Bir Gerçeğin Anatomisi

ÖMER ARSLAN

Adını koymak lazım! Türkiye uzun bir süredir ABD ile savaşta. Hem de birçok cephede savaşta. Sadece Suriye’de askeri bir savaştan bahsetmiyoruz. Dolar ve vize üzerinden ekonomik, Halk Bankası ve FETÖ üzerinden hem ekonomik hem de siyasi olarak bir savaş yaşanmakta. Ve gidişata bakılırsa bu savaşların kısa sürede son bulması da beklenmiyor, tam aksine bu cepheler de gittikçe daha da kızışacak ve pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bitme noktasına gelebilir. Ki geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu da bu minvalde bir açıklamada bulunmuş ve iplerin kopabileceğini ifade etmişti. Tabi bu durum nereye kadar sürdürülebilir o ayrı bir soru işareti. Zira uluslararası ve devletlerarası ilişkiler, karmaşık bir ağa sahip. Zira sahada çarpışan devletlerin aynı masa etrafında bir araya geldikleri, karşılıklı resmi ziyaretlerin gerçekleştiği hatta ekonomik ve siyasi işbirlikleri içerisinde bile olabilecekleri örnekleri mevcuttur.

18. yüzyıldan itibaren, özellikle Akdeniz üzerinden Türk limanları üzerinden Osmanlı ile ABD arasında başlayan deniz ticareti, II. Dünya Savaşından sonra hızlı bir gelişim göstermiştir. O tarihten bugüne kadar da gerek ikili gerek bölgesel gerekse de küresel alanda bu ilişkiler devam etmekte. Bu ilişkilerde son yıllara kadar da belirleyici ABD olduğu için sorunlar bir şekilde halloluyordu. Aslında bu sadece Türkiye ile olan ilişkilerde böyle değildi. ABD süper güç olduğundan beri birçok ülkede belirleyen pozisyonunda olduğundan sorunların ört bas edildiği herkesin malumu.

Yaşadığımız zaman diliminde ise bu ilişkiler farklı bir boyuta evirilmiş durumda. Daha önce aba altından sopa göstererek sorunları hal eden ABD artık değişen dünya konjonktüründe eski metotları kullanarak sonuç alamayacağını görmüş durumda. Zira dünya artık eski dünya değil. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan çift kutuplu dünya sisteminde, başka ülkelerin de “ben buradayım” demeye başlamasından ötürü çatlaklar oluşmuş durumda. (Özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla dile getirdiği ve hâkim hegemonik güçlerde bir tedirginliğe yol açtığı “Dünya 5’ten büyüktür” manifestosunun da bunda katkısının olduğunu düşünmek abartılmış bir durum olmayacaktır.) Bu çatlaklar beklenmedik çatlaklıklar olduğu ve hazırlıksız yakaladığı için özellikle ABD tarafının atacağı adımları çok sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutmadan, daha çok günü kurtarma telaşına kapılarak adım atmasına neden olmakta. Son yıllarda özellikle dış politikada atılan adımların genel manada başarısızlıkla sonuçlanması ve içeride ciddi bir huzursuzluğa neden olmasından ötürü, iç politik yatırımları vaadi bir cumhuriyetçinin ABD başkanı olmasına sebebiyet vermiştir.

Bu noktada bazı durumların artık üstünün örtüleyemeyeceğini göstermesi açısından önemli. Dünyanın birçok bölgesinde işbirlikçi bularak oralarda var olmaya ve kontrol altında tutmaya çalışan ABD’nin son süreçte artık bunun aşikâr bir biçimde yapılmasında sorun görmediği ortada. Mesela ABD’nin terör örgütü olarak tanıdığı PKK’ye yıllardır gayrı resmi yollardan mühimmat ve lojistik desteği verdiğini bilmeyen kalmadı. Ama bunu her zaman inkâr etti. Zira aleni bir şekilde yapılmadığı için kimseyi buna ikna etmek mecburiyetinde de hissetmedi kendini. Ama PKK’nin Suriye uzantısı olan PYD/YPG için aynı hassasiyet gözetilmedi. Bütün dünyanın gözü önünde 4900 tır silah verdi. Son bütçe onayında da 550 milyon dolarlık bir bütçenin onlara ayrıldığını ifade etti. Sürekli dillendirdiği PYD/YPG’nin PKK’nın uzantısı olduğuna dair bir delilin olmadığı safsatasını pişirip pişirip medyaya servis ederek yaptı bunu. Yine 15 Temmuz darbe girişiminin arkasındaki 1 numaralı sanık FETÖ olduğuna dair Türkiye’nin 90 küsur koliye yakın evrakı ABD makamlarına teslim etmesine rağmen ABD’nin hala ikna olamadık açıklamalarını da bu minvalde okumak gerekir. Ki Türk yetkililer, bu evrakların hala mahkemelere ve Adalet Bakanlığına teslim edilmediğini ve incelenmediğini dillendirdikleri de unutulmamalı.

Burada altı çizilmesi gereken nokta: ABD’nin hem FETÖ’nün darbe ile hem de PYD/YPG’nin PKK ile ilişkisini bal gibi bildiği gerçeği. Hem CIA eski raporlarında hem de ABD makamlarında üst düzeylerde görev yapmış/yapmakta olanlarca dile getirilen bu durum, gerçeğin resmedilişi olarak değerlendirilebilir. Bu iki örgütün de Türkiye ile bilfiil bir savaş içinde olması ve ABD’nin bunlara aleni desteği, aslında gerçekte kiminle savaşıldığını görmek açısından önemli. Şu an sahada tetikçileri eli ile bu savaşı sürdüren ABD’nin sahada bizzat kendi ekiplerini kullanacağı günü yakın görmek, öyle komplo teorisi olarak değerlendirilecek bir durum değil.

Son olarak ABD Ulusal İstihbarat Ajansı Direktörü Dan Coats, “Türkiye’nin sahadaki varlığı askerlerimizin güvenliğini riske attığı ve Türkiye’nin artık kontrol edilemediği” söylemleri ilişkilerin neden bu safhaya geldiğini görmek açısından önemli. ABD mutlak itaat isteyen ve kendi çizdiği sınırlar dışına çıkılmasını tasvip etmeyen politikalarında ısrarcı olacağını açıkça ifade etmekte. Ve bu durumun bir müddet daha devam edeceğinin işaretlerini vermekte.

Tabi ki bu durum ne kadar devam edebilir orası ayrı bir muamma. Zira sahadaki durumlar sürekli bir politika değişikliğine gebe. Ayrıca NATO müttefiki olan bu ülkelerin ikili antlaşmalar bağıyla birbirlerine bağlı oldukları ve çok boyutlu değerlendirilmesi gereken ilişkilerin ne yöne evirileceğini de kesin olarak kestirmek çok güç.

Bu noktadan sonra ilişkilerin eskisi gibi olmayacağı, en azından eskisi gibi yürümeyeceği gerçeği Türkiye için muhakkak bir kazanım. İtirazlarını üst perdeden dillendiren ve artık bir güç olarak kabul görmek isteyen Türkiye’nin ABD ile topyekûn bir savaşa girişeceği tabi ki ufukta görülen bir şey değil. Fakat artık ABD’nin her isteğini kabul etmeyeceğini ve sahadaki işbirlikçileri ile savaşmaya devam edeceğini defalarca dile getirmesi ve en son Bekir Bozdağ’ın “bizi ikna etmeye gelmeyin” ifadeleri de bu doğrultuda değerlendirilmelidir. ABD’nin atacağı adımlarda ve uygulayacağı stratejilerde bir değişikliğe gidip gitmeyeceği, ilişkilerin akıbetini belirleyeceğini belirtmekte fayda var. Ya ABD Türkiye’yi bir güç olarak görecek ya da ilişkiler daha da karmaşık ve içinden çıkılması zor bir duruma, dolayısıyla sonuçları kestirilemeyecek bir boyuta evirileceği iki seçenek olarak önümüzde durmakta.