Galip Dalay’ın konuyla ilgili bugünkü Karar’da (28 Ağustos 2017) yayınlanan “Türkiye Esad Rejimiyle Görüşmeli mi?” başlıklı yazısını Bahadır Kurbanoğlu'nun Sözü Esirgemeden programında yazı üzerinden değerlendirmeleriyle birlikte ilginize sunuyoruz:
Sevr sendromuna benzer bir şekilde, Türkiye'nin artık bir Suriye sendromu var. Siyaseti ve dış politikayı şekillendiren bir sendrom bu. Haliyle bu durum, ilgili politika başlıklarında sağlıklı kararlar alınıp daha uzun boylu düşünmeyi engelleyen bir durum ortaya çıkarıyor. Suriye'yle alakalı yapılan birçok tartışmanın dayandığı psikolojik zemin bu sendromu açık bir şekilde dışa vuruyor. Bu da Suriye'yi rasyonel bir zeminde tartışmanın imkanlarını ortadan kaldırıyor. Zaten konuyla alakalı tartışmalar bugüne kadar hep ifrat ve tefrit kıskacında cereyan etti.
Suriye krizinin çözümü için Esad'la görüşülmeli tezini savunanlar benzeri bir savrulmayı temsil ediyor. Bu tez iktidarın çeperlerinde dillendirilmeye, muhafazakar medyada ya doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yazılıp çizilmeye başlandı.
Aslında Türkiye, Esad rejimiyle zaten görüşüyor. Tabii ki dolaylı olarak. İran'la ve Rusya'yla yaptığımız müzakerelerin hepsinde masada görünmeyen fakat hakikatte orada olan başka bir taraf daha var: Esad rejimi. Halep'in düşmesinde de, Fırat Kalkanı Operasyonu'nun icra edilmesinde de, çatışmasızlık bölgelerinin dizaynında da bu böyleydi. Madem ki durum bu, Esad rejimiyle görüşmeliyiz diyenler, ne demiş oluyorlar? Muhtemelen doğrudan Esad ve Esad rejimiyle görüşülmesini salık veriyorlar. Soru şu: Esad’la doğrudan görüştüğümüzde hangi meseleyi onunla çözmeliyiz? İran ve Rusya'yla müzakerelerde elde edemeyip de Esad'la yapacağımız müzakerelerde elde edeceğimiz ne var? Esad, Türkiye'ye hangi taahhütte bulunabilir ve bunu ne ölçüde yerine getirebilir? Bu görüşmelerde Türkiye Esad’a ne sunacaktır? Bu durum, Türkiye'nin son derece irtifa kaybetmiş imajıyla ittifak ilişkileri için ne ifade eder? Yine, Esad'la görüşme Türkiye'nin Ortadoğu'da yaşadığı sıkışmayı ne ölçüde azaltır?
Esad’la görüşülmeli tezini savunanların hiçbirisi henüz bu tezini yukarıdaki sorular ışığında temellendirebilmiş değil. Bunun yerine, bu tezi dile getirenler, ortaya ham hayaller koyuyorlar. Bu hayallerin başında da Şam, Tahran ve Moskova’yla varılacak ortak bir mutabakatla PYD’nin Suriye’deki kazanımlarının geri döndürülebileceği beklentisi geliyor. Bu pek gerçekçi gözükmüyor. ABD’nin aksine Rusya, sadece PYD’yi değil, PKK’yı da terörist örgüt olarak görmüyor. Dahası, Türkiye’yi bir yıl kadar süreyle Suriye’de fiili olarak saha dışına iten aktör bizzatihi Rusya’nın kendisiydi. Rusya, PYD’ye hem Menbiç’te hem de Afrin’de doğrudan koruma kalkanı sağladı.
Buna ilaveten, her ne kadar İran 2004 yılında PKK’yı terörist örgütler listesine dahil etmiş olsa da 2011’in Eylül ayından itibaren PKK’nın İran kolu PJAK ile vardığı süresiz ateşkes antlaşmasını revize etmek isteyeceğine dair bir işaret vermiyor. Nitekim, İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hüseyin Bagheri başkanlığındaki 10 kişilik askeri heyetin Türkiye ziyaretinin hemen akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’ya yönelik İran ile ortak bir askeri harekatın gündemde olduğunu dile getirmişti. Bunun üzerine İran Devrim Muhafızları, PKK’ya karşı Türkiye’yle ortak bir operasyon planlamadıklarını belirtip PKK’nın İran’a sorun çıkartması durumunda operasyon yapılacağını açıkladılar. PKK da bu konuda özellikle hassas davranıyor. Her ne kadar PYD’nin Suriye’de elde ettiği iktidar alanı ve ABD’yle ilişkileri, hem İran hem de Suriye rejiminin kabul edebileceklerinin ötesine geçmiş olsa da durum, henüz ikisi arasında direk ve sistematik bir askeri çatışmaya yol açacak mahiyette değil.
Yani, PYD’nin gelişip serpilmesinde ABD’nin politikaları kadar Rusya ve İran’ın politikaları da etkili oldu. Bugün her iki aktörün PYD’ye dair rahatsızlıkları olmakla birlikte, bu aktörlerin PYD politikalarını 180 derece revize edip Türkiye’yle PYD-karşıtı bir koalisyona girişeceklerine dair pek bir emare yok. Tabii ki bu durum her iki aktörün Türkiye’nin Suriye’deki PYD bölgelerine yönelik sınırlı bir operasyonuna göz yummayacakları manasına gelmiyor. Yumabilirler. Fakat sınırlı bir operasyonun da Türkiye’nin hangi derdine deva olacağı büyük bir muamma.
Yine, Suriye başlığında gelişen anti-Amerikancılık Avrasyacılığa kapı aralamıyorsa, ABD’nin bazı politikaları nasıl ki Türkiye için ulusal güvenlik tehdidi oluşturuyorsa, Rusya’nın Suriye başta olmak üzere Doğu Akdeniz’e yönelik izlediği siyasetin de aynı şekilde Türkiye’yi sıkıştıracağı görülmelidir. Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki krizlerde seçici davranarak müdahale ediyor. Örneğin, Yemen konusunda veya Körfez’de Rusya pek aktif bir siyaset izlememeyi tercih ediyor. Buna karşın, Suriye, Mısır ve Libya’da son derece aktif olan bir Rusya’yla karşı karşıyayız. Bu ülke tercihlerini Rusya’nın Akdeniz ve enerji politikalarından bağımsız okuyamayız. Doğu Akdeniz’de askeri, diplomatik ve ticari (enerji) varlığını tahkim eden bir Rusya’nın jeopolitik olarak Türkiye’yi sıkıştıracağı aşikar.
Peki Türkiye, Rusya ve İran’la ilişkilerinde elde edemeyip de Esad’la ilişkilerinde elde edebileceği ne var? Üniter bir Suriye’nin inşasını mı? PYD’nin saha dışına itilmesini mi? Varlığından sıkça bahsedilen ABD’nin Suriye veya bölge vizyonunun akamete uğratılmasını mı? Muhtemelen bu reçeteyi önerenler bunlardan biri veya birkaçını elde etmeyi hedefliyorlar. Bunu da ‘realizm’ adına yapıyorlar. Ya da sahanın gerçekliğinin hatırına… Aslında, bu reçeteyi kendilerine ne realist bir okuma ne de sahanın gerçekliği dayatıyor.
Birincisi, muhalefet tamamıyla ortadan kaldırılsa dahi Esad’ın ülkenin bütününde iktidarını yeniden tesis edecek ne gücü ne de insan sermayesi var. Zaten, bütün gaddarlıklarına rağmen, bölgedeki yeni tarz otoriterlik eskisi kadar sağlam bir zemin üzerine oturmuyor. Esad'ın Suriye'nin post-kriz döneminin ana aktörü olmayacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Esad, İran ve Rusya için şu anda güçlü bir pazarlık başlığını oluşturuyor, geleceği inşa edecek aktörü değil. İkincisi, siyasal kimlikler üzerinden yaşanan iç savaşların sonucunda üniter ve merkezî yapısını koruyabilen devlet pek bulunmuyor. Bu aşamada, hedefi Suriye’de üniter ve merkezî devleti tekrardan tesis etmek olan bütün siyasal reçeteler, akıntıya karşı kürek çekmekle eş anlamlı bir görüntü arz ediyor. Bunun yerine, Suriye’de bölünmeyi hızlandırmayacak ve kimlik çatışmalarını daha da derinleştirmeyecek idari üniteler üzerinden bir iktidar paylaşımı üzerine çalışılmalıdır. Üçüncüsü, Suriye’de PYD’nin üzerinde etkili ana aktör ABD’dir. Türkiye ile Suriye rejimi arasında yaşanan yakınlaşmanın Türkiye açısından anlamlı olabilmesi için rejimin artık PYD ve SDG hedeflerine saldırması gerekecektir. Bu, rejimin ABD’yle çatışmayı göze alması manasına geliyor. Bu kadar kırılgan bir rejim için bunun pek akıllı bir strateji olmayacağı ortadadır. Yine, eğer Türkiye - Rusya - İran ve rejim PYD/SDG-karşıtı ittifak oluşturursa, bu adımın ABD’nin PYD-SDG’ye sunduğu desteği kesmekten ziyade daha da arttırmasına yol açabilir. Çünkü böylesi bir girişim, ABD’nin Suriye’deki nüfuz alanının doğrudan hedef alınması manasına gelecek. ABD’nin, Suriye’de PYD-SDG’ye yaptığı bunca yatırımdan sonra, bunlardan vazgeçmesini beklemek pek gerçekçi olmaz. Özellikle de SDG ile Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan arasında ilişkilerin kurulduğu bir dönemde, yani SDG’nin bölgesel jeopolitik yarılmanın bir kampıyla yakınlaştığı bir dönemde, ABD’nin PYD-SDG yatırımlarına sırtını dönmesini beklemek pek sahici durmuyor.
Buraya kadar sürekli Türkiye’nin ihtiyaç ve taleplerine vurgu yaptık. Türkiye, elinin bu kadar zayıfladığı, pazarlık gücünün azaldığı bir dönemde eğer mevzubahis aktörlerle masaya oturursa, onlardan sadece istediklerini değil, onlara ne verebileceğini de ortaya koymak durumunda kalacaktır. Burada listenin başında da Türkiye’nin muhalefete sunduğu destek yer alacaktır. Esad’la ilişki kuran, onunla belli konularda ortak bir siyaset geliştirmek isteyen Türkiye, aynı anda muhalefeti destekleyen ana ülke konumunu sürdüremez. Bu sürecin bir sonucu olarak Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonu’yla oluşturduğu bölgeyi, rejime devretmek zorunda kalacaktır. Bu Türkiye’nin Suriye’de, üzerinde nüfuz sahibi olduğu tek aktörü de kaybetmesi manasına gelecektir. Son yıllarda bölgede Türkiye’yle alakalı gelişen söyle bir algı var: Türkiye’nin müttefiklerine, müttefiklerinin de Türkiye’ye olan sadakat düzeyleri düşük. Böylesi bir adım Türkiye’ye dair olan bu algıyı daha da perçinler. Bunun da Türkiye’nin bölgesel siyasetinin sadece bugünü için değil, yarını için de etkileri olacaktır. Ve bu sürecin sonunda, Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonu güçlenmekten ziyade daha da zayıflayacaktır.
Peki son dönemde buna benzer tezlere kaynaklık eden zemin nedir? Birincisini, yukarıda da detaylı bir şekilde belirttiğim üzere, Türkiye’nin karşılaştığı tehditleri ve bunun yarattığı güvenlik sendromunu aşmak için girişilen kısa-devre çözüm arayışları oluşturuyor. İkinci olarak ise, Arap isyanlarının yaşadığı dönüşümün sonucu olarak bölgede zamanın tekrardan 2011 yılının öncesine ayarlandığına dair gelişen yaygın fakat yanlış kanaat geliyor.
Bunu açacak olursak, geçen 6-7 yılda Ortadoğu'daki mücadelenin ana aksını Arap Baharı'nın doğurması muhtemel bölgesel düzenle toplum-devlet ilişkilerinin niteliğini şekillendirmek oluşturdu. Bu yeni dönemde ise aktörler, zaman, enerji ve kaynaklarını post-Arap Baharı döneminin ulusal ve bölgesel nizamını şekillendirmeye hasrediyorlar. Bölgesel siyasette saatler tekrardan Arap Baharı öncesi döneme ayarlanıyor gibi gözüküyor. Bu da bölgesel gelişmelerin en azından eksik okunduğuna işaret ediyor. Son 5-6 yılda bölgede hem çok şey değişti, hem de çok az şey.
Bölgedeki iktidar yapılarında veya siyasal güç piramidinde çok az şey değişti. Otoriter rejimler daha da acımasız ve daha da katı bir formda siyasal iktidarlarına tutunmaya çalışıyorlar. Mısır'da Sisi, Mübarek' i aratıyor; Suriye'de ise Esad rejimi totaliter rejimini katliamlar ve kimyasal silahlarla donatıyor. Buna karşın, toplumsal düzeyde ve siyasal psikolojilerde ise dramatik bir değişim yaşandı. Son 6-7 yıldaki bölgesel alt-üst oluş, toplumların bir kısmını radikalleştirdi, bir kısmına siyasal özne veya aktör olma duygusunu aşıladı, bir kısmını ise nihilizm ve karamsarlık bataklığına itti. Yani bölgenin toplumsal dokusuyla insan malzemesi bu süreçten derin bir şekilde etkilendi. Yine, nasıl ki bölgenin yaşadığı bir önceki jeopolitik depremi neredeyse kimse tahmin edemediyse, bölgenin önümüzdeki bir yılını veya iki yılının nasıl bir hal alacağını kestirmenin de zor olduğu dönemlerden geçiyoruz. Bildiğimiz birşey varsa o da bir önceki jeopolitik depreme yol açan koşulların olduğu gibi yerinde durduğudur.
Bu nedenle, herşeyin eskiye çok benzediği bir dönemde, aslında hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Görüntü, gerçekliğin kendisini örten bir işlev görüyor. Türkiye’nin karşılaştığı güvenlik tehditlerini bertaraf etmek için Esad’la görüşmeli tezi mevzubahis bu görüntüye hakikat muamelesi yapıyor. Bu aşamada, Esad’la görüşme, Türkiye’nin herhangi bir derdine derman olmayacaktır. Tam aksine, böylesi bir adım Türkiye’nin Suriye’de elinde bulundurduğu tek kartı da yitirmesine yol açabilir.
***