Sabah bizim berber Celal’e gittim.
Dükkânında elektronik müzik çalan, telefonunda zil sesi olarak dünyanın ünlü DJ’lerinin hiç duymadığım parçaları olan, üstünde tuhaf yazılar bulunan tişörtler giyen, hafta sonları sosyetenin uğrak yerlerine gidip hafta içinde para kazanmaya uğraşan, eşine pek rastlanmamış bir mahalle berberi Celal.
Baktım çok üzgündü.
“Neyin var,” dedim, “Fenerbahçe şampiyonluğu kaybetti,” dedi.
“Fenerli misin sen?”
“Galatasaraylıyım.”
“Eee, niye üzülüyorsun?”
“Abi ne diyorsun, İstanbul bir milyar dolar kaybetti, Fener şampiyon olsaydı bütün Fenerliler sokakları doldururdu, barlara, lokantalara giderdi, tıraş olurdu, piyasa canlanırdı. Şimdi bir ay evlerinden çıkmazlar... Ben ekonomiyi düşünüyorum.”
Biz beraberce ekonomi için dertlenirken İran’da yapılan anlaşmanın ayrıntıları yayınlanıyordu televizyonda.
Türkiye Başbakanı Erdoğan ile Brezilya Başkanı Lula, İran’ı “uranyum takasına” ikna etmişlerdi.
İran, elindeki “nükleer bomba yapmaya” imkân veren uranyumu Türkiye’ye teslim edecek karşılığında daha az “etkili” uranyum alacaktı.
Dünyanın en ciddi sorunlarından birini “iki lider” çözmüşlerdi.
“Amerika-İran” savaşı, “İsrail’in İran’ı bombalaması”, “Birleşmiş Milletler’in İran’a ambargo koyması” gibi ürkütücü ihtimaller içeren bir anlaşmazlık, barışçı bir şekilde çözüme ulaşmıştı.
Ve, bu uzlaşmada Türkiye Brezilya’yla birlikte çok önemli bir rol oynamıştı.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Türkiye’yi bir “dünya ülkesi” haline getiriyorlar ve sadece Türkiye’nin değil komşu ülkelerin sorunlarını çözmekte de çok aktif davranıyorlardı.
Yunanistan’la yapılan “tarihî” anlaşmaların dumanı tüterken İran’da başka bir “tarihî” gelişmenin altında gene Türkiye’nin imzası vardı.
Türkiye’nin Batı’dan koparak Müslüman dünyaya savrulacağından endişe edenler “Türkiye eksen mi değiştiriyor” diye sorarken, Türkiye Brezilya ile birlikte yeni bir “eksen” oluşturuyordu.
Hem Batı’ya hem Doğu’ya açılan bu eksenin merkezinde ise Türkiye duruyordu.
Kuvvetli, kararlı, akıllı bir dış politikanın sonuçları ortaya çıkıyordu.
Tabii, işin bir de matrak yanı vardı.
Dünyanın bütün sorunlarını çözmeye “aday” olan Türkiye ve Başbakan Erdoğan, bu sorunların çoğunu gerçekten de çözüyordu ama çözemedikleri bir sorun vardı.
O da Türkiye’nin Kürt sorunuydu.
Erdoğan, Amerika-İran anlaşmazlığını çözebiliyordu ama kendi ülkesinin Kürt meselesini çözemiyordu.
Dünyadaki sorunlar karşısında bu kadar kararlı ve güvenli durabilen Erdoğan iş kendi ülkesindeki Kürt meselesine geline kararlılığını ve güvenini yitiriyordu.
Erdoğan’ın “dünyada büyük bir lider”, ülkesinde ise “çaresiz bir başbakan” olmasındaki çelişkinin şaşırtıcılığından konuşurken CHP kanadından büyük bomba patladı.
Kemal Kılıçdaroğlu, “başkanlığa” adaylığını koyduğunu açıkladı.
Deniz Baykal’ın en yakın adamı olarak bilinen Önder Sav, Kılıçdaroğlu’nu desteklemeye karar vermişti.
Bu “destek” Kılıçdaroğlu’nu keskin bir tavır almaya itmişti.
Bu tavrıyla Kılıçdaroğlu bir “lider” gibi davranmıştı.
Çok sayıda milletvekili Kılıçdaroğlu’nu desteklediklerini açıklarken CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu toplandı.
Öğrenildiğine göre Kurul üyeleri, Önder Sav’ı “komploculukla, CIA ajanlığıyla” suçlamışlar, bunun üzerine Sav toplantıyı terk etmişti.
Ardından Mustafa Özyürek, MYK adına bir açıklama yapıp Baykal’ı “başkanlığa” davet etti.
Benim görebildiğim kadarıyla, bu kurultay sıradan bir “başkanlık rekabetine” sahne olmayacak, CHP bölünecek.
“Yenilen” tarafın partide kalma ihtimali bulunmuyor gibi gözüküyor.
Hangi taraf ayrılırsa ayrılsın “yeni” bir parti doğacak havası var.
Sonuç ne olursa olsun bu gelişmeler, “1923 model” bir particiliğin hayatın gerçeklerine çarpıp parçalandığını gösteriyor, bu parçalanışın başlangıç noktasında bir “kaset” bulunsa da aslında “kaset” sadece bu partinin değişmesi için bir bahane.
2010 yılının gerçeklerini reddeden hiçbir siyasi organizma varlığını aynı biçimde sürdüremez artık.
Sürdüremiyor da zaten.
Bu arada, bir korgeneral de Balyoz davasından tutuklandı.
Daha önce bu ülkede bir korgeneralin “darbe” iddiasıyla tutuklandığına hiç şahit olmamıştık.
Her gün, hatta her saat, bildiğimiz her şeyin değiştiği, dünyanın en ilginç ve hareketli ülkesinde yaşıyoruz.
Bu değişim kolayından durmaz, biz iyisiyle kötüsüyle daha epeyce sürprize tanıklık edeceğiz.
Hayat bir süre böyle çağıldayarak akacak.
TARAF