Tevhid Erleri: Salih Kul ve İlyas (as).
Peygamberî hareketler tekrarlanan ifsadî geleneğe yönelik olarak gerçekleşmişlerdir. Yüce Allah’ın Peygamber göndermek suretiyle tarihe olan müdahalesi Muhammed (as) ile son bulmuştur. Sonraki bozulmaların çözümü, kıyamete kadar değişmeyecek olan vahiy İslâmına bağlanmıştır.
Vahye rağmen ümmete dayatılan kirli ve bulanık düşünce, ‘insanların kendilerini üzerinde bulduğu’ yolun düzeltilmesine engel teşkil etmektedir. Sorun, tezahürlerden öte vahiy dışı bilgi kaynaklarında aranmalıdır. Çalışmamızda bahse konu ettiğimiz hıdrellez de Bâtınîlik bilgi kaynağı üzerine kurgulanmıştır. Kuşkusuz efsanevî heyulaların bilgi değeri açısından kıymetleri olmadığı ortadadır. Dahası Kur’an’la da tezat teşkil etmesi; test edilebilir bilgi kaynağı olmaması sebebiyle istidlalde dayanılabilir bir zemin olmadığından İslâmî bilgi değerine sahip değildir. Vahye rağmen oluşturulan bu tür telakkiler; tevhid inancını bozan, imanı zayi eden hurafeler nev’indedir. Bu netice ister folklorik bir enstantane, ister halk kültürü isterse bizatihi inanarak yapılıp yaşanılan bir formda kendini göstersin fark etmez.
Tarihin bir döneminde yaşamış olan Salih kul (Hızır) ve İlyas (as) da hurafeciler elinde şerli yolun çok rollü aktörlerine dönüştürülmüşlerdir. Hızır ve İlyas (as) hakkında oluşturulan efsanelerin en vahimi Hıdrellez fetiş1idir. Hıdrellez gibi olgular bâtınî/irfânî epistemolojinin ürünü olan fetişizmin tüm unsurlarını taşımaktadır. Bu mitsel çerçeve iyice incelendiğinde salih kul ve İlyas (as)’ın reddetmekle emrolundukları şirk dininin unsurlarını içerdiği görülecektir. Nitekim kendilerini mükâşefe sahibi olarak görenlerin Hızır’ın hayatta olduğuna, Hıdırlık denilen yerlerde, sahralarda görüldüğüne ve tasarruf etmeye muktedir olduğuna ilişkin inançları bunun açık tezahürleridir. Biz de Kur’an’a rağmen toplumda her geçen gün yaygınlaştırılmaya çalışılan bu tür hurafelere ‘hıdrellez’ penceresinden bir şerh düşmeye çalıştık.
Kur’an’a göre gaybe ait haberlerin yegâne kaynağı vahiydir. Kur’an’ı Kerim gayb bilgisinin ulûhiyyet vasıflarından olduğunu bildirir. Allah, peygamberlerinden bazılarını dilediği bilgilere muttali kılmıştır. Bu sınırın dışında birilerinin kendi bilgisinin veya başkalarının bilgilerinin vahye dayandığını iddia etmeleri İslâm inancına aykırıdır. Keza böylesi bir tahayyül Rasûlullah’ın kendisine nâzil olan vahyin tamamını ümmete tebliğ etmediği iddiasını beraberinde getirir. Oysa bu iddia Kur’an âyetleriyle çelişir.2 Nitekim böylesi iddialar, Hz. Aişe, Hz. Ali ve İbn Abbas (ra) gibi sahâbîler tarafından da şiddetle reddedilmiştir. Hz. Aişe (r) şöyle buyurmaktadır: “Her kim ‘Rasûlullah (sav) Allah’ın kitabından bir şey gizledi’ derse Allah’ın Rasûlüne büyük iftira atmış olur. Halbuki Allah: “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide, 5/67) buyuruyor.”3 Keza Hadis diye rivayet edilen ‘gaybe dair sözler’, mevzuat sahipleri tarafından da Kur’an’a muhalif oldukları gerekçesiyle şiddetle reddedilmişlerdir.4
Bâtınîliği bir disiplin olarak kabul edenler, bilginin kaynağını doğru haber olan vahyin dışında aramışlardır. Bunlar için bilgiyi elde etmenin yolları, keşf, işrak ve ilhamdır. Bunlar, Kur’an’ın açık emir ve yasaklarını zahir hükmünde gördüklerinden kabuk mesabesinde kabul ederler. Çalışma konumuz olan Hızır kıssası etrafında oluşturulan mitsel alan da kaynağı itibariyle vahyin dışında şekillenmiştir. Bu durum, Hızır-İlyas mitolojisi için olduğu gibi kurumsallaşmış dinsel birçok paradigma için de malesef böyledir.
Hızır
Hızır, Hz. Musa (as) döneminde yaşamış, kendisine, Allah tarafından İlâhî bilgi ve hikmet öğretilmiş Salih bir kuldur. Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli olduğu kabul edilen kelime, Türkçe’de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hızır isminin menşei hakkında değişik rivayetler vardır. Hadır “yeşil, yeşilliği çok olan yer” manasındaki ahdar ile eş anlamlıdır (Çelebi, 1998). Hızır kelimesinin lakap, İlyas’ın ise isim olabileceğini düşünenler, Hızır’ın asıl isminin Belyâ olduğunu bunun da İlyas’ın farklı bir telafuzu olabileceğini ve buna dayalı olarak Hızır olarak bilinen ‘salih kul’un İlyâ olduğunu söylemişlerdir (Harman, 2000).
Müfessirler, Kur’an’da adı geçmemesine rağmen Kehf sûresinde bahsi geçen salih kulu ‘Hızır’ olarak isimlendirmişlerdir. Bu kıssada üç kişiden bahsedilmekte ancak sadece Musâ’nın adı zikredilmektedir. Kıssada bahsi geçen diğer iki kişiden biri “genç adam” (fetâ), diğeri ise İlâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş “Allah’ın kulu” diye anılır. Kuşkusuz asl olan Kur’an’da verilenler ile yetinmektir. Nitekim sorun da verilenler ile yetinmemekten kaynaklanmaktadır. Kur’an’da verilen bilgiye göre Hızır ile İlyas farklı kişilerdir. Ayrıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi de bulunmamaktadır. Dolayısıyla daha ilk tespitler ile ulaşılan sonuç, Hızır-İlyas beraberliğini ifade eden hıdrellez telakkisinin ilmi bir temele dayanmadığıdır.
Hızır hakkında tasavvuf erbabının kanaâti onun velî olduğudur. Kelam, tefsir ve hadis erbabı ise O’nun nebi olduğunu düşünürler (Çelebi, 1998). Tasavvuf erbabı, zahir-batın inancını Musa-Hızır metaforuyla temellendirilmeye çalışır. Onlara göre zahir şeriatı, batın ise hakikatı temsil eder. Yine onlar şeriat alimlerinin hakikat ehlinin bir takım inanış ve davranışlarını yadırgayıp eleştirmesini Musa-Hızır diyaloğuna dayanarak tersinden eleştirirler. Keza onlar işraki bilgi5nin kesinliğine inanır; buna, şek ve şüphenin bulaşmadığı ledünni bilgi adını verirler (Sarmış, 1997: 85-88).
Hızır’ın tasarruflarını şer’î hükümlerden sıyrılmaya delil gösterenler de olmuştur. Bu düşünce genel olarak Bâtıniyye’nin kanâatidir. Gazâlî’nin bâtınîliğe dair söyledikleri bir disiplin olarak Bâtınîlerin nasıl inandıklarından öte Kur’an’a hangi tarz bakışın insanı ‘Bâtınî’ yapacağı açısından öneme sahiptir. “Onlara Bâtıniyye denilmesinin sebebi şu iddialarındandır. Kur’ân ve haberlerin zahirlerinde batınî manalar vardır. Bunlar kabuğa nisbetle özdür. Zahiri manalar görünen şekliyle geri zekalı cahiller tarafından apaçık manalar ve şekiller olarak vehm edilir. Halbuki onlar akıllı ve zeki kimselerce belli gerçeklerin remizlerinden ibarettir. Kim aklını gizli mana ve sırları araştırmakta kullanmaz, bâtın ve derin manalara dalmaktan kaçınır ve zahiri manalarla gaflete koşarak aklını işlemez hale getirirse şüphesiz o günah ve ağır mesuliyet bukağıları ile bağlanmış, esir edilmiştir. Bukağılar sözü ile şer’î mükellefiyetleri kasdetmektedirler. Çünkü kim bâtın ilmine sahip olur, bu mertebeye yükselirse ondan teklif düşer. O, teklifin yükünden kurtulur.” (İmam Gazâlî, 1993). Bâtınîlere göre şer’î hükümler ile peygamberler ve avâm hakkında hüküm verilir. Veliler ile havâsa gelince, onların bu gibi naslara ihtiyaçları yoktur. Onlardan istenen kalplerine doğan şeylerden ibarettir. Oysa bu tür kabuller İslam inancıyla çelişir. Bu tavır, İmam Kurtubî’nin tabiriyle insanı zındıklık ve küfürle karşı karşıya bırakır. İmam Kurtubî’ye göre bu sözleri söylemek kesin olarak bilinen şer’î hükümleri inkâr etmek anlamına geldiğinden söz konusu kişi irtidat etmiş olur ve öldürülür. Konuya dair İmam Kurtubî devamla şunları da söyler: “Her kim Peygamberlerin dışında ve peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Allah’ın kendisi vasıtasıyla emir ve yasaklarının bilinebileceği başka bir yol bulunduğunu söyleyecek olursa bu kimse kâfirdir, öldürülür, tevbe etmesi de istenmez.” (İmam Kurtubî, 2000: 11/101).
Hızır’a bir çok yerde makam ve kabirler isnad edilmekte, oralarda kurbanlar kesilmekte, taşları öpülerek teberrük telakkisiyle beldelere taşınmaktadır. Hızır’ın ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığına inananların yanında kimileri onu şafiî olarak görmüş kimileri de boş durmamış onun hanefi olarak namaz kıldığını söylemişlerdir. ‘Bu ümmete tekrar bir peygamber gönderilse idi, hanefi mezhebine göre ibadet eder idi’ denildikten sonra aynı mantıkla İsâ (as)’ı gökten indirip onun da Ebu Hanife’ye uyacağını söylemişlerdir (Bkz.: Mektubat, 1981: 465, 466; Sarmış, 1997: 90).
Tartışmaya konu olan Hz. Musa-Hızır kıssası Kur’an’da Kehf sûresi 65. ayette şöyle geçmektedir: “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”(Kur’an 18: 65). Peygamberlerin ibret dolu hayat hikayelerinin konu edinildiği kıssada ana tema, Allah’ın herşeye kadir olduğudur. Mesaj, tevhidî vurgularadır. Kıssada, esas itibariyle gaybın sahibinin Allah olduğu, Allah’ın gaybını rahmet olarak peygamberlerinden dilediğine dilediği kadarı ile bildirdiğinin örneklemesi vardır. Yine kıssada, meselelerin içyüzünü Allah’ın bildiği, mutlak hayır ve mutlak şerrin insan nefsinin tanımlamasının ötesinde Allah’ın bilgi ve muradında olduğu anlatılmaktadır. Kıssada hadiselerin sadece görünen yüzünü bilen insanın gerçek hayır ve şerrin gayb olan yüzünü bilemeyeceği, bu bilginin Allah’a ait olduğu ve salih kula da katından bir rahmet olarak, tarafından bir ilim olarak verildiği anlatılmaktadır. Anlatılan bu bilgiden biz yine vahy aracılığıyla haberdar oluyoruz. Şüpheye mahal olmaması da bundandır. Kaldı ki burada farklı bir okumayla şu sonuç da çıkartılabilir: İnsanlar için örnek gösterilen peygamberlerdir. Kıssada Hz. Musa kastını bilmediği, aklının kavramadığı şeylere sorgulayıcı yaklaşmıştır. Müslümana da düşen bir peygamber olan Hz. Musa’ya uyarak üzerinde bulunduğu şeriata ve akla aykırı olan şeylere karşı çıkması, künhünü bilmediği şeylerin ardına düşmemesidir. Ayrıca Kehf Suresi, mağarada uyuyanların, Zülkarneyn’in de yer aldığı farklı kıssalar ile olayların görünmeyen ilâhî hikmetlerinin anlatıldığı bir suredir. Nihai gerçeğin üzerinden perdenin aralandığı ve inanan gönüllere uhrevî adalet için sabır ve metanetin telkin edildiği mesajları taşımaktadır. Bu kıssalar ile fıkhî kurallardan öte imtihana tabi olan insana bireysel ve toplumsal mücadele sürecinde ilâhî adalet noktasında itminan telkin edilmektedir.
Kıssa etrafında şekillenen mistik yorum ise tevhide aykırı bir çok unsuru içermektedir. Nitekim Hızır’ın hayatta olduğu şeklinde bir çok hurafe, bilgi değeri açısından bir kıymet taşımayan Batınî, irfanî yorum (Yazçiçek, 2004) aracılığıyla islâm kültür zeminine taşınmıştır. Bunlar, naslara ve akla aykırı inançlardır. Konuya dair süregelen mesellerin reddini İbn Kayyim el-Cevziyye otorite olan bir çok İslâm alimine dayandırır. İbn Kayyim el-Cevziyye, Buhâri, İbrâhim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebû’l-Ferc İbnü’l Cevzî, Muhammed Abdûrraûf el-Münâvî, Takıyüddin İbn Teymiye ve Süyûti gibi birçok âlimin Hızır’ın hayatta olduğuna dair görüşü reddettiklerini bildirir. Ayrıca İbnû’l Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi birçok hadis tenkitçisinin Hızır’ın yaşadığına dair rivayetleri reddettiklerini zikrederek Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsinin yalan olduğunu kendi kanaâtlerini de ekleyerek kesin bir dille ifade eder. Reddini, Kur’an, sünnet ve akla dayalı bir çok delil ile ortaya koyar.
“Biz, senden önce de hiçbir beşere ebeîilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar.” (Kur’an 21:34; Bkz.:3: 144). “Her canlı ölümü tadacaktır.”(Kur’an 3: 185; Bkz.: 21: 35; 29: 57).
İbn Kayyim el-Cevziyye, Hızır’ın hayatta olması halinde “ebedileşmiş” olacağını ve bunun da Kur’an ile çeliştiğini söyleyerek onun hayatta olmadığına dair bir çok delil getirir ve ‘bu görüşün muhakkık alimlerin icmâına dayandığını’ söyler. İbn Kayyim el-Cevziyye devamla Hızır’ın hayatıyla ilgili görüşün ‘Allah üzerine ilimsizce yüklenmiş bir görüş’ olduğunu ve bu görüşün de Kur’an’ın nassıyla haram olduğunu bildirir. Hızır’ın sağ olduğunu savunanların anlattıkları hikayelerin tek dayanakları olduğunu belirtir. Bunlar da delil olmanın çok uzağındaki safsatalardır (İbn Kayyim el-Cevziyye, 1992; Aliyyû’l- Karî, 1986; İmam Kurtubî, 2000; Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 1983; Ebu Gudde, 1995; Kandemir, 1984; Çelebi, 1998).
Bu konuda anlatılan çoğu mitolojik meseller İsrailiyat kaynaklıdır. Nitekim İbn Hacer Hızır’ın Aynu’l-Hayat’tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyatı nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir (Sarmış, 1997).
Hızır telakkisi, Kur’an’da anlatılan ve güvenilir hadis kaynaklarında anlatılıp Kur’an’daki çerçeveyi koruyan boyutunun dışında bir çok mitsel unsurla karıştırılmıştır. Bu telakkiler, paganizmin binbir yüzünden bir yüzü diyebileceğimiz birçok bid’at ve hurafeyi de beraberinde taşımıştır. Bu bağlamda oluşan batınî yorumlar, tasavvuf aracılığıyla halk kültürü formunda benimsenmiş ve empoze edilmiştir. İslâmın değiştirmeyi asıl hedef edindiği şirk inancı, zaman içerisinde bu ve benzeri fetişler aracılığıyla İslâm kültürüne taşınmıştır. İşin hazin tarafı, bu tür düşünce ve hurafeler İslâmî kavramlar aracılığıyla -salih kul ve İlyas (as) kıssalarında olduğu gibi- masumlaştırılmaya çalışılmıştır.
Hızır kıssasına kaynaklık ettiği sanılan destan ve efsanelerin tarihi milâttan önce IV. binlere ait Sumer metinlerine kadar uzanır. Gılgamış Destanı bunlardan biridir. Bunun, Akkad, Babilonya, Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Bu efsanelerin bir diğeri İskender Efsanesi’dir. Bu ise milâdî 300’lerde yazıya geçirilmiştir. Burada, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşmeyi (Âb-ı hayât6) bulmak için yola çıkan İskender ve ordularının meselleri anlatılır. Bir diğer efsane ise ‘Yahudi Efsanesi’dir. Kahramanı Ahd-i Atîk’te bir peygamber olarak gösterilen İlya’dır. Efsanesi, XI. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Bu efsanelerin yanında Hızır, Grek mitolojisinde Glaukos (İlyada) hikâyesi ve daha başka birçok mitsel argümanlarla da irtibatlandırılır. Hızır meseli, Yahudilik’teki Elijah ve Hrıstiyanlık’taki Saint George (Circîs) inançlarıyla da içiçedir. Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve özellikle tasavvuf kitaplarında yer alan Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağına dair mitolojik kişiliği ile ilgili ne Kur’an’da ne de sahih hadislerde en küçük bir ima dahi yoktur. Ancak “salih kul” hakkında Nuseyrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında bu konuyla ilgili olarak birçok mitsel tanımlamalar yapılmıştır ve ritueller yaygındır (Çelebi, 1998).
İbn Teymiyye, Hızır’la ilgili mesellerin İslâmî hiçbir değerinin olmadığını belirtir ve bunların Şiîlik’teki Mehdi anlayışıyla benzerliğine dikkat çeker. Bir başka ilgi İslâm fetihleri öncesinde halk inançlarında Circîs (Cercis, Curcîs) peygamber diye de geçen Saint George’un (Aziz Georgios, Hagios Georgios, Aya yorgi) dereceleriyle takdis edilmiş olmasıdır bu da araştırmacıların tespitidir.
Hz. Musa-Hızır kıssası tasavvuf ehlinin görüşlerini temellendirmekte dayandıkları bir olgu/fenomen olmuştur. Nitekim onlar şeyh-mürid ilişkisini bu olayla açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre Hızır mürşidi, Musa (as) ise müridi temsil eder ve yine Hızır abdalların reisidir. Tasavvuf çevrelerinde, birçok sûfînin, O’nu görüp ondan öğüt aldığına, kendilerine ism-i azamı öğrettiğine dair menkıbeleri anlatılıp durulur. Tasavvuf kültüründe hırka inancı da Hızır’la ilişkilendirilir. İbnü-Arabî, Hızır’la görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini ifade eder (Uludağ, 1998). Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Celâleddîn-i Rûmî başta olmak üzere birçok mutasavvıf Hızır’ı mürşid-i kâmil olarak kabul ederler. Bunlar kendilerinin Hızır ile görüştüklerini, kendilerine mey (ilâhî aşk) içirdiğini söylerler. Geçmiş kültlerde inanıldığı gibi Yunus Emre de onun İlyas ile âb-ı hayât içerek ölümsüzleştiğine inanır. Ayrıca birçok mutasavvıf tarafından Hızırnâme nev’inde kitaplar kaleme alınmıştır. Ondan öğrenildiğine inanılan Tasavvufî meselelerin yer aldığı risâleler oluşturulmuştur (Kurnaz, 1998).
İslâm alimlerinin çoğunluğu Hızır’ı Peygamber olarak kabul ederler. Kıssanın da bir çok yönüyle onun nübüvvetine delâlet ettiği ve sahîh olanın da onun nebî olduğu kanâati kabul görür (İmam Kurtubî, 2000: 11/65; Tecrîd-i Sarih Tercemesi 1983: 9/145). Bu görüş, Kur’an’dan ayetlerle desteklenmektedir. Hızır için Kur’an’da, “Ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (Kur’an 18: 65) denilmektedir. Musa (s)’ın hayreti karşısında O, “Ben bunu kendiliğimden yapmadım” (Kur’an 18: 82) söylemektedir. Bu ifadeler göstermektedir ki rahmet ve ilmi veren bizatihi Allah’tır. Yaptıklarını kendiliğinden yapmadığını bildirilmesi, kendi içtihadıyla yapmadığını, Allah’ın vahyetmesiyle yaptığı anlamındadır. İddia edildiği gibi bu bilgilerin, ilham, işrak ve de başka beşerî kaynaklara dayanmadığı aşikardır. Cumhur ulema, ayette geçen ‘rahmet’ kelimesini vahiy ve peygamberlik olarak değerlendirmişlerdir. Bu görüşü ‘rahmet’ kelimesinin Kur’an’da nübüvvet manasında kullanıldığı ayetler ile delillendirmişlerdir.7“Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (Kur’an 18: 65) ayetinde geçen ilm de Allah tarafından verilen vahydır. Dolayısıyla bu bilgiler, doğrudan doğruya Allah tarafından öğretilmiştir (Bkz.: Sarmış, 1997).
Kanaâtimize gelince bizce burada önemli olan salih kulun veli mi, melek mi, Peygamber mi olduğu değildir. Burada asl olan Musa (as)’ın kendisine rabbinden ilim ve hikmet verilen salih kulun bilgisine talip olmasıdır. Talip olanın bir peygamber olduğu düşünülecek olursa talibi olduğu bilgi kuşkusuz vahye dayalı ilâhî bir bilgidir. Bir peygamberin kendisine tabi olacağı, talibi olacağı bir bilgi asla vahye rağmen beşerî bilgi değildir.
İlyas
İlyas (as) Kur’an’da ismi geçen peygamberlerdendir. Sâffât Sûresi’nde şöyle buyurulmaktadır: “İlyas da şüphe yok ki, peygamberlerdendi.” (Kur’an 37: 123). Bu ayet ile Yahudi ve Hrıstiyanlar tarafından İlyas (as)’a dair oluşturulan efsaneler red edilmekte onun ancak Allah’ın kulu ve peygamberlerden bir peygamberi olduğu bildirilmektedir. “Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.” (Kur’an 6: 85). Yine Sâffât Sûresi’nde, “(İlyas) milletine: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Bal’e8mi taparsınız? demişti.” (Kur’an 37: 124-126)
İlyas’ın aslı İbrânice Eliyah veya Eliyahu’dur. Kur’an’da Ba’l putperestliğiyle mücadele ettiği bildirilen İlyas (as) gibi Kitâb-ı Mukaddes’teki İlyâ (Eliyahu-Eli)’nın da Ba’l putperestliğiyle mücadele etmiş olduğu bildirilmektedir. Buna dayalı olarak aynı şahıs olduklarını söyleyen araştırmacılar vardır (Harman, 2000). Tevrat’ta İlya’nın ateşten araba ve ateşten atlarla semaya çıktığı bildirilmektedir (II. Kırallar, 2/1-12). Ahd-i Atik’te İlyâ’nın tekrar dünyaya geleceği bildirilmekte dolayısıyla yahudi milletinin hafızasında onun hatırası hep canlı tutulmaktadır. Yahudi bilginleri, İlyâ’nın bir gün geleceğine ve kendilerine beklenen cevapları verip açıklamalar yapacağına inanmaktadırlar. Bu bağlamda İslam literatüründe yer alan ancak Kur’an tarafından doğrulanmayan İlyas (as) ile ilgili haberlerin çoğu yahudi literatüründen alınmıştır (Harman, 2000). Ahd-i Atik’te yeniden beklenen kurtarıcı kişilik Mehdi telakkisiyle de birebir örtüşen bir başka sapmadır.
Hıdrellez
Hıdrellez, Hızır ve İlyas (as)’ın milâdî 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan’da buluştuklarına inanılan güne verilen isimdir. Dini bir muhtevaya büründürülen bu halk bayramının kökü, İslâm öncesi Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanır. Hızır ve İlyas etrafında oluşturulan bu inanışa göre bunlar; biri karada diğeri denizde olmak üzere darda kalanlara yardım ederler. Hıdrellez, müslümanlarca Hızır ve hrıstiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen esas itibariyle ne İslâm ne de hrıstiyanlıkla ilgisi vardır. Hıdrellez fetişinin kökü İlkçağ Anadolu Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerine dayanır. O dönemde Mezopotamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı tanrılar adına ayinler düzenlenmekteydi. Yapılan bu ayinler bahar veya yazın gelişini kutlamak içindi. Hıdrellez merasimlerinde su ve yeşillik ile ilgili uygulamalar, bu inancın putperst köklerini daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır (Ocak, 1998).
Hıdrellez kültünde Hızır, darda kalanlara yardım eder bereket getirir ve geleceğe yönelik dilekleri gerçekleştirmeye muktedirdir. Tevhid akidesine rağmen Hıdrellez mitosunu büyük bir keyif ve eğlence içerisinde benimseyenler, putatapıcılık olarak bildiğimiz paganizmin birçok rituelini bu bayram formunda yaşarlar; geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlar ve genç kızlar gül dibine yüzük atar, maniler söyler, içki sofraları hazırlarlar. Davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olunacağına inanılır; öküz o gün arabaya koşulmaz, araba, ev, eş, çocuk, erkek çocuk ne isteniyorsa onun putcuğu yapılarak dere kenarına bırakılır. O gün yapılan kutlamalarda İslâmla çelişen yığınla inanışa rastlanır.
Hrıstiyan inancındaki Saint Georges yortusu da rituelleri açısından hıdrellezle paralellik arz etmekte ve aynı günde kutlanmaktadır. Şamanizmin uzantılarını hıdrellez inanışında/kutlamalarında görürüz (Yengin, 1990). Ayrıca ninnilerde Hızır’ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi, Hızır’ın kılıç sallaması, bir değnekle dağları oynatması gibi telekkiler, halk şiirine, bilmecelere varıncaya kadar nüfuz etmiştir (Kurnaz, 1998).
Hıdrellez, kavram ağını Bâtınîlik zemini üzerine oturtan bir külttür. Bâtınî/irfânî epistemolojinin ürünü olan Hıdrellez, kullandığı literal kavramları bâtınîliğin sırrî, gizemci yaklaşımıyla besler. Hareket noktası yaptığı İslâmî kavramların sonuna gelindiğinde özünden eser kalmadığı ve aksi yönde fonksiyonlar yüklendiği görülmektedir. Kuşkusuz bütün bu efsanevî heyulaların bilgi değeri açısından bir kıymeti olmadığı ortadadır. Daha önemlisi, Kur’an’la tezat teşkil etmesi sebebiyle İslâmî olarak da nitelendirilemez. Keza bu hurafelerin iman üzerine olan bir insanın tevhid inancını bozduğu; vahye rağmen oluşturulan bu telakkilerin inanan insanın imanını zayi ettiği de aşikardır. Bu, ister folklorik bir enstantane olarak ister halk kültürü diye isterse bizatihi inanarak yapılıp yaşanılsın fark etmez.
“Milli Din”in Ritueli Olarak Hıdrellez
Türklerin eski din ve kültlerinin içeriği muhafaza edilerek İslâm kültürüne taşındığı artık bilinen bir gerçektir. Doğum, ölüm, evlenmek, çocuk sahibi olmak, hastaların iyileşmesi, sıkıntıların gitmesi, hayır ve şerre ulaşmak, ölü gömme adetleri, ölüm sonrası hayat ve daha başka konularda eski Türk Dini, Gök Tanrı/Ulu Tanrı şirk dini inanç sisteminin İslâm kimliği içerisinde sinsice yaşandığını görüyoruz. Nitekim Türklerin “Geleneksel Türk Dini” şeklinde adlandırabileceğimiz millî bir dinleri tarihsel olarak mevcuttu. Geleneksel Türk Dini “Gök Tanrı” etrafında şekillenmişti. “Türk Tanrısı” ibaresine yazıtlarda da rastlanmaktadır. Nihayet Türkler, İslâm dinine çeşitli formlar altında girmekle birlikte eski dini kültürlerini, inançlarını değer ve geleneklerini tasavvuf ve tarikatlar aracılığıyla bugün dahi bazı alanlarda “müslüman Türk halk dindarlığı” şeklinde yaşamaktadırlar. Hıdrellezin Hrıstiyanlardaki Paskalya kutlamaları ile parelelliği de dini etkileşim anlamında teyid edici bir unsurdur (Günay, 1998).
Bir fetiş olarak hıdrellezi, üzerinde doğduğu toplumun sosyolojisinden ve genel dinî yönelimlerinden ayrı düşünmek olası değildir. Hıdrellez ile içiçe olan Hıdırnebi (Önay, 1993) de bu bağlamda şekillenen başka fetiş örneklerindendir.
Paganizm (çok tanrıcılık), geçmişte yaşanılmış ve bir daha görülmeyecek tarihsel bir olgu değildir. O, hıdrellez gibi kendine özgü rituelleri ve farklı varyantlarıyla yaşayan bir din olmaya devam etmektedir. Paganizmin “halk inançları” şeklinde yaşayan formu yaygın olanıdır. Bu anlamıyla da Paganizm, ilkel insanın ilkel tavırları, geçmişte yaşanılmış mitos yığını olarak görülebileceği gibi modern dönemin gizeme olan talebi ile arz-ı endam etmiş olarak da görülebilmektedir. Bizi burada asıl ilgilendiren ise onun modern dönemde de kendisini İslâm ile maskelemiş olmasıdır. Vakıa sinsi olduğu gibi bir o kadar da hazindir. Sinsidir; çünkü putatapıcılık kendisini İslâm ile perdelemiştir, dolayısıyla anlaşılması zordur. Hazindir; keza, tevhid erlerine şirkî roller biçilmiştir. Bu, tıpkı İsa (as)’ın, “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.” (Kur’an 5: 117) demesi gibidir.
Her din gibi “Ulusal İslâm” da kabul ve dolayısıyla süreklilik talebindedir. Bunu belli rituellere dayanarak sağlamaya çalışır. “Türk Müslümanlığı” yani “Ulusal İslâm” da Hıdrellez gibi bir takım ritueller aracılığıyla halk arasında yaşanılır kılınmak istenmektedir. Hıdrellez nev’î fetişler milli dini ortaya çıkardığı gibi milli din de bu nev’î mitosları pompalamaktadır. Vahye dayalı emir ve yasakların belirlediği kimliği siyasal diye bastıran ve kötü ile özdeş olarak tanımlayıp reddeden profan sistemler, ulusal, içi boşaltılmış hele hele hıdrellez gibi hayalperestliğe dayalı olguları teşvik etmektedirler. Bunu ya bizatihi içeriğiyle ya da ‘folklorik’, ‘halk inanışı’ ‘tasavvufî’ diye masumane bir forma bürüyerek yaygınlaştırmaktadırlar. Sözümona “folklorik” nev’î tanımlamalar ile inanca zarar vermezmiş gibi sunulmaktadır. Aslında bu yönlendirme ile akidede yeni bir mezhep(!) daha ortaya koymaya gidilmektedir. Kuşkusuz burada önemli olan din kurgulayıcılarından öte kendilerini İslâma nisbet edenlerin bu tür sapmalara ne denli talip olduklarıdır. Toplumda bu nev’î İslâm dışılıklara alabildiğine yakınlık gösterilirken İslâmî, Tevhidî olana karşı gösterilen tepki ise çoğukez düşmanca tavırlardır.
Hızır’a dair menkıbeler genel olarak tasavvufta yer alır. Yesevîlik ve Türkistan tasavvufunda ise yoğun olarak yer almaktadır. Hızır ile arkadaşlıktan tutun da evlenme izinlerinin ondan alındığına kadar hep gizem dolu hikayeler, irfanî bir çerçevede anlatılıp durulur. Hatta mutasavvıflar tasavvufta önemle yer verilen hırka, zikir ve tarikat esaslarını dahi kendilerine Hızır’ın öğrettiğine inanırlar. Zira Mûsâ’nın zâhir ilmine (şeriat), Hızır’ın ise bâtın ilmine (ilm-i ledun) sahip olduğunu ileri sürerler. Şeyhin huzurunda susmanın, kalben bile olsa itirazdan sakınmanın şart olduğunu söylerler. Hızır’ın ledün ilmini bildiğini kabul etmek gerektiği; şeriata aykırı olan söz ve davranışlar karşısında dahi şeyhi hakkında şüpheye düşmemek gereği ve ona kayıtsız şartsız teslimiyeti hep Musa-Hızır metaforuyla izaha çalışırlar (Uludağ, 1998).
Hıdrellez, başta Buhara ve Semerkant olmak üzere Maverâünnehir bölgesinde yaygın olarak kutlanmaktadır. Hıdrellezi İran’da Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri “Hızır nebi bayramı” olarak kutlarlar (Ocak, 1998). Türkiye’de ise hıdrellez, nüans farklılıklarıyla başta Alevîler tarafından olmak üzere geniş toplum kesimleri tarafından malesef din formunda kutlanmaktadır.
Bütün bu olup bitenlerden anladığımız bir diğer önemli nokta, profan sistemlerce kışkırtılmaya çalışılan ‘Türk Müslümanlığı’ paradigmasının hem kendi özelinde hem de “milli din” bağlamında köklerinin tarihte olan İslâm dışı geleneklere dayanmasıdır. Bu, İslâm kültür zeminine tasavvuf-mistisizm aracılığı ile taşınmıştır. Ana umdesi vahyi dikkate almamak olan yeni bir teoloji denemesi olarak Türk Müslümanlığı ideolojisi de bu tür hurafelere çanak tutmaktadır (Yazçiçek, 2003).
Sonuç
Hıdrellez fenomeninden hareketle birçok tarihsel atığı bünyesinde taşıyan gelenek islâmına bir bakış geliştirdiğimiz bu çalışmada, Salih kul ve İlyas (as) ismi etrafında oluşturulan mitolojik çerçevenin İslâm itikadına tamamen ters olduğunu gördük. Bu çerçevede oluşturulan Hıdrellez fetişi ister halk müslümanlığı ister folklorik isterse tasavvufî bir zeminde adlandırılsın şirkle malûldür. Hızır’a, beklenilen kurtarıcı mehdi formunda bir rol biçilmiş ve tahrife çanak tutulmuştur. Beklenilen kurtarıcılar Allah’ın sıfatları ile donatılmış, tevhid erleri, fetişisler elinde paganizmin kahramanlarına dönüştürülmüştür. Oysa ki müslümanlar hangi formda gelişirse gelişsin bu tür sapıklıkların uzağında durmalıdırlar. İnananlar akidelerini geleneksel atalar yolundan değil içinde şüphenin olmadığı doğrunun ta kendisi apaçık vahyden almalıdırlar. Keza Allah’ın dini oyun ve eğlence değildir.
***
Dipnotlar:
1- Fetiş, Fr. Fetiche. İlkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne, tapınacak put; tapınırcasına sevilen şey veya kimse; uğurlu sayılan şey.
2- “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maîde, 5/67); “Belki de sen (müşriklerin:) “Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!” demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (iyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir (Hûd, 11/12); “Rabbinin Kitab’ından sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.” (Kehf, 18/27); Ayrıca bkz.: Çelebi, s. 188.
3- Bkz.: Muslim, iman, c: 2, s. 646.
4- Şemsüddin İbnî Kayyim el Cevziyye, Elmenâr’ül-Münif Fis-Sahih Ved-Daif, Terc.: Muzaffer Can, Cantaş, İstanbul 1992, s. 79-83.
5- Sadece sezgiye dayanan bilgi olarak işrak bilgisi, insanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve meçhul olan şeylerin bilinmesi olarak görülür. İşrak felsefesi ise temel olarak gulatı Şia, Karmatiler ve İhvan-ı Safa kültürüne dayanmaktadır. Daha eskilere götürenler ise bu felsefeyi mecusiliğin aydınlık ve karanlık inancına dayarlar (Sarmış, 1997: 85, 86).
6- Âb-ı hayât, Far. Ar. (Far. Âb su, Ar. Hayât) Efsanelere göre içen kimseye ölümsüzlük sağlayan bir su, bengi su. Abıhayat içmiş yaşı çok ilerlemiş olduğu hâlde genç görünen kimse.
Bkz.: 19. Meryem, 21; 2. Bakara, 105; 21. Enbiyâ, 75; 3.Âli-İmrân, 74; 43. Zuhruf, 32; 44. Duhân, 5-6.
7- Ba’l, Şam’da Bek adındaki şehir halkının taptığı altın putun adı idi. Şimdi buraya Ba’lebek denmektedir (Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâlî, Heyet)
KAYNAKÇA
Aliyyû’l-Karî (1986), Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, İstanbul: Mütercim: Ahmet Serdaroğlu, İlim Yayınları.
Çelebi, İlyas (1998), “Hızır”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: c: 17.
Günay, Ünver (1998), “Türklerin Dini Tarihinde ve Kültüründe Çoğulculuk ve Hoşgörü”, Kayseri: E. Ü. İlâhi. Fak. Der., s: 10.
Ebu Gudde Abdulfettah (1995), Mevzu Hadisler, Terc.: Enbiya Yıldırım, İstanbul: İnsan Yayınları.
Harman, Ömer Faruk (2000), “İlyas”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: c: 22.
Kalafat, Yaşar (1996), İslâmiyet ve Türk Halk İnançları, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yay.
Kitabı Mukaddes (1995), İstanbul: Ohan Matbaacılık.
Ocak, Ahmet Yaşar (1998), “Hıdrellez”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: c: 17.
Önay, Yılmaz (1993), “Folklor”, Van Kütüğü, Ankara: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayını, No: 8.
Sarmış, İbrahim (1997), Tasavvuf ve İslam, İstanbul: Ekin Yayınları, 2. Baskı.
Sözengil, Tarık Mümtaz (1991), Tarih Boyunca Alevilik, İstanbul: Çözüm Yay.
Sahihi-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi (1983), Mütercimi ve Şârihi: Kâmil Miras, Ankara: D.İ.B.Y. Gaye Matbaası.
İmam Gazâlî (1993), Bâtınîliğn İçyüzü, Çev.: Avni İlhan, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
İbn Kayyim el-Cevziyye (1992), Elmenâr’ül-Münif Fis-Sahih Ved-Daif”, Terceme: Muzaffer Can, İstanbul: CantaşYayınları.
İmam Kurtubî (2000), el-Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, Teceme: M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Buruc Yayınları.
İmâm-ı Rabbânî (1981), Mektûbât Tercemesi, Mütercim: H. Hilmi Işık, İstanbul: Işık Kitâbevi.
Uludağ, Süleyman (1998), “Hızır-Tasavvuf ve Halk İnancı-”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: c: 17.
Kandemir, M. Yaşar (1984), Mevzû Hadîsler, Ankara: D.İ.B.Y.
Kurnaz, Cemâl (1998), “Hızır -Edebiyat-”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: c: 17.
Yazçiçek, Ramazan (2003), “Değişim Sürecinde ‘Millî Din’ ‘Millî İktidâr -Dinsel Irkçılık Bağlamında; Ümeyyecilik, Şu’ûbiyye ve Türk Müslümanlığı-” Tezkire, Ankara: s: 34, s. 93-110.
Yazçiçek, Ramazan (2004), “Bilgi Değeri Açısından Cefr ve Ebced –Harfler ve Rakamlar Metafiziği-“, Milel ve Nihal, 2 (1), 75-114.
Yengin, Naci (1990), “Hıdrellez”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Şâmil Yayınevi, c: 2.
Ayrıca geniş bilgi için Bkz. Ramazan Yazçiçek, "Bir Fetiş Olarak Hıdrellez", Haksöz Dergisi, Mayıs 2005, sayı 170, s. 68-74; Ramazan Yazçiçek, Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ekin Yayınları, İstanbul, 2008, 2. Baskı, s. 65-80.