‘‘Bir Direniş Etiği Olarak Ali Emre Şiiri’’

Mustafa Köneçoğlu, Dünya Bizim isimli sitede Ali Emre’nin şiirlerini ‘‘Bir direniş etiği olarak Ali Emre şiiri’’ başlığı altında değerlendirdi.

Dünya Bizim / Mustafa Köneçoğlu

Ali Emre ilk şiirlerinden itibaren bir kavgayı üstlenerek girer şiir dünyasına. Son şiirlerine kadar da sürdürür bu tutumunu. Onun kavgası ‘belleksiz bir çağ’da, imha edilmek istenilen ‘anlam ormanı’nı, ‘baş eğmeyen bir kelam’la ve ‘ateşten bir lügat’le, korumaya çalışmaktır. Şair; dili, üslubu ve imge düzeniyle ‘namahrem el’in bu topraklarda kurduğu oyunu bozmayı amaçlayan bir izlek geliştirir. Tıpkı Mehmet Akif gibi o da, ülkeyi istila etmeye çalışan ‘züppe jargon’un yıkımıyla baş etmeye yönelik bir mücadelenin içindedir. Bu nedenle Ali Emre şiiri için, okuru alesta tutma çabası içinde bir çığlık, bir davet, bir ahu enindir diyebiliriz. Keza, yine aynı nedenlerden ötürü, onun şiirinin döneminin şiirlerinden çok daha farklı bir menzile yöneldiğini de söylemek mümkün.

Şairin tespitiyle ‘belleksiz çağ’ın en bariz vasfı, insani/İslami değerlerin toptan yok edilmesi ya da sürgüne gönderilmesidir. Ülkemiz özelinde söylemek gerekirse; geçmişe ve geleceğe ait her söze, her ‘ekin’e acımasızca kıyılmış, her yeni doğan ‘oğul’ hunharca katledilmiştir. Buradan baktığımızda; Ali Emre, Mecal kalmamıştı ocakta ölü doğuyordu her sühan/Yabanıl, hunhar bir çalımla boynunu vurdular hurufun, (Söz Ekini) mısraları ile Musa kıssasına atıfta bulunur. Şair, Musa kıssasında adı geçen ceberut elin bir benzerinin yaşadığımız belleksiz çağa düştüğünü ima eder. Zira binlerce yılın müktesebatı, anlam ve içerik dağarcığı, iktidar seçkinlerinin geleceği adına, bir çırpıda, pozitivist bir kehanete kurban edilmiştir. Bu kara kehanet yeni doğan oğulları ve yeni sözleri hunharca boğmuş; yeşerdikleri toprakları da zehirlemiştir. Böylelikle muktedir el geleceği için tehlikeli bulduğu her sesi yok ettiğinden emin olarak, kibirli adımlar atabilmiştir. Peki, tarihin ve sosyolojinin ırmağı bu modern kehanete uygun akar mı, elbette hayır! Bir gün ırmağın kıyısından bir umut yeşerir, bir sandık peyda olur ve ansızın bir söz çıkagelir. Ali Emre bu umudun şiirini yazar. Çünkü ‘ocak’ sonsuza kadar tütmelidir.  

İlk şiir kitabı Kıyamet Mevsimleri

1997’de yayımlanan ilk şiir kitabı Kıyamet Mevsimleri’yle şairin son yazdıkları arasında, süreklilik arz eden tutarlı bir tavırdan söz edilebilir. Kıyamet Mevsimleri’yle Çeyizime Bir Kefen birlikte okunduğunda bu tutarlılık açıkça görülür. İlk kitapta sesini ve söyleyişini bulmuş olan poetik ark derinleşerek son kitapta toplanmış denebilir. Bu poetik ark boyunca şairin kendi beniyle, tarihi ve toplumsal sorumluluk yoğun bir şekilde iç içe geçer. Fakat bu iç içe geçişte toplumsallık sanki hep bir adım daha öndedir. Hatta biraz daha ileri gidip denebilir ki, şair toplumsal sorumluluk adına, estetik düzeyi korumak kaydıyla, öznel ya da otobiyografik söylemlerden bir hayli feragat etmiştir.

Mehmet Akif şiiriyle Ali Emre şiirindeki ruhsal yakınlık biraz da bu feragat sebebiyledir. Her ikisi de şiirlerini toplumsalın yükünü omuzlayan bir ethos olarak kaleme almıştır. Ali Emre, ilk şiirlerinden son şiirlerine kadar bu toplumsal ethosa sadık kalmıştır. Modern şiirimizde görülen, kendi kendiyle uğraşma, benini yadırgama, ruhunu teşrih masasına yatırma, aynadaki aksine yabancılaşma gibi, biraz da patolojik, bireysel (artistik) imgelere rastlanmaz onun şiirinde. Aksine Ali Emre şiiri, ontolojik olarak yerini bulmuş, kendinden emin ve itminana ulaşmış bir benliğin isyankâr dışa vurumudur. Kendi karanlığıyla çarpışan modern bireyin hafakanları, parçalanmışlığı ve bohemliği değil, cevaplarını bulmuş ve sükûnete ermiş bir dervişin haletiruhiyesi vardır onun şiirinde. Dolayısıyla şairin acısı, ıstırabı ve isyanı, omuzladığı toplumsal yükün ağırlığıyla alakalıdır.

Şiirin/dilin doğası gereği, her şair, yazı hayatı boyunca bir şiiri yazmaya ve onu derinleştirmeye çalışır diyebiliriz. Bu, bir tür yeni baştan yazma deneyimidir. Her yeniden yazma deneyimi yeni bir şiire kapı aralar. Yazıya geçirilmiş her şiir, şairin yazmaya çalıştığı o ‘kaçak ve kurnaz’ muhayyel bütünden kopan bir parçadır. Dolayasıyla, muhayyel bütünden koparak, şairin dilinde kendi estetik bütünlüğünü tamamlayan bir şiir toplamından da söz edebiliriz. Bu şiirler toplamı hep o ilk şiirden yola çıkılarak yazılmıştır. Bu açıdan, ilk şiirlerle son şiirler arasında, kimi biçimsel değişmeler söz konusu olsa bile, öz itibariyle kopmaz bir rabıta vardır. Bu rabıta, Ali Emre şiirleri bakımından, yerelden evrensele doğru açılan bir sorumluluk duygusu olarak gelişir.

Çeyizime Bir Kefen’de tüm mazlum halkların sesi olur

İlk şiirinde daha çok yaşadığı ülkenin savunma hatlarında dolaşan şair, Çeyizime Bir Kefen’de tüm mazlum halkların ve Müslüman coğrafyanın dalgakıranı olmaya yönelir: “Gazi pazar vuruldu baba, acının iskelesi çöktü/Yarım kaldı yine ezan güne yas ordusu yürüdü.” Necip Fazıl’ın, Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum/Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum mısralarında olduğu gibi, Ali Emre şiirlerinde de, tüm mazlum coğrafyanın ıstırabını paylaşan evrensel ve derin bir acı eşiği gelişmiştir: “Kalakalmış uygar dünyada/bir başına, yaralı/Epeyce Bosnalı/Filistinli bir parça.”

Diğer yandan Ali Emre, “Cihadı bıraktık, dünyaya daldık/Tezeğe konan sinekler gibi,” mısralarıyla insanları tarihi-toplumsal tavır alışlarına, aynı zamanda da varoluşsal aidiyet kodlarına geri çağıran Cahit Zarifoğlu gibi, konformizm içinde çürüyen, duyarlılığını yitiren, İslam coğrafyasındaki yangını sinik bir tevekkülle seyreden insanları, kendine getirmeye çalışır: “Bu nasıl kıraat ey aziz, bir mimi bile dokunmuyor kalbimize/Kahve halkı bezgin, dil tutuk, o alesta yiğitler nerede/Ekranlara mı süpürülmüş tarihi dik tutan kızlar/İnci dizen, cephede gezen, kitap yazan eyvan içinde/Cihanın altını üstüne getirmişlerdi bir vakit hani…” (Safları Sık ve Düzgün)

Bu ve benzeri birçok şiirde toplumsal hafıza destansı bir tasvirle sıkılaştırılmaya ve tazelenmeye çalışılırken, diğer yandan da, bu toprakların insanına kendi yazgısına sahip çıkması gerektiği hatırlatılır. Çünkü ‘akrep’ evlere kadar girmiştir artık ve evin sakinleri upuzun bir ‘Habil Yalnızlığı’ içindedir. Oysa çoktandır bu coğrafyada yaşıyor olmak, bir anlamıyla, ‘kalbini yonta yonta kılıç eylemeyi’ gerektirir. Sünepelikle boyun büken bir hayatsa üzerimize gelen canavarın iştahını kabartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

‘Kırk yerinden yaralanmış, kanayan bir şarkı’nın tam ortasında dursa da şair,  mücadelesinde yalnız değildir. Önünde ufuk adamlar ve ardında mazinin şanlı çağrışımları vardır. Bu nedenle umutla etrafına ve geleceğe bakar. Tıpkı Ömer Muhtar gibi, Malcolm X gibi ya da tıpkı Aliya gibi.  Çaresizliğin en koyu karanlığında, tüm coğrafyanın Kerbela olduğu bir zamanda dahi pes etmek aklının ucundan geçmeyecektir. ‘Önden gidenler atlılar’ da pes etmemiştir çünkü. Şairin işi buradaki soylu aidiyete sahip çıkmaktır.

‘Müslüman bir çığlık’

Bu nedenle, şiirlerinden aczinin giryesi dökülse de, sünepeliğe ve gönüllü köleliğe hiçbir şekilde prim vermeyecektir. Bir isyan, bir itiraz ve bir dik duruş kıvılcımı şavkıyıp duracaktır şiirin burcunda. Zira asıl olan ahlaki üstünlüktür. Ahlaki üstünlüğü elde tutan bir tarihsel özne; zulme, tuğyana ve mürailiğe karşı duruşunu bozmadan yenilse de, kaybedenlerden olmayacaktır. Tarihin satırları arasında, asıl kaybedenler insanları sömürerek semiren zalimlerdir;  insan onurunu hiçe sayan sistemleridir. Şair ‘Müslüman bir çığlık’ olarak, bunun da bilincindedir. O da tıpkı İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı. diyen Malcolm X gibi, mısralarla nişan almakta ve kuklacıyı aramaktadır.

Ali Emre şiirinin ayırt edici vasıflarından biri de söyleyeceği şeyi, olduğu gibi açıkça, muhatabına doğrultarak doğrudan söylemesidir. Bu durum güncel eleştiri ve hiciv söz konusu olduğunda da değişmez. Yani ironi ya da kara mizaha başvurmadan söyler sözünü şair:

Taşın altında kalan eller bir gün taşa tutar elbet sizi

Dağıtır masanızı ıslık çalarak yalnız bıraktıklarınız

Sırat şeyhleri, arsa mücahitleri, anıtkabir müraileri

Ne Allah’tan korktunuz ne de kullardan utandınız

(Nehri Geçerken)

Hilmi Ziya Ülken bir yazısında, “Sanat, tekrar ve ümidin, geçmiş ve geleceğin, ritim ve melodinin, toplum ve ferdin türlü nispetlerde değişen terkibidir” der. Sonuç olarak Ali Emre şiirinin bu terkibin hakkını sonuna kadar verdiğini söyleyebiliriz. Ve son bir şey daha:

Leylâyı götürüp Londra’nın ortasına bıraksam

Bir bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur

mısraları; sesini, duruşunu, savaşını değiştirmeyen ve gardını hiç düşürmeyen Ali Emre için de geçerlidir.       

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Aralık 2024 sayısı çıktı
Vatanına dönerken yaşadıkları kadar ağır değildi yükü
“Made in Gaza: From Ground Zero” Savaş bölgesinde mahsur kalan film yapımcılarının sesi oluyor
Taksim Camii Filistin Kitap ve Kültür Günlerine ev sahipliği yapacak
Ümraniye Kitap Fuarı cumartesi günü başlıyor