İslam ve demokrasi tartışmaları senelerdir yapılıyor, yeni değil hiç şüphesiz. Ama özellikle Ortadoğu intifadaları ile birlikte farklı tecrübeler de işin içine katılmış bulunmakta.
Bu tartışma her gündeme geldiğinde birileri ısrarla Müslümanların seçimler yoluyla başa geldiklerinde demokrasi ve özgürlükleri katledeceğini; insanların yaşam alanlarını gaspedeceğini savundular, savunmaya devam etmekteler. Bu kalıp ve ezber görüş hiç şüphesiz aydınlanmadan mülhem seküler, ilerlemeci ve materyalist bir dünya görüşünün uzantısı. Azınlığın iktidarını sırf seküler oluşundan dolayı onaylayan, yıllardır müslüman halkların inanç değerlerine saldırıldığını ve yaşam alanlarının gaspedildiğini bilerek ya da bilmeyerek gizleyen bir çerçeveyi haiz.
Oysa İslam coğrafyalarındaki sekülerleşmiş kitlelerin hayat alanları meselesi, bu ülkelerin bir iç sorunudur. Onların hamiliğine soyunuyormuş gibi yapan Batılı elitler ve entelijansiyanın ise aslen ilkesel bir demokrasi tartışması yapıyormuş gibi görünseler de gerçekte sadece kendi çıkarlarının devamı için bu kitleleri savunduğu açık bir gerçek.
Bu yüzden baştan ifade etmek gerekir ki; Müslüman halkların kendi özgür iradeleriyle yöneticilerini seçmeye çalışırken, (ki sadece yöneticilerini seçmiyor, gelecekleri hakkındaki ortak hükmü ortaya koyuyorlar) bunun gerçekleşmesini engellemeye çalışan Batılı ve Doğulu güçlerin ve onların işbirlikçileri, tuzu kuru, azınlık akbabalarının bekleştiği bir ortamda "İslam ve demokrasi" tartışması yapmak aslında abesle iştigaldir.
İslam ülkelerinde yıllarca diktatörlükleri sorun etmemiş Batılı elitlerin, zaman zaman garp kurnazlıkları (yani şark kurnazlığı değil) eşliğinde bu diktatörlükleri, doğunun ve müslüman halkların kadim açmazı gibi gösterip Batı’nın çağdaşlığı ve ileriliğine örnek bir eleştiri malzemesi olarak kullanmaları da ayrı bir garabet idi.
Şimdi müslüman halklar, eski yunan’dan miras “demos” ile ya da modern seküler hayat nizamı tanımlamaları ile hiç ilgisi olmayan bir yönelimin içine girdiler. Ancak içimizden birileri de insanlığın doğal seyri içerisinde elde ettiği tecrübelerin ve zorunlulukların bir yansıması olan, kitlelerin iradesinin sandık-seçim yoluyla yönetime yansıması modelini İslam’la hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yol-yöntem olarak topa tuttular. Hatta “diktatörlüklerin yerine daha kötüsü olan liberal demokrasi geliyor” söylemleri, bu işlerin arkasında ABD-İsrail var komplocu yaklaşımlarının ardından geldi.
Özellikle 60’lı yıllarda neşvünema bulan ve dönemin koşulları içerisinde okunmasının gerekliliği ortada olan ictihadi görüşler nass’laştırılarak demokrasinin İslam’la bağdaşmadığı ve küfür nizamı olduğunu ileri süren görüşler yaygınlık buldu. Bu görüş sahipleri açık biçimde vahyin bir yönetim şeklini savunduğunu da ileri sürdüler. Hilafet tartışmaları örneğinde olduğu gibi. Hiç şüphesiz, bu konuların daha uzunca bir süre İslam dünyasının tecrübelerine etki edeceği bir vakıa.
Ancak özellikle son üç yıldır yaşadıklarımızı bir demokrasi-İslam eksenine hapsetmek hem abesle iştigal, hem düşmanın ekmeğine yağ sürmek, hem de gerçeklerin üzerini örtmek anlamına geldiği çok açık.
Birincisi bu tartışma hayat ve realitelerden kopuk bir tarzda, tarihin öyle yaşandığı varsayılan dönemlerine ütopik göndermeler yaparak, yukarıdan bir edayla ve müstağni bir çerçevede yapılmakta. Hüküm koyucunun yalnız Allah olduğu ile ilgili ayetler ardarda sıralanarak, teorik bir “Allah’ın yönetimi”; ya da “Şeriat idaresi” gündeme gelmekte. Bu konuların hayata tekabüliyetinin “ne”liği hakkında da ciddi tartışmaların yapılamadığı (ki içinden geçtiğimiz çetin evrede bu zaten ciddi bir lüks) bir vasatta, konu çeşitli ezber ve sağlamlığı tartışmalı argümanlarla yürütülmekte. (argümanların ayet olması bu durumu değiştirmiyor; çünkü aslında yorum olan hususlar naslaştırılıyor.)
Üstelik müslüman halkların tercihlerine büyük pervasızlıklarla hücum edildiği, İslami hareketlerin aşağılandığı, gayrı ahlaki ve gayrı hukuki yöntemlerle milyonların haklarının ve tercihlerinin gaspedildiği böylesi bir evrede, mağdur kesimlerin İslami-insani bir mücadele değil de bir demokrasi mücadelesi veriyorlar havasının çeşitli bühtanlar eşliğinde estirilmesi, tam anlamıyla adaletsizlik ve merhametsizlik olarak arzı endam etmekte.
Kitlelerin özgür iradelerinin, insanların yönetimi meselesine yansıması ile Allah’ın hüküm koyuculuğu arasında bir tezat olmadığını görebilmek için daha pek çok tartışmanın yapılması gerektiğini söylemek bir kehanet değil. Ancak bu savı bile daha baştan la dinilikle, küfürle eş değer bir şekilde boğmaya çalışmak en hafif tabirle adaletsizlik.
Diyelim ki emperyalizm ve yerli işbirlikçileri diye bir olgu yok ve Müslümanlar hür iradeleriyle hareket edebiliyorlar. Bir şekilde yönetim konusu ile ilgili çeşitli fıkıhlar geliştirecekler ve ictihadi yöntemlerle bu işi bir hal yoluna koyacaklar. Bu konu tamamen ictihadi, yöntemsel ve teknik bir konu. Ama hayattan kopuk değil. Hayatı kapsayamayan teorik ütopyaların ise kuşatabileceği bir alan değil. Müslüman halkların idarecilerini nasıl seçecekleri, bunların niteliği, bu idarecilerin hangi ilkeler üzerine hareket edeceği konuları elbette vahyin ikliminden sadır olacak ilkelerin hayatla buluşturulması sonucu netice verecek ama tartışmaları sürgit devam edecek bir alan. Adalet, meşveret, emri bil maruf ve nehyi anil münkere ilkesel olarak evet ama pratikte nasıllığı ile ilgili çeşitli görüşler, birbirini nakzeden ya da destekleyen tarzlarda yapılacak. Ama öncelikle bu idealize tablo içerisinde, slogansız, ezber kalıplardan arınmış ve bugünkü realitelerimizi kuşatan bir tarzı yöntem olarak belirlemek ve tartışmalarımızı bu gerçekler ışığında sürdürmek elzem.
Ortadoğu Halkları Demokrasi Oyunu Oynamıyor!
Bu tartışmaya şimdilik ara vererek esas vurgulamak istediğimiz hususlara yönelelim. Bunların başında da gerek Batı bloğunun, gerekse İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu şartlar, hesaplaşmalar, çıkarlar, mücadeleler, çifte standartlar, ikiyüzlülükler ve güce dayalı operasyonlar gelmekte. “Nasıl ve hangi meşru saiklerle yönetileceğiz?” tartışmasından önce, “üzerinde bulunduğumuz hali nasıl değiştireceğiz, hastalıklarımızdan nasıl kurtulacağız ve hepsiyle birlikte, Batı bloğunun ve içerideki uzantılarının bizleri boğmaya çalışan atmosferine karşı nasıl mücadele edeceğiz?” soruları gündemimizin ilk maddeleri olmalı. Çünkü gerçekliğimiz bu. Konu teorik tutarlılık arayışımız ya da on yıl sonra ne olacağımızla değil, içinden geçtiğimiz cendere halinden nasıl kurtulacağımızla ilgili.
Öncelikle şunu iyi kavramak gerekiyor ki, Ortadoğu halkları demokratlaşma tercihlerini ortaya koydukları için bu nevi saldırılarla yüzyüze gelmediler. İslami, fıtri, insani değerlerini ayakta tutmak isterken oyun ve tuzaklara muhatap oldular.
Eğer gerçekten sadra şifa bir tartışma yürütülmek isteniyorsa bu; din gibi dayatılan seküler demokrasi söylemi-darbecilik ilişkisi; seküler demokrasi söylemlerinde içrek İslam düşmanlığı; Teorik seküler demokrasi ilkelerinin müslüman halkların tercihlerinin aleyhine yorumlanması üzerine yapılmalı. Ve bu durumla hem Batı, hem de Batılı ilerlemeci değerleri içeriden bir dille savunanlar yüzleştirilmeli.
Söz konusu Müslümanlar olduğunda onların çoğunlukta olan tercihleri neden “Sivil Faşizm” olarak adlandırılır da; İşgal orduları mevzubahis olduğunda “tahammül teorileri” devreye girer. Söz konusu müslüman halklar olduğunda neden sandığa ve seçime dayalı yönetim modeli yetersiz de İskandinav ülkeleri olduğunda seçimler ya da referandum sonuçları kutsaldır?
Diğer yandan, insanların kendi yöneticilerini seçmeleri, yönetime ortak olmaları vb. hususlar zihinlerde oldukça iğdiş edilmiş “demokrasi” kavramıyla irite edilmediğinde, daha anlaşılır ve bir insanlık tecrübesi olarak kabul görür olduğu halde; demokrasinin bir yaşam şekli gibi gösterilmeye çalışılıp dayatıldığı ortamlarda elbette sağlıklı bir tartışma yürütebilmek mümkün olmaz. Demokrasi, sadece bir yönetim şekli olarak değil, bir yaşam biçimi olarak da Batı’ya ait kılındığında, sırf ona aitliğinden ötürü tukaka ilan edilen bir kavramdan yola çıkarak, İslam topluluklarının yüzleşmeye çalıştıkları acıları bir bilinmezliğe doğru itilmekte. Sanki bu çağda, ideal bir yönetim biçimi şekli ya da İslam’ın aşkın bir modeli üremiş de birileri ısrarla pragmatistçe demokrasiyi bir can simidi olarak görüyormuşcasına lanetlenebilmekte, üstelik çift taraflı, yani hem Batı’dan hem de içeriden yoğun hücumlara maruz bırakılmakta.
Oysa diktatörlüklerle yönetilen müslüman halkların yegane derdi, “Tek adamlık”a karşı farklı ve bize ait olmayan(!) bir idare biçimini savunmak değildir. Konu çok daha hayati ve sahici. Diktatörlüklerin “Rabbaniliği”nden, demokrasiyi savunuyormuş gibi yapan “askeri-bürokratik oligarşiler”in hile ve tuzakları karşısında bir özgürlük ve adalet mücadelesidir ortaya konan. Bu hem İslamidir, hem de ondan ayrı görülemeyecek tarzda insani. Gerçek olan, sahici ve sahih olan budur. Çünkü diktatörlük dönemlerinde de, devamedegelen Ergenekoncu oligarşik yapıların direnç gösterdikleri süreçlerde de, yegane gerçeklik halkların aleyhine emperyalizmle bulaşık seküler kimlik sahiplerinin Batı’nın çıkarlarıyla kendilerininkini bir tutmaları ve ortak alameti farika İslam düşmanlığıdır. Bunlara karşı duranların, halkların özgürlük, adalet, kendini gerçekleştirebilme, kaynaklarını sömürtmeme mücadelesi de bir gerçek demokrasi mücadelesi değil, İslam’ın evrensel ilkelerinin korunması mücadelesidir. Aynı cepheden birileri bunu evrensel insanlık değerlerini koruma mücadelesi olarak görüp adlandırabilir; İslami kimliğe sahip geniş kitleler de evrensel İslami değerlerin korunması, hatta Şeriat mücadelesi ve cihad olarak görebilir. Yol meşru, mücadele meşru, cihad hakikat olarak neşvünema bulmuşsa ve bunların henüz alternatifleri keşfedilmemişse, doğru, sahih ve meşru görülmesi insanlık vicdanı gereğidir, hayattan kopuk olmayan vahyi mübinin de yüzlerce ayetle onayladığı bir gerçekliğe tekabül eder.