Bir Bosna Hikayesi: Annemin Yarası

Mücahit Gökduman, "Annemin Yarası" filminin analizini okuyucularımız için yaptı.

Mücahit Gökduman / Haksöz Haber

Film, Bosna trajedisinin bireysel-ailevi yönünü duygusal temalarla işliyor. Siyasi-ideolojik yönüne çok girmiyor. Ancak tarihi gerçekleri doğru bir şekilde yansıttığını hatırlatmakta fayda var. Bosna meselesini  "bir iç savaş yaşandı", "herkes birbirini öldürdü", "hiçbirimiz masum değiliz" gibi klişe retoriklerle işlemiyor. Boşnaklarla Sırplar komşuluk ilişkileri içinde, aynı mahallelerde yaşarken, Sırpların savaş psikolojisiyle nasıl Müslüman komşularına saldırdıklarına, cinayetler, tecavüzler ve sürgünler yaşandığına az da olsa değiniyor film. En azından finaliyle bunu anlamış oluyoruz.

Filmin başında bir yetimhane tasviri ile karşılaşıyoruz. Orada kalan çocuklarının ağızlarının bozukluğu dikkatimizden kaçmıyor. Ahlaklarının nasıl olduğu konusunda da ufak da olsa bir fikrimiz oluyor. Yürek yaralayıcı bir durum bu, yetimhanelerde kalan çocukların eğitimleri ile, ahlaki gelişimleri ile ne kadar ilgilenildiği sorusu zihnimizi kurcalıyor.

İki ailenin hikayesi üzerinden film işlenmeye başlıyor. Ayakkabıcı Mirsad ve eşi Nerma, çocukları Vedat ile savaştan sonra kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır. Mirsad'ın annesinin ise aileye dair sakladığı sır, Salih'in yetimhaneden yaptığı "zamansız" ziyaretle yavaş yavaş açığa çıkmaya başlayacaktır.

Salih, annesinin savaşta tecavüze uğradığını öğrendiğinde mütecavizin peşine düşer. Her yerde onu arar. Borislav Miliç'i. Yolu Marija ile Borislav'ın çiftliğine düşer. Orada onu yeni bir hayat beklemektedir. Belki bir anne sıcaklığı,bir baba yakınlığı. Sıcak bir çorbayı paylaştığı bir aile. Borislav şen şakrak bir adamdır. Zevkine, keyfine çok düşkündür. Marija'ya ise sırılsıklam aşıktır. Hayvanlarıyla, tarlalarıyla, çiçekleriyle cennetten bir köşeyi andıran bu yerde bir aşk yuvası kurmuşlardır. Tek eksikleri vardır: Aşklarının meyvesi olacak çocukları. Allah onlara bir çocuk nasib etmemiştir. İçlerinde bir yara olsa da ve zaman zaman tartışmaları doğursa da bu durum, aynı zamanda birbirlerine olan düşkünlüklerini arttırmıştır. Borislav hayatının Marija'dan ibaret olduğunu ifade ederken Marija "hayat kısa, aşık olmak lazım" diyerek hayatın anlamını kendince ortaya koymuş olur.

Marija filmdeki en dengeli ruh haline sahip karakterdir. Kocasına olan sevgisi ve sadakati, onun taşkın hallerini yönetebilmesi, zor zamanlarında yanında olması kişiliğinin güçlü yanları olarak karşımıza çıkar. Adalet duygusu gelişmiştir Marija'da. Bir Hristiyan olmasına rağmen Müslümanlara yapılan zulme içten içe isyan eder, yeri geldiğinde de bunu söyler. "100 tane Sırp anıtı vardır burada ama 10 tane Müslüman anıtına rastlayamazsın." der yetim Salih'e. İçindeki çocuk sevgisini yetimhanedeki çocuklara vermiştir Marija. Düzenli olarak yanlarına gider, onlarla sohbet eder. Sonraları Salih ailesini aramaktan bahsedince ona da yardımcı olur.

Borislav geçmişin defterini çoktan kapatmış, gamsız alemci bir adamdır. Onun için balığa gitmek, arkadaşlarıyla içmeye gitmek, Marija ile hoşça vakit geçirmek, evinin bahçesinde partiler düzenlemek ve eğlenmek yeni inandığı hayatın/dinin, ritüelleri/ayinleri olarak açığa çıkar. Sorumluluk kaygısı çekmeyen daha doğrusu hiç kaygı çekmeyen Borislav, filmin bir sahnesinde yetimhanede çıkan yangından bir çocuğu -kendi hayatını tehlikeye atarak- kurtarır. Söz konusu olan bir çocuksa hayatını hiçe sayabileceğini söyleyen Borislav'ın bu hareketi, hayatının bütünü dikkate alındığında anlamlı bir yere oturmamakta, tabir yerindeyse sırıtmaktadır.

Nerma karakteri, "travma sonrası stres bozukluğu" belki de kişilik bozukluğu olgusunu oldukça iyi yansıtıyor. Tecavüz olayını unutması ve hayatına normal bir şekilde devam edebilmesi için ilaçlarla "uyutulan" karakterimiz, dengesiz sayılabilecek tavırlarıyla belli ediyor kendisini. Salih'in ziyareti ve ardından ilaçları bırakması ile beraber Nerma geçmişle yüzleşmeye başlıyor. Önce rüyaları peşini bırakmıyor ardından da Salih'in izi. Onun "Annemin yarası" dediği izi. Bu izin peşinden gidecek cesareti gösteriyor ve hayatı değişiyor Nerma'nın. Kemal Sayar'ın ifadesiyle içindeki dipsiz kuyuya bakabilme dirayeti gösteriyor ve geçmişin korkunç karanlığıyla yüzleşiyor. Hesaplaşıyor. Korksa da geri adım atmıyor. "Korkmak ayıp değil." ne de olsa. "Günah da değil." Korkuya göğüs gererek yürümek ise büyük bir erdem.

Mirsad karakteri, filmde içimizi en acıtan karakter belki de. Savaşa bir bacağını kurban etmiş, geçmişin yaralarını çok sevdiği ailesiyle sarmaya çalışan, evinin altına kurduğu mütevazı ayakkabı tamirhanesinde kıt kanaat ailesinin geçimini sağlayan sevimli bir aile babası. Salih'in ziyareti onu da şüpheye sürüklüyor. Annesinden bu konuda laf almaya çalışsa da muktedir olamıyor. Annesi, savaş yorgunu ve tecrübeli bir kadın, bu konuyu kapatmak istiyor, oğlunu ve ailesini düşünerek. Ne kadar doğru bir yaklaşım, tartışılır elbette. Mirsad içindeki şüphenin peşinden gitmeye çalışırken Nerma önce davranıyor ve meseleyi çözüyor. Mirsad da Nerma gittikten sonra anlıyor bazı şeyleri. Yıkılıyor ama onları aramaya gidiyor. Ailesine sahip çıkıyor her şeye rağmen.

Salih, geçmişin intikamını üzerinden çok zaman geçse de almaya kararlı iken geldiği bu çiftikte bir yuva sıcaklığıyla tanışıyor. "Deneme süresi" bitip oraya gerçekten kabul edildikten sonra bir süre unutuyor geçmişini. Ancak sonra diğer Borislav Miliç'leri aramaya devam ediyor. İlk bulduğu Miliç ise ömrünün son deminde, zihinsel fonksiyonları sona ermiş bir ihtiyar oluyor. Salih bu tabloyu gördükten sonra geçmişiyle "barışmaya" karar veriyor. Yetimhanedeki arkadaşlarına mektup yazarak "dışarısı sandığınız gibi değil" diyor. Kendini yeniden Marija ve Borislav'a veriyor. Ta ki annesi gelene kadar.

Filmin final sahnesinde gerçekten çıkarılacak çok şey var. Nerma, Salih'i buluyor ama Salih konuşamıyor onunla. "Annem" diyemiyor. Geçmişin yükü ağır basıyor. Nerma evde Borislav'ın fotoğafları ile karşılaştığında ise fırtınanın uğultusunu duymaya başlıyoruz. Büyük bir fırtına kopacak birazdan. Nerma, "işte bu adamdı" diyor Salih'e, "senin baban  bu adam". Salih inanamıyor önce ama Nerma anlattıkça taşlar yerine oturuyor. Nerma'nın belleğinin tozlu sayfaları birden ışıldamaya başlıyor. Bu aydınlanma sırasında Marija ise büyük bir şokta. Anne-oğulu çabucak kovmak ve unutmak istiyor her şeyi. Yani travma/kötü haber ile karşılaşan kişinin verdiği ilk tepki: İnkar. Ancak daha sonra Borislav elinde av tüfeğiyle kapıda beliriyor. Marija ona "Bu kadın ne diyor!" diye bağırırken o "Bak işte" diyor Marija'ya, "biz onları öldürmesek onlar bizi öldürecekti, buraya kadar geldiler, görüyor musun?" Biz diyor, sadece nefs-i müdafaa yaptık aslında. Ve silahı anne-oğulun üzerine doğrultuyor. O an fırlıyor Salih, "Hadi" diyor, "Hadi vursana". Hayatımızı kararttın, biz zaten yaşarken ölüydük, kurşunlardan mı korkacağız. Bunun üzerine Borislav da bir hamle yapıyor. Tüfeği Salih'e uzatıyor ve kendisini vurmasını istiyor. Marija'ya anne-oğulun o kadar masum olmadığını, ellerine imkan geçtiğinde kendilerini nasıl öldürmeye çalışacaklarını göstermek istiyor. Aynı bir satranç maçındaki gibi Salih Borislav'ın tuzağına düşmüyor ve tüfeği bırakıp annesini de alıp uzaklaşıyor oradan. Giderken de o müthiş cümleyi vura vura söylüyor, gecede yankılanıyor: "Sen benim babam değilsin!" Biyolojik aidiyetin değersiz olduğu, önemli olanın "insanın kendisini ait hissettiği yer" olduğu bu kadar güzel işlenebilirdi. Nuh (a.s) peygamber kıssasında da benzer tema vardır. Nuh (a.s)'ın inkarcı oğlu Rabbimiz tarafından "o senin ailenden değildi" şeklinde ayetlere konu edilmiştir.

Anne-oğul çiftliği terk ettikten sonra kamera Marija'nın yüzüne odaklanıyor. Bu yüzde adeta bir "paradigmanın iflası" söz konusudur. Bakışlar korkutucu şekilde donuk, dudaklar aşağı kıvrılmış, omuzlar çökmüş bir insan portesi. Hayatını üzerine bina ettiği temeller sarsılmış ve bina çökmüş. Yokluk. Hiçlik. Filmin bu noktasından sonra bir intihar geleceğini tahmin etmek hiç zor değil. Çünkü insan hayatta bir anlam arayışı içindedir. Bulduğu anlamlar ve dayanak noktaları çökerse yaşamanın da bir anlamı kalmaz. Bu noktada Mustafa Ulusoy'un "Aynalar Koridorunda Aşk" isimli müthiş kitabının satırlarına kulak verelim:

"İnsanın kendi varlığının bir hiç ve gereksiz olduğunu hissetmesi insanın en temel acısıdır. Bu kabul, insanın yaşamla kurduğu bütün bağları koparır. Ruhunu ve aklını her an taciz altında bırakır. Yaşama isteğini yok eder. Hayatı çekilmez kılar. Duygularını karartır, ruhunu acıya boğar. İnsan bu dayanılmaz duygulardan sıyrılmak için bir dayanak noktası arar. Bu nokta kendi içinde ya da dışında olabilir. İnsanın kendi dışındaki dayanak noktası, ya kendisiyle aynı varoluş imkan ve sınırlılıklarına sahip diğer insanlar olacaktır; ya da bütün varoluşu yokluktan ve hiçlikten var kılan, mutlak kudrete sahip bir Yaratıcı..."

Marija dayanak noktası olarak Borislav'ı seçmişti. Hayatını onun üzerinden yaşıyordu. Onu çok seviyordu. Peki Marija içine Borislav'ın sevgisini veren Yaratıcı'sını ne kadar düşünmüştü? O'na teşekkür etmiş miydi... Bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var ise Borislav onun için bir "anlam"dı. Bu anlam elinden alınınca Marija büyük bir boşluğa düşmüştü.

Filme devam edersek; Marija tüfeği Borislav'a doğrultur. Onu suçu dolayısıyla öldürerek cezalandırmak ister. Bu esnada Borislav'ın gözyaşlarını görürüz. Marija'ya "seni seviyorum" demektedir. Ölmeden önce son sözler olarak bunları seçer. Tesadüf mü? Tabi ki değil. O da hayatını Marija üzerine kurmuştur. Hayatının anlamı Marija'dır. İnsanlar nasıl yaşarlarsa öyle ölürler. Hayatını Allah rızasına adayan bir Müslüman ölürken "kelime-i şehadet" getirmek ister. Kendini devrime adayan bir solcu "Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye" diye ölüme yürür. Borislav da kendini Marija'ya adamıştı. "Seni seviyorum" dedi sadece. Ancak ölecek kadar "şanslı" değildi. Marija bir an için düşündü ve Borislav'a verilecek gerçek cezanın onu öldürmek değil, "ölürken yaşatmak" olduğuna karar verdi. Tüfeği çenesine dayadı ve tetiğe bastı. Borislav onu engelleyemedi. İntihar etmenin psikolojisi üzerne Nuri Bilge Ceylan'ın öğretici ve çarpıcı bir filmi vardır: "Bir Zamanlar Anadolu'da". Orada doktor karakterimiz savcının bir sorusu üzerine şu vurucu tespitte bulunur:

- Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?

- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?

Marija, Borislav'ı cezalandırmak için intihar etmişti. Borislav için cezaların en büyüğüydü bu. Sevdiği (belki de taptığı) kadın, kendisi yüzünden hayata veda etmişti. Bu sebepledir ki o da bu inanılmaz cezaya dayanamadı ve tüfeği doldurup sıktı kafasına.

Filmin son cümlesinin de ayrı bir anlamı vardı. İntikam alma-affetme sarkacındaki bir hikayenin damıtılmış bir damlasıydı adeta:

"Mutlu bir geleceği, mutsuz bir geçmişe kurban etmeyen tüm güzel çocuklara..."

Filmin diğer sloganı da bir o kadar güzel:

"Affet... Ama unutma!"

Bu noktada Bosna'nın mimarı, bilgesi, kahramanı Aliya İzzetbegoviç'e değinerek sözlerimizi bitirelim:

"Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır."

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Aralık 2024 sayısı çıktı
Vatanına dönerken yaşadıkları kadar ağır değildi yükü
“Made in Gaza: From Ground Zero” Savaş bölgesinde mahsur kalan film yapımcılarının sesi oluyor
Taksim Camii Filistin Kitap ve Kültür Günlerine ev sahipliği yapacak
Ümraniye Kitap Fuarı cumartesi günü başlıyor