Bir Darbecinin Ölümü ve 12 Eylül

12 Eylül askeri darbesinin lideri Kenan Evren, GATA'da öldü. Evren liderliğindeki askeri cuntanın gerçekleştirdiği darbenin üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen izleri hala silinmedi...

Darbeci General Kenan Evren liderliğinde gerçekleştirilen darbeyi ve tahribatlarını tekrar hatırlatmak için sitemiz yazarlarından Rıdvan Kaya'nın yorumunu tekrar yayınlıyoruz:

Rıdvan Kaya / Haksöz Haber

Aradan tam 34 yıl geçmesine rağmen Türkiye hala 12 Eylül travmasının izlerini taşımaya devam ediyor. Bu uzun süre zarfında gerek siyasal-toplumsal, gerekse de yasal düzlemde pek çok düzenleme ile 12 Eylül 1980 darbesinin yol açtığı sorunlar, ihlaller, sıkıntılar aşılmaya çalışıldı ama bu kirli geçmişin izleri tam manasıyla silinemedi.

Eğitimden siyasete, medyadan yargı düzenine kadar çok geniş bir alan hala 12 Eylül’ün hedeflediği despotik toplum modelinin, tahkim ettiği otoriter zihniyetin yansımaları ile dolu. Darbecilerce çok kısa bir süre içinde, hızlıca işgal edilmesine karşın bu geniş zeminin darbecilik kalıntılarından arındırılması aradan geçen on yıllara rağmen tam olarak başarılabilmiş değil. En son olarak, yasal-kurumsal düzlemde 1980 darbesinin kalıntılarının temizlenmesi açısından, çok ilginç bir tevafuk gerçekleşti ve 12 Eylül 2010 tarihine denk gelen 26 maddelik anayasa değişiklikleri referandumu ile önemli bir aşama daha kaydedildi. Ne var ki, 12 Eylül’ün toplumsal hafızada meydana getirdiği tahribat ve çöküntünün bütünüyle giderilebilmesi yine de pek mümkün görünmüyor.

Neredeyse hiçbir siyasal-sosyal çevrenin açıktan destek verir görünmediği, konuşan, söz söyleyen herkesin alabildiğine eleştirdiği, muhalefet ettiği 12 Eylül’ün bunca etkili olması bir çelişki değil midir? Öyle ya, herkesin karşı çıktığı, reddettiği, hatta nefretini izhar ettiği 12 Eylül’ün bu kadar uzun süre etkinliğini sürdürebilmesinin sırrı nedir?

12 Eylül Militarist Sistemin Kurumsallaşması ve Sürekliliğinin Bir Tezahürüdür!

Hiç şüphesiz “12 Eylül’ün başarısı”nın sırrı Türkiye’nin resmi ideolojik bağnazlık ve ikiyüzlülüğünde gizlidir. 12 Eylül özü itibariyle Kemalist bir restorasyon çabasıdır. Toplumsal-siyasal yapıdaki devasa çeşitlenmeler ve yükselen talepler karşısında tehdit edildiği düşünülen, aynı zamanda mevcut siyasal kadroların zaafları yüzünden ihmal edildiği, geriletildiği, mütehakkim pozisyonunu kaybetme riski ile muhatap olduğundan endişe edilen Kemalist ideolojinin takviye edilmesine ve siyasal-toplumsal yapının da bu doğrultuda yeniden biçimlendirilmesine yönelik bir girişimdir. Bu yönüyle 1980’de gerçekleşen 12 Eylül darbesi nevzuhur bir durum, isitisnai bir vaka olarak görülemez. Kemalizm ya da Atatürkçülük adıyla maruf Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi ideolojik kurumsallaşmasının bir sonucu, tezahürüdür. 

Bu yönüyle bakıldığında 12 Eylül ile 27 Mayıs arasında, 12 Eylül ile 12 Mart arasında bir irtibat olduğunu, kendinden önce gerçekleştirilen askeri darbelerin açtığı yolu izlediğini, 12 Eylül cuntasının, selefi cuntalardan ilham ve cesaret aldığını söyleyenler doğru söylemekte fakat eksik tespitte bulunmaktadırlar. 12 Eylül öncelikle ilhamını 1. Meclis’te gerçekleştirilen darbeden almaktadır. Muhalefetin belirginlik kazanması üzerine Meclis’in tatil edilip gidilen kurgulanmış seçimlerden sonra ortaya çıkan “arındırılmış Meclis” manzarası ile 12 Eylül cuntasının tayin edilmiş üyelerden oluşturduğu Danışma Meclisi benzerliği çarpıcıdır. 

Aynı şekilde 12 Eylül cuntasının şefi Org. Kenan Evren’in fiilen yönetime el koyup, ardından göstermelik seçimler sonucu devlet başkanlığı rolünü üstlenmesi ve tek belirleyici konumuna oturması, Türkiye tarihinde övünçle dillendirilen “Ebedi Şef” pratiğinin meydana getirdiği otoriter-buyurgan iklimden bağımsız görülemez. Benzerlik ve taklit olgusunun izleriyle her alanda karşılaşmak mümkündür. Sadece Şef’in tren penceresinden elindeki kasketini sallayarak perondaki topluluğu selamlama görüntüsünden ibaret değildir.

Siyaset yapıcıları için çizilen sınırlar nettir ve kadim bir geleneğe dayandırılmaktadır. “Ulu Önder”in Nutuk’ta yer alan şu anlatımının gerek 12 Eylül cuntası, gerekse de 27 Mayıs, 12 Mart ve bilahare gerçekleştirilecek 28 Şubat cuntaları için yol gösterici bir mahiyet arzettiği kuşku götürmez: “…Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Hiç kuşkusuz Kemalist Cumhuriyetin ilk dönemine damga vuran icraatların pek çoğunun 12 Eylül’e de ilham kaynağı teşkil ettiği görülmektedir. 12 Eylül cuntası bir anlamda kurucu kadronun muhalefete tahammülsüzlük; sudan sebeplerle parti kapatmalar; basına yönelik baskılar neticesinde bağımsız aydınların susturulup, sahibinin sesi bir medya düzeninin tesisi; resmi ideolojiden ve kadrolardan bağımsız bir sivil toplumun tehdit şeklinde algılanması ve güdümlü cemiyetlerin ihdası; üniversitelerde akademisyen kıyımı ve benzeri pek çok uygulamasını bu ülkede bir kere daha sergilemiş, yeniden canlandırmıştır.

Hukuk Kılıfı Giydirilmiş Zorbalık

Bilhassa hukuk alanına yansıyan benzerlikler çok dikkat çekicidir. Ne var ki, ilginç bir biçimde yaklaşık 30 yıldır kesintisiz biçimde 12 Eylül’ün hukuk düzenini kıyasıya eleştirenlerin önemli bir kesimi, tüm bu hukuksuzluğun “kurucu pratik”le derin bağlarını görmezden gelmektedirler. Oysa gerek 12 Eylül askeri mahkeme yargılamaları, gerekse de 27 Mayıs’ın ünlü “Yassıada müsameresi” en temelde İstiklal Mahkemelerinin ruhunu yansıtan düzeneklerdir.

İstiklal Mahkemeleri ne yapmıştır? Muhalif olmayı suç kategorisine sokmuş, tasfiye ve sindirme operasyonlarına hukuki kılıf geçirmiştir. Bunu yaparken hukukun en temel ilkelerini berhava etmiştir. Yargı bağımsızlığı ve doğal hakim ilkesi yok sayılmış, Meclis üyeleri arasından heyetler oluşturularak Hükümetin ihtiyaç ve politikaları doğrultusunda yargılamalar yapan, kararlar veren mahkeme komedisine sebebiyet verilmiştir. İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanması örneğinde görüldüğü üzere suçun ve suça verilecek cezanın önceden tanımlanmış olması şeklindeki evrensel kuralı tanımamış, yıllar önce yazılmış bir risaleyi yeni çıkan bir kanuna muhalefet gerekçesi sayarak yazarını idam etmiştir. Avukatla temsil edilme, verilen cezaları temyiz etme gibi temel hakların tanınmadığı bu mahkemelerde “sanıkların idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine” şeklinde kararlar verilebilmiştir.

12 Eylül yargısı da gerek yeni suç kategorileri ihdas etme, gerekse de “suçlu” şeklinde vasfettiği insanlara karşı acımasızlık anlamında aynı yolu izlemiştir. 27 Mayıs zorbalığının darbeden sonra 146. maddeye fıkra ekleyip yasayı geriye yürütmesi zorbalığında da görüldüğü üzere, işlendiği dönemde suç sayılmayan eylemlerden ötürü insanlar geriye dönük yargılamalara muhatap edilmiş; devam etmekte olan davalara müdahale edilerek ceza miktarları artırılmış; sanık lehine işletilmesi gereken hukuk kuralları görmezden gelinerek aleyhe bozma yasağı çiğnenmiştir. Göstermelik yargılamalarla bir yandan peşinen “suçlu” oldukları kabul edilen insanlar ağır biçimde cezalandırılırken, öte yandan toplumun tamamına korku salınmaya çalışılmıştır. Kitleler halinde gözaltına alınan, işkenceli sorgulardan geçirilen, sıkıyönetim komutanlıklarının emri altında görev yapan askeri mahkemelerde yargılanan ve cezalandırılan insanların ortak özellikleri rejime muhalif olmalarıdır.

Rakamlar korkunçtur: 650 bin kişinin gözaltına alındığı; 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği; açılan 210 bin davada 98.400’ü örgüt üyesi olmak üzere toplam 230 bin kişinin yargılandığı; 300 kişinin kuşkulu şekilde öldüğü; 171 kişinin işkenceden öldüğünün belgelerle kanıtlandığı; 14 kişinin cezaevlerindeki baskı ve şiddeti protesto etmek için yaptıkları açlık grevleri sonucunda hayatlarını yitirdiği tam bir alaca karanlık sürecidir bu!

Cuntanın ülkede “huzur ve güven ortamının tesisi içün” meydana getirdiği bu tabloya eklenmesi gereken başka rakamlar da var: Bu dönemde 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 binden fazla kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu. Yine basına yönelik kısıtlamaları, gazeteciler hakkında açılan davalarda binlerce yıla varan hapis cezalarını, 1402 sayılı yasa ile sakıncalı görülen binlerce kamu görevlisinin ve üniversitelerde görevli öğretim üyelerinin meslekten uzaklaştırılmalarını da bu listeye eklemek mümkün.

Peki, tüm bu süreçte sorgulanan, yargılanan herkes masum mudur? Mahkeme karşısına çıkarılanlar arasında gerçekten cezalandırılmayı hak eden suçlular yok mudur? Elbette vardır! 12 Eylül’ün hukuku ve insan haklarını ayaklar altına alan bir zorbalık süreci olduğunu söylemekle, şüphesiz öncesinin masum ve makul olduğunu iddia ediyor değiliz. Nitekim 12 Eylül’e gelinen günlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu ahvalin hiç de sağlıklı bir ortam teşkil etmediği, bir tür cinnet manzarası yansıttığı inkar edilemez. Elbette ardı ardına gelişen cinayetlerin, katliamların, provokasyonların faillerinin cezalandırılmayı hak ettikleri açıktır.

Ne var ki, hukukun genel ilkelerinin paspas edildiği bir ortamda kimin suçlu, kimin masum olduğunun tespitinin imkansız hale geldiği gerçeğine de hiç kimse gözünü kapayamaz. Askeri mahkemelerde muhalif görüşten insanların kitleler halinde yargılandıkları bir düzlemin adaletin tesisine değil, muhaliflerin imhasına yönelik olduğu, dolayısıyla adil bir yargılamanın şartlarının bulunmadığı açıktır. Bundan çok daha önemli olan şey ise yargılama konumundakilerin, egemen pozisyondakilerin suçluluklarının aşikar olmasına rağmen kollanmaları ve suçlarının görmezden gelinmesidir. Yargılanması gerekenler, hesap vermesi gerekenler yargılama, hesap sorma konumuna oturmuşlarsa buradan hukuk ve adaletin sadır olmasını beklemek beyhudedir.

Şöyle ki, darbenin ardından binlerce muhalif “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçlamasıyla TCK 146. Maddeye muhalefetten idamla yargılanırken, 12 Eylül 1980’de darbe yapıp Hükümeti iktidardan indiren, Meclisi kapatan ve anayasayı ortadan kaldıran cunta üyeleri kendilerini Devlet Başkanlığı ve Milli Güvenlik Konseyi üyeliği payeleriyle onurlandırmışlardır! Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs edenlerin asılıp, bu eylemi teşebbüs aşamasında bırakmayıp “başarı”yla icra edenlerin ise Çankaya Köşkü ile ödüllendirildiği bir ülkede nasıl bir hukuk anlayışının hakim kılındığı hiç şüphesiz üzerinde çokça durulmayı hak eden bir durum, Kemalist hukuk düzeninin bir garipliği olsa gerek!  

Anayasa Yok Ama Mahkemesi Var!

Bu tür garabet Kemalist çevrelerde “anayasal kurumlar” adı altında çokça vurgulanan, yüceltilen, adeta takdis edilen kurumların işleyişine de yansımıştır. Sonraki süreçte halkın taleplerini bastırma, püskürtme işlevini yerine getirmekle temayüz etmiş, başörtüsü yasakçılığı ve ülkeyi siyasi partiler mezarlığına çeviren kararlarıyla hep gündemde kalmış bir darbe kurumu olan Anayasa Mahkemesi’nin 12 Eylül dönemindeki pozisyonu Kemalist hukuk kadrolarının hal-i pür melâlini gözler önüne seren bir başka tablo sunmaktadır.

27 Mayıs cuntasının 1961 Anayasasına koydurduğu ve halkın seçtiği siyasi kadroların çizgi dışına çıkmaları ihtimaline karşı resmi ideoloji muhafızlığı rolünü üstlenmekle görevli AYM tam da kendisinden bekleneni yapmış ve darbecilerce mevcut anayasanın ilgasını boş gözlerle seyretmiştir. Darbenin yapıldığı 12 Eylül 1980 gününden itibaren mevcut anayasa ortadan kaldırılmış olmasına ve yeni bir anayasanın 7 Kasım 1982 tarihinde halkoylamasına sunularak “kabul ettirilmesi”ne dek ortada bir anayasa mevcut bulunmamasına rağmen Anayasa Mahkemesi adı altında bir organ var kabul edilmiş, bu “yasal organ”ın üyeleri her gün işlerine gidip gelmeyi ve maaş almayı sürdürmüşlerdir. Aslında tek başına bu görüntünün dahi 12 Eylül hukuku hakkında ciltler dolusu sözden daha fazla şey ifade ettiği söylenebilir!

Hukuku hiçe sayan, insan hakları kavramını bizatihi bir istikrarsızlaştırma ve yıkıcı-bölücü faaliyet unsuru şeklinde algılayan 12 Eylül cuntası, Kemalist doktrin ve uygulamalara uygun olarak ülkede emir komuta hiyerarşisi içinde sıralanan, itaatkar, homojen, sessiz ve tepkisiz bir toplum yapısı oluşturmayı hedeflemiştir.

Militarist Toplum Hedefi ve Politika Karşıtlığı

“Depolitizasyon siyaseti” bu hedefe ulaşmak için yaygın biçimde uygulamaya konulan kapsamlı bir proje olmuştur. Bu amaçla başta siyasi partiler olmak üzere, mesleki kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, sendikalar ve resmi ideoloji taşıyıcılığı ile görevli olanlar haricindeki hemen her türlü örgütlenme yasaklanmış, mensuplarının faaliyetleri baskı altına alınıp engellenmiştir. Meclisin kapatılıp, siyasi partilerin kapılarına kilit vurulduğu, sokağın bizatihi her türlü şer’in kaynağı olarak empoze edildiği, basının susturulduğu, üniversitelerin bastırıldığı, camilerin mutlak bir denetim altına alındığı, sendikaların kapatılıp grev hakkının gasp edildiği, her türlü sivil örgütlenmenin engellendiği bu ortamı tam tekmil bir “kışla düzeni” şeklinde tanımlamak yanlış olmaz.

Siyaset karşıtlığı ülke genelinde silah tehdidiyle inşa edilen bu ortamın bir tür ortak paydasını teşkil etmiştir. Kahvehanelere asılan ”siyaset konuşmak yasaktır!” levhaları, dönemi belki de en özlü biçimde tasvir eden görüntülerden birini sunmaktadır. Halka yönelik siyaset karşıtlığının, siyasetten arındırma çabalarının darbeciler nezdindeki karşılığı ise resmi ideolojik yönlendirme ve dayatmaların hakim siyaset kılınması demektir.

Şüphesiz 12 Eylül’ün başta muhalif kesimler olmak üzere halkın tümüne yönelik uyguladığı depolitizasyon siyaseti Kemalist gelenekle gayet uyumludur. TC sisteminin kuruluşundan itibaren, Kemalizm’in yarışan, mücadele eden siyasi görüş ve örgütlerden biri şeklinde yapılanmak yerine, ülkede siyaset yapan herkesin mecburen biat etmek, zorunlu olarak referans almak ve kendini uygun bir formülasyonla ona dayandırmak zorunda olduğu bir üst kimlik, bir ana çerçeve olma konumunun sürdürülmeye çalışılması olgusu bu gerçeği teyid etmektedir.

Depolitizasyon siyasetinin en yoğun hedef aldığı kesim kuşkusuz gençliktir. Cuntanın liderinin sıkça kullandığı bir ifadeyle gençleri “sapık ideolojiler”in elinden kurtarmak ve Atatürkçü ideolojiyi yaygınlaştırmak için bir yandan sistematik bir biçimde Kemalizm haricinde her türlü fikri, itikadi, siyasi yöneliş karalanmış, tüm bunlar tehdit ve tehlike unsurları şeklinde resmedilmiştir. Bir yandan da zaten devlet eliyle eğitimden medyaya kadar her yerde sistematik biçimde uygulanmakta olan Kemalist kimlik inşasına yönelik çabalar daha da yoğunlaştırılarak adeta tapınma düzeyine vardırılmıştır. Aynı süreçte gençliğin depolitizasyonuna yönelik çabalar bağlamında müzik, spor ve benzeri alanlardan da yönlendirme anlamında istifade edilmeye çalışıldığı görülmüştür. 12 Eylül sürecini takip eden Özallı yıllarda da etkili biçimde sürdürülen bu politika neticesinde gençlik kesiminde belli ölçüde bir dönüşüm başarılmış ve toplumsal taleplerle ilgilenmeyen, bireyciliği esas alan, hayatta başarı ölçüsü olarak kişisel kariyeri öne çıkartan, hazcı bir gençlik profili üretilmiştir.

12 Eylül politikalarının siyasal yapıdan eğitime, yargıdan medyaya, farklı toplumsal kesimlerin gündelik hayatlarına dek geniş bir yelpazede çeşitli düzeylerde etkili sonuçlar doğurduğunu biliyoruz. Farklı siyasi anlayışların Meclis’te temsil edilmelerinin sınırlanmasından, ilköğretim öğrencilerine her sabah avaz avaz söylettirilen ırkçı anda daha da kesif bir dini ritüel mahiyeti kazandırılmasına kadar birbirinden farklı pek çok alanda halen sürdürülmekte olan kimi uygulamalar bu dönemin açık izlerini taşıyor.

Militarist Bağnazlık ve Kangrenleşen Sorunlar

Bununla birlikte Türkiye’nin gündeminde on yıllardır yakıcı bir biçimde yer alan iki sorunun, başörtüsü yasağı ve Kürt sorununun 12 Eylül’ü siyasal-toplumsal yapıda en belirgin biçimde özetleyen iki temel gündem maddesi olduğunu söylemek mümkün. Elbette gerek başörtüsü yasağı, gerekse de Kürt sorunu 12 Eylül ile ortaya çıkmış sorunlar olmayıp, bizatihi Kemalist sistemin inşa sürecine uzanan problemlerdir. Kemalist resmi ideolojinin her zaman gururla, coşkuyla altını çizdiği meşhur sloganında ifade edildiği üzere “Ümmetten bir ulus yaratma” idealinin, projesinin, dayatmasının ürettiği kaçınılmaz sonuçlardır.

Bu yönüyle başörtüsü yasağı kimilerinin zannettiği gibi Kemalist seçkinlerin basit düzeyde bir kıyafet takıntısından ibaret değildir. İslami kimliğin tümüyle hayattan dışlanması, hatta görünürlüğünün dahi engellenmesi şeklinde karşımıza çıkan laik despotizmin hedeflediği toplum projesinin bir yansıması, bir özetidir. Aynı şekilde Kürt sorunu da uluslar arası ya da bölgesel çekişme ve mücadelelerden önce ulusal kimliğin inşası adına Ümmet bağının tahrip edilmesinin ortaya çıkardığı bunalıma tekabül etmektedir. Hiç kuşkusuz her iki konu da 12 Eylül’e özgü olmayıp Kemalist resmi ideolojik bağnazlığın süreklilik arzeden yapısının tezahürleridir. Bununla birlikte 12 Eylül cuntasının tutkulu bir biçimde giriştiği Kemalist restorasyon sürecinin her iki sorunu da alabildiğine derinleştirdiği açıktır.

12 Eylül cuntasının önce Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla İmam Hatip Liselerinde, ardından YÖK marifetiyle Aralık 1982’den itibaren üniversitelerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı o dönemden bugüne Türkiye gündeminin can sıkıcı bir başlığı konumunu hep sürdürmüştür. Tüm bu süreçte başörtüsü yasağı aradan geçen on yıllara rağmen yasakçılık ruhlarına, genlerine sinmiş Kemalist kadroların fırsat bulduklarında “şeytan azapta gerek” misali halka zulmetmelerinin sembolü olmuştur. Sonuçta nesiller boyunca genç kızlarımız bitmek tükenmek bilmeyen bir gerilim içerisine sürüklenmiş; devlet gücünü kullanan zorbalar eliyle on milyonlarca insan tahkir edilmiş, aşağılanmış, mağdur ve mutsuz edilmiştir.

Aynı şekilde Kürt sorunu da yine 12 Eylül cuntasının devraldığı Kemalist mirası daha ötelere taşıma gayretinin bir sonucu olarak kangrenleşen yaralarımızdan biridir. Mutlu olmak için Türk olmayı dayatan resmi ideolojik körlük darbe döneminde daha da fanatik bir niteliğe büründürülmüş ve adeta Kürt olmanın suç teşkil ettiği bir çıldırmışlık seviyesine vardırılmıştır. Öyle ki 12 Eylül cuntasının özenle tipik bir işkence kampına dönüştürdüğü Diyarbakır Zindanında icra edilenler Kürt sorununun kartopu misali büyüyüp tüm ülkeyi kaplayan bir acıya dönüşmesinin de özeti gibidir.

Resmi İdeolojiyle Yüzleşmeden, 12 Eylül(ler)le Hesaplaşmak Mümkün mü? 

Aradan geçen bunca zamana rağmen Türkiye 12 Eylül kabusuyla boğuşmayı sürdürüyor. 12 Eylül darbesinin çok geniş bir alana özenle yerleştirdiği mayınlar ağır hasarlara yol açacak şekilde mütemadiyen patlamaya devam ediyor. Buna karşın gerçeklikten, derinlikten ve de samimiyetten uzak biçimde ülkede siyaset yapan kimi kadrolar, akademisyenler, aydınlar, sivil toplum kuruluşları ve bazı kesimler 12 Eylül’ü çok kaba ve yüzeysel biçimde eleştirmekle, suçlamakla yetiniyorlar. 12 Eylül’ün Kemalist resmi ideolojik yapılanma içinde zorunlu bir ana uğrak olduğunu görmezden geliyorlar.

Tutarlılıktan ve adaletten uzak tavırlar sahiplerini ikircikli ve de gülünç duruma düşürüyor. Darbeler arasında “ilerici darbe-gerici darbe” türünden, “haklı darbe-haksız darbe” türünden ayrımlar yapılabiliyor ve sonuçta her şeyiyle zorbalık ve hukuksuzluk demek olan darbelerin bazısına diğerine nazaran daha hayırhah yaklaşılabiliyor. Onca tecrübeye, toplum olarak ödenen ağır bedellere, yaşanan acılara, utanç tablolarına rağmen Türkiye’de genel manada solun da, sağın da darbe olgusu karşısında hala adil ve tutarlı bir tutum geliştirebildiğini söylemek zor.

Örneğin 27 Mayıs’ın sol çevrelerde hala olumlu ifadelerle, sitayişle, özlemle anıldığına sıkça rastlıyoruz. Nitekim aynı kafa yapısının 28 Şubat’ta da nasıl büyük bir çürümüşlük sergilediği somut biçimde görüldü. Hala da özeleştiri yapılmış ve geçmişten gereken dersler çıkarılmış değil. 27 Mayıs ruhuna uygun olarak 12 Mart 1971 müdahalesini “beklenen sol darbe” zannedip önce alkışlayan DİSK’in ardından yaşadıkları tam bir ibret tablosu teşkil etmiştir. 12 Eylül ise bu kadrolara 12 Mart’ı çok çok aşan acılar yaşatmıştır. Ama aynı DİSK 28 Şubat’ta darbecilerce çıkarılan görev emrini içselleştirerek, koşarak, zıplayarak kabul etmiş ve militarizme hizmette kusur etmemiştir. Güya kendilerine karşı sınıf mücadelesi yürüttüğü işveren sendikalarıyla ortak cephede buluşup halka yöneltilen namluları parlatmaktan çekinmemiştir.  

DİSK sadece bir örnek. Örnekler çoğaltılabilir. Hala devam etmekte olan Ergenekon ifşaatı, Kafes, Balyoz vd. darbe planları sözde sivil unsurların militarizmle dansını net biçimde ortaya koymaktadır. 

Öte yandan 27 Mayıs’tan nefret eden sağ-muhafazakar çevrelerin pek çoğu da 12 Eylül’e ilişkin değerlendirme ve tavırlarıyla bir başka cihetten tutarsızlık abidesi sergilemişlerdir. 12 Eylül darbesini ülkenin karşı karşıya kaldığı siyasi kaostan kurtulmak ve asayiş sorununu çözmek için tek çözüm şeklinde algılayan bu çevreler kaosun da, asayiş zaafının da ülkede darbe ortamını meşrulaştırmak için derinleştirilen bir operasyon olduğunu bir türlü anlamak istememişlerdir.

Bu kesimlerin de bunca yaşanmışlığa karşın hala “kahraman ordumuz” güzellemelerini sürdürmeye devam etmesi neye işaret eder? Ortaya çıkan devasa çürümüşlüğün, üç beş çürük elma söylemiyle, az sayıda menfaatperestin işgüzarlığıyla ya da orduya sızmış Alevi cuntası kalıplarıyla izah edilmeye, daha doğrusu perdelenmeye çalışılması sadece zihinsel sığlık ya da siyasi perspektif zaafının değil, daha temelde ideolojik bulanıklığın bir göstergesi kabul edilmelidir.

Tüm bu militarist hukuksuzlukların, çarpıklıkların, zulümlerin en temelde Kemalist resmi ideolojiden ve onun pratiğinden neşet eden kirlilikler olduğu gerçeği artık anlaşılmak zorundadır! Bu yüzden insanlık suçu olduğuna hiç kuşku bulunmayan askeri darbe ve müdahaleler konusunda tutarlı ve adil bir perspektif ve tavır geliştirmek isteyenler öncelikle Kemalist resmi ideolojiyle bütünlüklü bir hesaplaşmayı gerçekleştirmelidirler. Elbette düzen ideolojisini farklı tezlerle içselleştirmiş sağ ve sol çevrelerin bunu yapması mümkün olamaz. Bunu ancak “emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ilahi buyruğunu gereği gibi kavramış Müminler yapabilir.

Ne kadar inkar edilse ve itiraf edilmekten kaçınılsa da, askeri darbe ve müdahalelerin Kemalist ideolojinin bu ülkede tesis etmek istediği Batıcı, laik-ulusal toplum modeli projesinin kaçınılmaz bir sonucu olduğu açıktır. Toplumu istenilen doğrultuda dönüştürme, tayin edilen projeye uygun olarak şekillendirme çabalarının karşılıksız kalması tahammülsüzlüğe, tahammülsüzlük ise kaçınılmaz biçimde baskı ve sindirme mekanizmalarının devreye sokulmasına yol açmaktadır. Kemalist elitin oluşum ve gelişim süreçlerini bilenler halka rağmencilik ve “gerekirse silahla” mantığının bu kadronun zihinsel kodlarına içkin olduğunu da bilirler.

Ve bu kafa yapısının, zihniyetin farkında olanlar darbeciliğin konjonktürel gelişmelere bağlı olarak kendiliğinden yok olmayacağının da bilincindedirler.  Bu yüzden de darbeciliği geriletmek için gerek yasal düzlemde, gerekse de siyasal alanda yapılması gereken düzenlemeler, alınması gereken tedbirler olduğunu da; daha önemlisi ise tüm bu adımların vakit geçirilmeksizin atılması için çaba sarfetmenin sorumluluk olduğunu da bilirler. Bununla birlikte militarist bataklığı kurutmadan darbecilik olgusundan kurtulmanın mümkün olmadığı; militarist bataklığı kurutmanın ise öncelikle kuşatıcı bir perspektif gerektirdiği kavranmak zorundadır. Darbecilikle mücadele için elzem olan, hayati olan kuşatıcı perspektif ise eğitim müfredatından medya diline, idari-kurumsal çarpıklıktan yasal temelde sürdürülen dayatmacılığa, ayrımcılığa, eşitsizliğe kadar çok geniş bir alanda hükmünü sürdüren resmi ideolojik tahakküm gerçeğini es geçerek asla yapılamaz! 

Yorum Analiz Haberleri

Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...