HAKSÖZ-HABER
10 Kasım törenlerinde daha bir ayyuka çıkan Atatürk'ü kutsama manzaraları Nutuk hatmine kadar vardırıldı. Selahaddin E. Çakırgil, ancak ilkel kabilelerde rastlanabilecek bu iğrenç manzaraları ve utandırıcı köleleştirme ameliyelerini yorumluyor:
***
Kutsala Savaş Açan Laikler, ‘Laik Kutsalcılığın Fetişist Pençesi’nde
Tv. ekranlarında, hele de 29 Ekim’den 10 Kasım’a kadar devam eden yayınlarda -resmî yayın olan TRT kanallarını bile sollayan ve özel bazı özel kanallarda- daha bir çılgınlığa dönüşen bir sosyal şartlandırma, -daha doğrusu-, sosyal ilkelleştirme, ahmaklaştırma ve köleleştirmeye yönelik bir propaganda seferberliği bu yıl daha bir yoğunlaştı.
Bazı çevrelerin iddiasına göre, bu durum, Tayyib Erdoğan’da, varolduğunu veya giderek daha bir hissettiklerini iddia ettikleri otoriter yönetim anlayışına karşı çıkmak isteğinden kuvvet alıyor..
Tuhaf bir anlayış..
Diyelim ki, öyle..
Bir otoriterlik ihtimali veya iddiasına karşı, diktatörlüğü üzerinde tartışılmasına bile gerek kalmıyan, ve de 75 sene öncelerde hayattan çekilmiş bir kişiye, onun hâtırâ ve fikirlerine veya onun kurduğu diktatorial yapıya, sisteme sığınmak arzusunda ne gibi bir mantık var?
Yoksa, kendisine normal yollarla karşı konulmakta zorluk çekileceği korkusu ve aczi yaşanılan bir kimseye karşı çıkabilmek için, korkulukları harekete geçirmek ümidiyle, totaliter anlayışın bir sembol ismine sığınmaktan meded ummak mı sözkonusu..
Bu izah akla daha yakın gözüküyor.
*
Ama, yine de, bu görüntünün, modernlik adına yapılıyor olması yok mu, işte burası çekilmiyor..
Düşünelim ki, tam da bugünlerde, Çin Komünist Partisi’nin kongresini yapılıyordu.. 1,5 milyarı bulan nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan bu ülkede, 86 milyon üyesi olan Çin Komünist Partisi’nin kongresinde bile, hayret edilecek bir şekilde, geçmiş yıllarda görülenin tersine, tek bir Mao fotoğrafı bile yoktu.. Bir takım bayraklar ve orak-çekiç gibi bir takım komünist sembolleri vardı, ama, hiç bir fotoğrafa yer verilmemişti..
Bizde ise..
Üç çeyrek yüzyıl öncelerde ölmüş bir siyasî lider için, televizyonlarda ve diğer medya organlarında bir toplumu fetişizmin, putperestliğin gayya kuyularına yuvarlayacak yığınla öyle laflar- iddialar vardı ki; bunlarla bir yığın ve sürü olarak görülen halk kitleleri, âdetâ, zâhiren ölmüş gibi gözüken bir tanrının ölümsüzlüğüne inandırılmaya çalışılıyor gibiydi..
90 yıla yaklaşan bir zaman dilimi boyunca, bir tek adam figürü, ismi, resmi, büst ve heykellerinin her tarafta olmasıyla yetinilmemişçesine, medyada da, hele de ekranlarda daha bir yoğun ilgi oluşturulmaya çalışılıyordu.. Sanki, siyasî iktidarın, devlet yönetimine 90 yıldır el koymuş kadroların elinden o fiilî hâkimiyetlerini çekip alacağı korkusuna bir tepki olarak, ‘Biz varız ve yine de biz hâkimiz.. Siz ise, bize hizmet etmekte diğerlerinden daha başarılı kadrolarsınız, o kadar!..’ mesajı verilmeye çalışılıyor gibiydi..
Siyasî iktidar da bu durumdan rahatsız olduğu gibi bir görüntü vermiyordu.
Başbakan, yurt dışındaydı ve 74 yıl boyunca, ilk kez, bu 10 Kasım’da Başbakan’ın yer almaması bile bağışlanamaz bir ihmal olarak nitelendi, ama, Abdullah Gül ve Bülend Arınç, tavırları ve hele de yaptıkları konuşmalarla, ‘resmî ideolojinin ikonlaştırılmış ismi’ etrafında oluşturulan şahısperestlik / kişiye tapınma ubûdiyetine bağlananları hayrete düşüren ve hayran bırakacak bir tablo sergilemekte gerçekten de ‘usta’ idiler!!
Bu, bir taktik miydi; yoksa gerçekten de sosyal bünyeye ârız olan dayatmaları bertaraf edelim ve değiştirelim derken, kendileri mi değişmiştiler? Ya da, yıllarca kendi inançlarına korkunç savaşlar verdiğine inandıkları bir anlayışın sembol ismine karşı, ‘celladına âşık olmak’ gibi veya ‘Stockholm Sendromu’denilen bir hâle mi düşmüşlerdi?
*
Son çağın romen asıllı ünlü tiyatro yazarı Eugene İonescu’nun bir eserinde canladırılan bir diktatör- kral tipini hatırlatan bir tablo canlanıyordu, insanın gözü önünde..
Her tarafta, kralın ismi, resmi, heykeli..
Bütün caddeler, okullar, stadyumlar, hastahaneler, postahaneler ve pastahanelerden, hattâ yol kenarındaki ağaçlara ve bununla da yetinilmeyip ağaçların büyük dallarına bile kralın isim ve değişik unvan ve sıfatlarının verilmesi şeklindeki çılgınlığı hatırlatan bir ilkellik..
Böylesine bir ‘ikon’laştırmadan, kutsamadan sonra, kişinin normal bir insan gibi algılanmasının zorluğu da ortada..
*
Sovyetler Birliği’nde çeyrek yüzyıl kadar Dışişleri Bakanlığı yapan Andrei Gromiko hâtırâtında, Stalin’in ölüm yatağında olduğu ânları aktarır.. Komünist sistemin en üst yöneticilerinden oluşan bütün Politbüroüyeleri Şef’in yatağı etrafında bir araya gelmişlerdir ve acılar çektiği anlaşılan Stalin’in başı, sonunda bir yana düşüverir.. Artık, nefes alıp vermiyordur, ‘Yüce Şef’leri..
Şaşkına dönerler, kocaman kocaman adamlar..
Gromiko -özetle- der ki, ‘Bu, olacak şey değildi.. Tanrı’mız ölmüştü!.’
Evet, olacak şey değildir ve tanrılarının öldüğünü görünce, korkunç bir ruhî travma yaşarlar, şaşkınlaşır- şapşallaşırlar, ne yapacaklarını düşünemiyecek hale gelirler.. Çünkü, her şeyi bilen, her şeye muktedir olan, her şeyin nasıl yapılacağına dair işareti, ışığı kendisinden aldıkları ‘tanrı’ları artık ölmüştür..
Bu, korkunç bir haldir.. Ama, bu dönem uzun sürmez.. Hayat devam etmektedir..
İktidarın güçlü ismi olarak bir kaç kişi sivrilir, ama, Kruşçef göğüsler ipi..
Ve daha ilginci, 1953’de ölen Stalin’in mumyalanmış cesedi, 1956’da, yani ölümünden sadece 3 sene sonra, Nikita Kruşçef’in yaptığı ve Stalin’i tarihlerinin en utanç verici ve en korkunç despotu olarak niteleyen ünlü konuşmasıyla, Kremlin Duvarı’ndaki yerinden çıkarılıp, Moskova çöplüğüne bile atılır.. Ki, Stalin’in ölümü ânında, başucunda bekleyen ve ‘tanrılarının ölümü’nü izleyip şaşkına dönmüş liderlerden birisi de, Kruşçef idi..
*
Gönül isterdi ki, toplumumuz da artık, bu ilkellikten vazgeçsin, kişileri putlaştırmaktan, ilahlaştırmaktan vazgeçsin..
Ama, yazık ki, o noktaya henüz de ulaşamadık..
Utandırıcı ve hattâ iğrendirici bir ilkellik sergilemeyi sürdürüyoruz..
(...)
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...