhacirlere yönelik sorumluluklarımız var bizim. Kabul etmek gerekir ki devletin muhacirlerle ilgili belirgin bir politikasının bulunmayışı bu alanda devasa sorunların, sıkıntıların yaşanmasına yol açmaktadır. Bu ülkeyi güvenilir liman belleyip bin bir zorlukları aşıp gelmiş kardeşlerimiz akıl almaz sıkıntılara maruz kalabilmekte, hatta değişen konjonktüre bağlı olarak kaçıp geldikleri ülkelere teslim edilme zulmüyle bile karşılaşabilmekteler.

Ne yazık ki elan Yabancılar Şubesi koğuşlarında ve havaalanlarının transfer kısımlarında pek çok muhacir kardeşimiz çile çekmektedir. Ayrıca ülkenin çeşitli şehirlerindeki göçmen kamplarında pek çok Müslüman zorunlu ikamete tabi tutulmuş durumdadır ve yine sayısız kardeşimiz yasal belge yetersizliğinden ötürü kaçak durumundadır.

Şüphesiz tüm bu sıkıntıların muhatapları bizim kendileriyle sorumlu olduğumuz, imtihan edildiğimiz, kendilerine sahip çıkmamız gereken kardeşlerimiz, Rabbimizin bize emanetleridir. İnançlarından, kimliklerinden ötürü bunca zorluk içinde kıvranırlarken, hiçbir şey yokmuş gibi davranmamız söz konusu olamaz. İktidarın muhacir kardeşlerimize yönelik olarak köhnemiş mevzuatı gerekçe göstererek sorumluluktan kaçmaya dönük yaklaşımlarını sorgulamak ve sorgulatmakla mükellefiz.

Eğer soruna İslami kardeşlik perspektifinden bakılıyorsa inançta tutarlılığın gereği olarak, yok eğer hukuk devleti ekseninden hareket edilecekse de evrensel insan hakları ilkesi uyarınca bu alanda ortaya çıkan engellerin, zorlukların, sınırlamaların süratle giderilmesi için çabalarımızı yoğunlaştırmalı ve devlet politikasına hâkim gözüken nemelazımcı, umursamaz yaklaşımın terk edilmesine dönük talepler geliştirmeliyiz. Kimliklerini, aidiyetlerini etnik, coğrafi, ulusal tasniflemelere göre değil, yalnızca akide temelinde tanımlama şerefine sahip Müslümanlar olarak Rabbimizin emaneti olan muhacirlere ensar olma bilincini her zeminde yaygınlaştırıp güçlendirerek sahip çıkmalıyız.

Bu Yazı Haklsöz Dergisinin Temmuz 2017 Sayısından İktibas Edilmiştir.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı