Bir Din Özgürlüğü Savunusu

RECEP ARDOĞAN

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i İmrân 3/118.)

Batı siyaset tarihinde laiklik, din savaşlarını önlemek, bireylerin din özgürlüğünü güvence altına almak için bir tedbir, bir araç olarak düşünülmüştür. Laiklik, siyasi gücü elinde bulunduranların, farklı din, mezhep ve kanaatlere sahip birey ve topluluklara din konusunda baskı yapmalarına karşı bir önlem olarak gündeme gelmiştir.

Kilise (ruhban sınıf teşkilatı, clergy), iki kılıç öğretisini dillendirmiş ama iki kılıcı (dünyevi krallık ve semavi krallık) da elinde tutmak istemiştir. Kendini siyasetin üstünde konumlandırmış, aforozu siyaset kurumuna karşı kullanmıştır. Felsefenin, bilimin ve sanatın hristiyan dogmalarına göre hareket etmesini istemiştir. İlim, fikir ve sanat ürünlerini kendi sansüründen geçirmiştir. Yayımlanan kimi kitapları, bu çerçevede yasaklamış ve yasak kitaplar indeksleri çıkarmıştır. Bazı laikçilerin iddia ettiğinin aksine, dinî gerekçelerle kitap yasaklanması, Osmanlı’ya ve İslam tarihine değil Batı’ya ait bir olgudur. İslam tarihinde, gayr-i Müslimler, İslam inancını tenkit eden kitaplar kaleme alabilecek boyutta bir din özgürlüğüne sahiptiler. Bu ortamda İslam âlimleri, farklı dinlere karşı reddiyeler yazmanın yanında, İslam’a yönelik reddiyelere de cevaplar kaleme alıyorlardı. Bu özgürlük ortamının temelleri, “İslam’da Din Özgürlüğünün Temelleri –Kelamî Bir Yaklaşım-” (klm Yay., İst. 2016) kitabında (müellif Recep Ardoğan) geniş olarak açıklanmıştır.

Ortaçağ Avrupa’sındaki ruhban sınıfın tahakküm ve baskıları karşısında, gereke siyaset felsefesinde gerekse bilim çevrelerinde, özgürlük arayışları, doğal olarak kilisenin gücünün ve etkinlik alanının sınırlandırılması talepleri şeklinde ortaya konmuştur. Din-siyaset ayrımının gerekliliği savunulmuştur. Hiç kimsenin, bireylerin vicdanı üzerinde egemen olamayacağı vurgulanmıştır. Bu temelde, bireylerin vicdanı üzerinde tahakküm kurmaya çalışan kilisenin devlet işlerinden ve hatta kamusal alandan uzak durması gerektiği söylenmiştir. Bunlar, haklı taleplerdir. Laiklik, işte bu haklı talepleri gerçekleştirmeye yönelik, tarihte belli bir işlev görmüş bir kavram, bir düzendir.

Bireylerin ve toplulukların dinî özgürlükleri son derece önemlidir. Bunlar yanında, insanların başka hak ve özgürlükleri de vardır. Siyasal haklar, ekonomik haklar, sosyal haklar gibi. Bunların tümünü kapsayan kavram ise laiklik değil, insan haklarıdır. Bu haklarının tümünü güvenceye alan siyasi sistemin adı ise laiklik değil, çoğulcu demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün yürürlükte olduğu anayasal demokrasidir. Kanaatimizce, bugün için, İslam’a en uygun yönetim şekli de hukukun üstünlüğünün olduğu anayasal demokrasidir.

Günümüzde, laiklik tartışmaları hala sürmektedir. Biz, bu tartışmaların yukarıdaki bilgiler ışığında yapılması gerektiğini savunuyoruz. Çünkü, bir haklar grubunu, insan haklarına karşı alternatif olarak göstermek, kanaatimizce doğru değildir. Daha açık bir ifadeyle, “siyasi iktidarın farklı din mensuplarına eşit mesafede olmaması, farklı inanma özgürlüğüne zarar verir” diyerek, dindarların dinî özgürlüklerini ve siyasi haklarını kısıtlamaya kalkışmak, ancak katı laikçiliğin eseridir.

İşte aşağıda, laiklik kavramını sorgulamadan, malum katı laikçiliğin bazı iddia ve ithamları, yüzeysel olarak ele alınacaktır.

Laiklik konusundaki bir iddia şöyledir:

“Tanrı’nın varlığı ve öznitelikleri, ruhun ölümsüzlüğü, cennet, cehennem, peygamberlik ve vahiy gibi dinlerin temel tezleri göreceli ve tartışmalıdır, mutlak değildir. Vatandaşlar farklı dinlere üye olabilecekleri gibi, Felsefe ve Bilim tarihi boyunca dinlerin tezleri tartışılmış, dindar teizm, dinsiz teizm, deizm, fideizm, panteizm, ateizm, agnostisizm gibi farklı kuramlar ortaya atılmıştır. Özgür ve demokratik bir ülkede her vatandaş bu akımlardan birisini veya başkasını, belirli bir dini veya dinsizliği, devletin ve hükümetin dayatmasına göre değil, kendi özgür iradesine göre tercih etmek hakkına sahiptir.” (Örsan K. Öymen, 32 kısım tekmili birden laiklik nedir ne değildir”, http://odatv.com/32-kisim-tekmili-birden-laiklik-nedir-ne-degildir--0609161200.html [6.9.2016])

Yukarıda dile getirilen dinî öğretilerin göreli ve tartışmalı olması gibi, onları yanlış veya tartışmalı ve izafî sayan tez de mutlak değildir. Yani, bir taraf Allah inancının ve dinin mutlak hakikat olmayıp tartışmalı tezler olduğunu iddia etmektedir. Ama onların bu iddiası da dindar çoğunluğa göre tartışmalı ve görelidir. İslam’ın bu konudaki yaklaşımı da, kanaatimizce, şöyledir:

Allah, nübüvvet ve ahiret inancı başta olmak üzere İslam’ın inanç esasları, insan, hayat ve toplum anlayışı mutlak hakikattir. Ama bu hakikatler, bu dünyada bir imtihan hâlinde olan bireylere siyasi güç yoluyla dayatılamaz. Yani Batı hristiyanlığının aksine, İslam’da din özgürlüğü, mutlak bir hakikatin gereğidir. Bu mutlak hakikat, her insanın birey olarak Allah indinde sorumlu olduğunu, ama bu dünyada yaptıklarından dolayı ahirete sorgulanacağını vaz’eder. Bu dünyada ise, insan inancından ve ibadetlerinden dolayı sorgulanamaz, mahkeme edilemez. İnanç ve kulluğun mahkemesi, ahirettedir, “mahkeme-i Kübra”dır.

Buradaki temel bir soru da şudur:

Laiklik neden, bazı dinî özgürlüklerin kısıtlanmasına bağlanıyor?

Laikçilere ait diğer bir iddia da “Belirli bir dinin, mezhebin ve geleneğin ahlak anlayışını tüm vatandaşlara dayatmak, özgürlük ve demokrasi kavramıyla doğrudan çelişmektedir.” şeklindedir. Ancak burada şuna dikkat edilmelidir: Birey, bir dinin, mezhebin veya geleneğin ahlakından kurtulsa bile bir toplum içinde yaşadığı sürece, ahlakın kendisinden kurtulamaz. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve ahlak olmadan toplum da olamaz. Nitekim, dinî ahlaktan bu kimseler kurtulsa bile, ahlak mefhumundan tamamen azade olamazlar. Toplum hayatının ahlak kuralları bulunur. Yine bir hukuk sisteminin de dayandığı bir ahlak felsefesi vardır. Hukukun temel kavramlarından olan hak ve adalet, ahlakî kavramlar olduğu kadar aynı zamanda dinî kavramlardır. Mesela, laik devletlerde, siyasî iktidarın bazı uygulamalarını protesto etmek için abes yerlerini teşhir eden insanlara izin verilmez.

Siz arka planda dinin insan, hayat ve toplum, varlık ve değer anlayışıyla birleşen ahlakı temel almazsanız, o zaman kendi göreli ahlak anlayışınızı empoze edersiniz. Buna dayalı bir hukuk anlayışı da halkın dinî inancını yok sayan, ithal ve türedi bir hukuk anlayışı olacaktır. Akılcılık, evrensellik, bilimsellik burada, sadece kör bir iddiadır.

Dolayısıyla, kimse, “benim ahlak, hukuk ve siyaset anlayışım tüm dinlerin üstündedir”, şeklinde bir taşkınlık sergilememelidir. Kimse,  “Benim etik ve politik düşüncem, farklı bireylerin ve toplulukların tüm subjektif yaklaşımlarının ve ön-kabullerin üstündedir”, şeklinde bir diktaya başvurmamalıdır. Dindar birey, dine göre düşündüğünü, kimilerince kabul görmeyen bir inanca göre hayata ve topluma yaklaştığını bilir… Hem İslam’ın mutlak hakikat olduğuna hem de dinin zorlama konusu olmadığına inanır. Peki, laikçiler, kendilerinin de bir ön-kabule göre düşündüklerini bilmekte midir?

Diğer bir iddia da şöyledir: “Bilimsellik açısından bakacak olursak, Kur’an’da, insanın Tanrı tarafından çamurdan ve topraktan yaratılmış olduğuna dair ayetler, Biyoloji’deki evrim kuramıyla; dünyanın değil, ayın ve güneşin yörüngede olduğuna dair ayetler, Kopernik’ten beri geçerli olan güneşmerkezci Astronomi kuramıyla bağdaşmamaktadır.” (Örsan K. Öymen, 32 kısım tekmili birden laiklik nedir ne değildir”, http://odatv.com/32-kisim-tekmili-birden-laiklik-nedir-ne-degildir--0609161200.html [6.9.2016]) Oysaki burada, ayetleri anlama noktasındaki yetersizlik ve çarpıtma bir yana, evrim kuramından yani bir teoriden söz edilmektedir. Teori ile “bilimsel deneylerle kesin olarak ispatlanmış hakikat” arasındaki farkı görmek gerekir. Dinî inanca karşı, henüz bilimsel olarak ispatlanmamış bir teoriyi “bilimsellik” adına dayatmayı arzulamak, laikçi zihniyetin tipik taleplerindendir. Evrim teorisiyle ilgili bir çığırtkanlık örneği ve cevabı için “İslam’da Din Özgürlüğünün Temelleri” kitabının 194-202 sayfaları arasına bakmak yararlı olacaktır.

“laiklik ilkesi, insanlık tarihinde ortaya konmuş en önemli uzlaşma ve toplumsal barış kuramlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.” iddiasıyla ilgili olarak da şu gerçeklerin altını çizmek gerekir.

İlk olarak anayasasında laiklik ilkesi yer alan Fransa gibi, bazı devletlerde uygulamanın, iddia edildiği gibi uzlaşma ve barış temelinde, dindarların da haklarının korunduğunun gösterilmesi gerekir.

İkinci olarak, farklı inançlara mensup bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması, laiklik ve laikçiliğe mi yoksa insan hakları mefhumuna mı bağlıdır? Gerçek korumayı sağlayan nedir?

Yakın tarihimizdeki tartışmalarda, kamu kurumlarında, okullarda ve hatta belirsiz bir kavram olan “kamusal alan”da başörtüsüne karşı çıkan kimilerinin tezi neydi?

“Başörtüsü, demokrasiye, çoğulculuğa aykırıdır.” şeklinde miydi?

Ya da “Bazılarının başını örtmeyi tercih etmesi, insan haklarına aykırıdır.” şeklinde miydi?

“Başörtüsü tabiî hukukla bağdaşmaz.” şeklinde miydi?

“Başörtüsü, din özgürlüğüne aykırıdır, kültürel haklara, üçüncü kuşak haklara aykırıdır.” şeklinde miydi?

Yoksa, bunun laiklikle bağdaşmadığını mı söylüyorlardı. İşte bu sorunun cevabı, laikçi zihniyetin deşifre olduğu yerdir.

Bugün gelinen noktada, bunlardan kimilerinin, “üniversitelerde başörtüsünün yasaklanması, laikliğin gereği değildir.” diyor olmaları, yaygın gerçekliği değiştirmez. Tarihi yok sayabilirsiniz ama yok edemezsiniz.

Üçüncü olarak, eğitim alanında dini dışlamak, laikçilerin anlayamadığı bir sorundur: Bir insan hakları ihlali sorunu. Uluslararası insan hakları belgelerine bakıldığında din eğitimi, hem kültürel haklar içinde yer alır, hem din özgürlüğünün temel bir maddesidir.

Eğitim sisteminde insan hakları ve özgürlüklerine aykırı olan, ailesinin inanç ve kültürüne aykırı olarak öğrenciye başka inançların aşılanmasıdır. Anne babanın rızası hilafına çocuğu belli bir dine veya mezhebe göre eğitmektir. Dindar ailenin çocuğuna, “dini temelsiz inanç ve mitolojilerden ibaret olduğunu varsayımını temel alan” bir müfredatın uygulanmasıdır.

Dinler ve mezhepler arası din eğitimi (interreligious and intercultural education), insan haklarına aykırı olmadığı gibi, bireyin sosyalleşmesi açısından bir gerekliliktir. Dinlerarası din eğitimi, daha özelde “Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Dersi” olmadan birey, içinde yaşadığı toplumun inancını, örfünü, ahlak anlayışını, kültür ve geleneğini yeterince anlayamaz. Burada tek itiraz noktası, ülkemizde “din kültürü” dersinde öğrencilere

- İslam inanç ve değerlerinin,

- devletin din politikasına göre yeniden şekillendirilerek verilmesidir. Bu durumda bu dersin mecburi olması da özgürlük temelli bazı itirazlara neden olmaktadır.

Ancak, sorunun başka boyutları da var. Eğer, siz, laiklik adına, insanların çocuklarına kendi inançlarına göre din eğitimi vermeleri için çeşitli imkânlar sunmazsanız, bu hak ihlali olur. İşte, mecburi olan Din Kültürü dersinin, İslam inanç ve değerlerine göre işlenmesi, bir ara çözümdü.

Ayrıca, devlet tarafından, bir dinin türedi bir anlayışa göre re-forme edilerek verilmesi de bir hak ihlalidir. Burada, halkın din anlayışı hakkında, değer yargısında bulunmak vardır. Halkı devlet imkânlarını kullanarak din anlayışını değiştirmeye mahkum etmek, söz konusudur… Bunun da ayrıca altı çizilmelidir.

Yine “Laiklik karşıtı odakların ve onların stepnesi olan sözde liberallerin uydurduğu bir başka şey de, “farklı laiklik tanımları” safsatasıdır.” cümleleri de dikkat çekiyor. Kanaatimizce, burada bir haklılık payı var. Çünkü laikçilik farklı tanımları olacak derinlikte bir felsefî düşünce, bir düşünce sistemi değildir. Ancak, laiklik uygulamalarındaki farklılıkların boyutlarını görmemek de ezberden giden bazı Mısırlı kalemlere mahsustur.

Tüm bunlardan sonra aktüel bir meselenin de altı çizilmelidir.

FETÖ ile mücadelede, ülkeyi 40lı yıllara götürmek isteyen bir zihniyet, dün dindarların din özgürlüğünü savunmamışken, bugün, laiklik kavramını eski alışkanlıklara göre yorumlayarak özgürlükten söz etmektedirler. Dindarı ikinci sınıf olarak gören laikçi zihniyeti yenide ihya etmeye çalışmaktadırlar. Dün dindarların hakları ihlal edilirken statükodan yanaydılar, bugün, konjonktürel olarak kendi bağnazlıklarından taviz verme pozuna girmişlerdir. Ama yine hak ve özgürlüklerden yana değillerdir. Bunun iyi tahlil edilmesi gerekir. Bunlar, dindarların din özgürlüğü ihlal edilirken, sık sık “Benim dedem de hoca ama…”, “Ben dine karşı değilim ama…”, “Benim annem de başını örtüyor ama…”, “Herkes camiye gidebiliyor!..” söylemlerine başvururlardı. Aslında demek istedikleri şöyle sadeleştirilebilir:

Biz, sizin de bir insan olduğunuzu görüyoruz. Ama bizim taassubumuz sizin haklarınızı tartışmamıza neden oluyor.

- Aynı ülkede yaşıyoruz ama sizin haklarınız varsa bizim de vehimlerimiz ve anksiyetemiz var;

Bizim vehimlerimiz sizin haklarınızdan daha önemlidir.

- Biz de, evveliyatı dindar olan bir aileden geliyoruz. Ama artık başkalaştık. Biz başkayız.

- Demokrasi de insan hakları da bir yere kadar. Dindar insanlar, zor yoluyla dönüştürülmeli, uygarlaştırılmalıdır(!).

Bu kimseler, dindarlar hakkındaki suizanlarını, gelecek kaygılarını ve vehimlerini delil yaparak, dindarlarının temel haklarını tartışmaya açarlardı. Bugün de FETÖ ile mücadele, bu zevatın o günlere dönme özlemini canlandırmış olmalı.

Rabb’im yeniden o günlere döndürmesin!..

-devamı var-