Derler ki, Roma imparatorlarından birisi, ‘Bir çivinin düşmesi, bir nal’ın da düşeceği mânasına gelir.. Bir nal’ın düşmesi bir atın hizmet dışı kalması demektir.. Bir atın devre dışı kalması, bir askerin, bir kumandanın hizmet dışı kalması demektir.. Bir kumandanın hizmet dışı kalması, bir savaşın kaybedilmesi demektir.. Bir savaşın kaybedilmesi de bir ülkenin mahvına sebeb olur..’ dermiş..
‘Olur mu böyle şey?’ demeyin.. Bizim hayatımızı oluşturan, yönlendiren şeyler küçük küçük şeylerdir.. Bir binayı oluşturan küçük küçük tuğlalar gibi.. Ama, bir tuğla- iki tuğla derken, tuğlaların çürümesi önemsenmezse, bir de bakarsınınız ki, bütün bir bina bile çöküverir..
Osmanlı Sarayı’nın son dönem başmâbeyincilerinden Ali Fuâd Türkgeldi’nin (Görüp İşittiklerim) isimli hâtırâtında yazdığına göre, (son Osmanlı Sultanı) Vahiduddin bir yere gider, ama, hemen eline alması gereken bastonunun unutulduğu söylenir kendisine.. O zaman ‘Bu bir felâkettir!’ der. (Sultan, romatizmalı olduğundan baston kullanmak zorundadır..)
İlk planda ‘Bir bastonun unurtulması niye felâket sayılsın ki?’ denilebilir, ama.. Bir sultanın hizmetindekiler, bir şeyleri unutmamak için de vardırlar.. Unuttukları takdirde kendi varoluş sebebleri ortadan kalkar.. Bu açıdan, sorumluluk makamında bulunanların yardımcılarının da sorumluluk ve dikkatlerini en üst seviyede bulundurmaları gerekir..
Meşhurdur; Sultan Selim’in aldığı bazı kararların yanlış olduğunu görüp onların uygulanamıyacağına karar veren Şeyhulislam Zembilli Ali Cemalî Efendi, Padişah ısrar edecek olursa, ona, ‘Sizi dünyada hatalardan korumakla vazifeli olduğum gibi, Âhiretinizi korumak sorumluluğunu da hissediyorum..’ dermiş..
Sözü Tayyîb Erdoğan’a getirmek istiyorum..
Tayyîb beyin hitabeti, hattâ bazen belâgat seviyesindedir.. Merhûm Necîb Fâzıl, kendisinin de bulunduğu yerlerde özellikle Çile veya Sakarya Türküsü gibi ideolojik ağırlğı çok yüksek şiirleri okunurken; çoğu kez, ‘şiiri mahvettiniz.. ‘ diye hışımlanır ve ‘Tayyîb nerde, Tayyîb?’ diye seslenir ve genç Tayyîb orada ise, şiiri o tekrar okur ve merhûm da onu mest olmuşçasına dinlerdi.. ‘Tayyîb’ bulunamazsa, o zaman da mikrofonu eline alıp kendisi okurdu.
Amma bu hitabet ve belâgat gücü kişinin başına iş de açar bazen.. Tayyîb beyin geçenlerde söylediği gibi ‘öfke’ de hitabette belâgat san’atıdır. Ancaaak, bu, bazen bir bumerang gibi geri döner, sahibini de vurur; Nef’î’ninki gibi..
Eskilerde devlet adamlarının padişahların, sadrâzam ve hattâ vezirlerin, halk kesimine revâ gördükler hitab tarzı ve muamele hiç de hoş değildir.. Her ne kadar, bir milletin bir ‘resmî ideoloji ikonu’ önünde eğilmeye zorlayacak çapta olmasa da..
Ama, şairlerin de onlara hitab tarzı da, demek ki daha geniş ve tuhafmış..
Mesela, Nef’î’nin, 370 yıl öncelerde zamanın vezir ve sadrâzamlarına hitaben yazdığı ve ‘Sihâm-ı Kazâ/ Kazâ Okları’ isimli bir eserde topladığı hicviyyelere bugün hepimiz -iyi ki- uzağız.. 'Sen kadar duşmen-i devlet mi olur a hınzır,/ Ne durur saltanatun sahibi, bilsem a köpek.. / Ehl-i dil düşmeni, din yoksulu bir mel’unsun, /Öldürürlerse eğer, can be-cehennem a köpek ..’ mısraları, o devrin edebiyat edebindenmiş, demek ki!. Ama, hiç de hoş değil..
Gerçi rivayet olunur ki, Nef’î’nin Vezir Bayram Paşa hakkındaki bir hicviyyesi okunurken, Saray’ın bahçesine yıldırım düşer ve bu uğursuzluk sayılır ve Nef’î cezalandırılır.. Onun içindir ki, bir başka şair de, ‘Gökden nazîre indi ‘sihâm-ı kazâ’sına, / Nef’î, diliyle uğradı Hakk’ın belâsına..’ diye taşı gediğine koyar..
Tayyîb bey, normalde asabî bir tiptir.. Ama, yüklendiği sorumluluğun ağırlığı altında kendisini, beklenmiyen şekilde frenlemeyi de öğrenmiştir.. Ama, yine de zaman zaman o hiddetleri dışa bir kaç cümle ile yansıyıveriyor.. Mersin’li bir kişiyi azarlarken veya askerlik konusunda yaptığı açıklamalarda olduğu üzere.. Bunlardan dolayı da başı ağrıdı..
Sözünün özü yanlış değil, ancak, beyan tarzı yanlış.. Belki, çok çalışmaktan ve ‘stress’ten..
Ama, asıl yiğitliğin yolu, kişinin kendi asabını yenmekten de geçmez mi?
Gerçi, o halkın diliyle de konuştuğu için, bu sözlerinin o kadar olumsuz etki yapmıyacağını düşünüyor olabilir ve genelde öyle de olmakta.. Ama, bazen geri de tepebilir bu durum..
Şimdi, 30 küsur yıldır tatillikten çıkarılan ‘1 Mayıs’ gününün işçi bayramı olarak tekrar tatil ilan edilmesi için işçi kuruluşları haftalardır taleblerde bulunuyorlar..
Bununla yetinilmiyor, bu kutlamaları illâ da, Taksim Meydanı’nda yapmak istiyorlar.. Halbuki, o mekanın ‘1 Mayıs 1977’de nasıl bir kanlı hadiseye meydan olduğu ve bir provokasyonla sağa-sola kaçışan onbinlerin, hele de Kazancı Yokuşu’ndaki izdihamda birbirlerini nasıl çiğneyip ezdikleri ve 40 kadar insanın ölmesiyle sonuçlandığı ortada ve bu gibi provokasyonların tekrarı da pekala mümkün iken, işçi kuruluşlarının illâ da bu meydanda ısrar etmesi, bir eski hesabı aynı mekanda görmek isteyenlerin eline silah vermek olabilir.
Bu açıdan, bu meydana izin verilmeyip, Çağlayan, Kazlıçeşme vs.nin gösterilmesi doğrudur.
Hattâ, Hükûmet’in, ‘Daha çok çalışmaya ihtiyacımız var, Türkiye bir ‘resmî tatiller ülkesi’ olmasın..’ şeklindeki değerlendirmesi yanlış değildir.. Ve bu gibi kararların sorumluluğu da elbette ki Hükûmet’in omuzundadır.. Ancaak, Başbakan Erdoğan’ın işte bunu hatırlatmak isterken, ‘ayakların başı idare etmesinin kıyamet olacağı’nı hatırlatması yanlış olmuştur.. Nitekim, oradaki ‘ayak’ kelimesi, hemen, ‘ayaktakımı’na dönüştürüldü.. Söz dudaktan çıktı mı yaydan fırlayan ok gibidir. O gider, bir yerlere çarpar, oralarda izler bırakır. Onu, baştan tutmak gerek.. Yani, sözün özü doğru, ama beyan şekli yanlış.. O yanlış düzeltilmelidir.
Bir tarihte, bir yazar büyüğümüz, bir tartışmanın geçtiği görüşmeden sonra telefonu kapatınca, kızgın bir edâ ile, ‘Ne olacak.. Köylü işte!..’ demişti de, ‘Biliyor musun âbi, ben de köylüyüm..’ demek gereğini duymuştum.. Sonra da, gönül tamiri için nice çaba gerekmişti.
Tayyîb bey bilmeli ki, kendisi de dâhil, biz bu rejimde ‘ayak’ olarak görülenlerdeniz.Mecvud düzenin resmî ideoloji ve temel mantığı açısından, hepimiz ayaklarız.. Bugün Tayyîb beyin sahne dışına atılmak istenmesinin altında da, ‘ayak’ bilinenlerin baş olmakta esaslı yol alması bulunmaktadır. Tayyib bey, sözüne açıklık getirmeli ve yanlış anlaşılmamasını sağlamalıdır.
Mes’ele buradadır. Ve, ‘teşbihte hata olmaz!’ sözü de, ‘olmamalı..’ şeklinde anlaşılmalıdır.. Bu vesileyle hatırlatayım ki, Baykal’la girdiği ağız dalaşı ve polemik, Erdoğan’a yakışmadığı gibi, zarar da veriyor ve kendisini Baykal’ın durumuna düşürüyor.. Haklı olsa bile.. Hele, Baykal’ı 30 yıl önceki Bakanlık yaptığı dönemle vurmaya kalkışması veya onu ‘M. Kemal’in arkasına sığınıyor’ diye suçlarken, kendisinin de sık sık ona sığınması!!.
Hani meşhurdur, yahudiler gelirler Hz. Îsâ’ya en ağır sözleri söylerler.. Hz. Îsâ ise onlara sâkin bir şekilde karşılık verir. Bunu yadırgayanlara da, ‘Herkes kendi içinde taşıdığı değerlere göre konuşur..’ der.. Erdoğan’ın da bu örneği unutmaması umulur..