Tarz olarak laubalilik ve tehditkâr dil korona salgınını geride bırakacak düzeyde hızla yaygınlaştı. Konuşma daha doğrusu polemik ishaline tutulmuş bir toplum görüntüsü günden güne öne çıkıyor. Siyaset ve medyanın topluma taşıdığı ve aşıladığı misyon anlamayı ve anlaşılır olmayı değil de olabildiğince bağrışmayı bir marifetmiş gibi telkin ediyor. Kimsenin bir diğerinden geri kalmamak için didindiği bu yarışta, taraflar ülke ve topluma acı ve yıkıcı sonuçlar hazırlamak üzere seferber olduklarının hiç farkında değiller sanki.
Tehdidi Büyüt, Aklı Küçült ve Mantığı Esir Al
Hız kesmeyen darbe tartışmaları, her yerde ve her zaman olan kimi siyasal ve iktisadi gerilimlerden beka krizi çıkarma alışkanlığı, bitip tükenmeksizin üretilen ve her duruma uyarlanan kripto Fetöcü bulguları makul düşüme yeteneğini felç ediyor. Dolaşımdaki komplo teorileri bekleneceği üzere siyasal ve toplumsal analiz yapmaya mecal bırakmayan bir dizi akıl hastalığına dönüştü. Tehdidi ne kadar yakın ve büyük, tehlikeyi ne kadar yaygın ve sinsi olarak tanımlarsak toplumu o oranda ikna edip safları o kadar sağlam sıklaştırabiliriz diye çarpık bir mantık işliyor. Bilinç ve direnç aşılamakla vehim ve vesvese üretmek, sabır ve mücadele azmi kazandırmakla bir akıl hastalığı olarak paranoyayı beslemek fena halde birbirine karıştırılıyor.
İşin suyu çoktan çıktı, “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” modundaki arayışlar sürüyor. Ülke TV’de Esra Elönü hazırlayıp sunduğu Arafta Sorular programında misafiri ‘aktivist-yazar’ Sevda Noyan hanımla beraber hızla yaklaşmakta olan hatta kapıya dayanmış olan FETÖ’cü darbeye karşı nasıl bir direniş sergileyeceklerine ilişkin en yüksek perdeden strateji ve taktikler paylaşıyorlardı mesela. Meğer Sevda Noyan ailesiyle beraber epeyce önden hazırlıklar yapmış, listeler hazırlamış, komşuları dâhil öncelikle götürülecekleri belirlemiş bile. Zaten kursakta kalan bazı şeyler de varmış ki onları da kemale erdirmek üzere bir fırsat kolluyormuş hanımefendi. Programın tecrübeli moderatörü Esra Elönü ise iyice yoldan çıkan konuşmalara müdahale edip düzeltmek bir tarafa yol vermeyi, teşvik etmeyi tercih ediyordu maalesef.
Darbeye karşı her türlü direnç meşrudur elbette. İyi de darbenin karargâhı ve kurmay kadrosu nerede, askeri cunta hangi eylemler ve kurumlarla darbeye zemin oluşturuyor? Madem yaklaştıkça yaklaşan bir darbe var da bu Genelkurmay ve MİT Başkanları, İçişleri Bakanı neden sükût suretinde duruyorlar hala? Neden savcılar bu darbe örgütlenmesini ortaya çıkarmak üzere geniş çaplı soruşturmalar başlatmıyor? Ne bu türden asli soruları soran var ortada ne de cevabını arayan. Kimi agresif siyasetçi ve trollerin üç beş ajitatif ve provokatif cümlesinden, sosyal medya paylaşımlarına karşı güya “durumdan vazife” çıkarılıyor. Yapılan bu tür laubali konuşmalar, saçma sapan meydan okumalar belki de bir tek işe yarayacak; askeri darbe heveslilerini tahrik edecek ve cesaretlendirecek. Toplumsal muhalefetten habersiz, askeri darbeye direnme imkânlarına dair hiçbir tecrübeye kulak kesilmemiş hanımlar beyler mi ‘silahlı direniş’ sergileyecek? Bırakın darbeye direnmeyi en temel ve yaygın protesto eylemlerinde dahi aktif rol oynamamış, sokakta ve toplumla beraber hak arayışından adeta kaçarcasına uzak durmuş birileri şimdilerde modaya uyup Reis’e selektör yapıyor.
27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a hangi darbe girişimine karşı halk silahla direndi, çatışma seçeneğini hayata geçirdi? 15 Temmuz’da sokaklara, meydanlara dökülüp tankların önüne dikilen milyonlarca insanı başarılı kılan asıl faktörün silahsız ve şiddetsiz direniş olduğunu idrak edemeyecek kadar akıldan, mantıktan ve tarihsel tecrübeden nasipsiz bir tayfa ortalığı velveleye veriyor. Ağzı burnu dağıtılmış, üstü başı yırtılıp elleri kelepçelenmiş generallerin amirallerin ibreti âlem olsun diye merdivenlere dizildiği bir ülkede kim, hangi cesaretle darbeye yeltenecek?
Artık siyaset ve topluma idam sehpasında sallandırılan Adnan Menderes resminin gösterilip vesayet altında tutulduğu bir Türkiye atmosferi tarihe gömülmüştür. 15 Temmuz’dan itibaren Harbiyeli öğrencilere ve en astından en üstüne kadar subaylara gösterilecek resim değil rezil ve perişan bir vaziyette merdivenlere dizilip teşhir edildikten sonra cezaevlerine tıkılan darbecilerin resmi olacaktır.
Darbelere Karşı Rüyalarda Direniriz
Yaklaştığı iddia olunan darbeye dair yapılan konuşmalar bitip tükenmiyor. Ancak ortaya doğru düzgün bir bilgi ya da analiz koyan kimse yok. İş artık keramet aranan rüyalara kaldı. Sağ olsun ulemamızdan Cübbeli Ahmet Hocaefendi darbe tehlikesini işaret eden üç dört rüya gördüğünü beyan edip herkesi uyardı. Çünkü Hocaefendi’nin rüyaları gün aydınlığı gibi ortaya çıkarmış. Eee, madem Sevda Hanım listeleri yaptı, Cübbeli Ahmet Hocaefendi de rüyasını gördüğüne göre şimdi işler yarım kalmasın mı diyeceğiz? Enteresan olan bir diğer mevzu da “2000 dernek etrafında örgütlenip silahlanan Selefiler” gibi hayali tehditler uydurup meşrebine aykırı gördüğü kesimleri hedef göstermeye matuf tutumlardır.
Biz rüyalarla istikamet verilen Türkiye günlerini henüz unutmadık. Rüyalarla siyaset ve toplumu tanzim etme girişimi demek açıkça hukuku-fıkhı ayaklar altına almak demektir. Hiç kimse gaybden haber veremeyeceğine göre hocaların, kocaların, locaların rüyalarıyla (darbe dâhil) ne başımıza gelecek musibetler önceden tespit edilebilir ne de rüyalardan ilhamla musibetlere karşı bir direnç sergilenebilir.
Peki, mahcup olup susan, yol açtığı sorunlar için özür dileyen var mı? Ne gezer, tam tersine daha sert, kırıcı hatta küçük düşürücü tehditler için iyice gaza basılıyor. Kimi “hain zombiler”e karşı amansız bir savaş açıyor kimisi “saksı ve dört ayaklı” gibi benzetmelerine “maklube tepsisi”ni de ekleyivermişti bile. Ayşenur Arslan ve Canan Kaftancıoğlu’yla girişilen yarışın nasıl bir dönüşüme sebep olduğunu, toplumsal gerilimi nasıl arttırdığını kim muhakeme edecek?
Biraz soğukkanlı, biraz tarih ve toplum tecrübesiyle bakınca ortada müsamere düzeyinde bir gerilimin sürüp gittiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hayır, Türkiye’de askeri darbe süreci suni bir sancı olmadığı gibi aksine esaslı ve kronik bir sancıdır. Ne var ki; 27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a değin Türkiye’deki askeri darbelerin meşruiyet kaynağı ve muharrik gücü olan Kemalizm’e her gün daha sıcak, sempatik ve sadakatli selamların yollandığı bir vasatta Kemalizmin lümpen temsilcileriyle girişilen bir kayıkçı kavgasında askeri darbeye karşı bir bilinç ve direnç oluşturulamaz. Fethullah Gülen ile İsmet İnönü ilişkisi kurup Tek Adam’a kutsiyetler, dokunulmazlıklar ve kahramanlıklar atfederek yapılan kurgular vahim bir biçimde paranoyayı beslemektedir.
Nihayet şunu aklımızdan çıkarmayalım ki; Darbe paranoyasına malayani konuşmaları ve rüyaları şahit göstererek Batıni gelenekten destekler üretmek ajitasyon ve provokasyondur, batıldır ve İsrailiyattır. Zillet bizden uzak olsun istiyorsak klişe söylemlere değil salih amellere sarılalım. Fethullah ve Çetesinin "Sırlar Dünyası" tadındaki rüyaları ihtiyaca binaen modifiye edilip piyasaya sürülmesin lütfen. İlmi hiçbir değeri olmayan konuşmaları, ahlaki ve hukuki hiçbir yaptırıma müstenid olamayacak rüyaları siyasal ve toplumsal fıkhımızın önüne geçiremeyiz. Bu saçmalığa, bu yıkıcı ve kokuşturucu bataklığa bir an önce son verecek sorumluluk mevkii ise bellidir. Konuşması gerekenlerin susup, konuşmaması gerekenlerin coştuğu bir toplum düşmanı uzaklarda aramasın boşuna.
*
(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)