Bilim ve Teknoloji Kendisini Üreten İnsanların Dünya Görüşünden Azade mi?

Batı medeniyetinin ürettiği teknolojik ürünlerin ne kadarı yalın, ne kadarı hududullahı çiğneyen Batılı paradigmaya iltisaklıdır, zulüm ve şirk barındırır?

İsmail Özgüven / Haksöz Dergisi Aralık 2017 Sayısı

Batı’nın Müslümanların Bağdat, Sicilya, Endülüs hattında yükselen medeniyetinden devraldığı ve benmerkezci telakkisiyle geliştirip ürettiği bilim/teknoloji, büyük ölçüde onun dünya görüşünün bir parçası haline gelmiştir. Ve “tekasür” yani bitmek bilmeyen kazanma hırsının ürünüdür. Batı kazanmak için bilim ve teknoloji alanında kolayca ekini ve nesli ifsad edecek formüller üretebildi.

Bu yazıda Batı’nın bilim ve teknoloji üretimini silah teknolojisi üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.

Kitle İmha Silahları

Silahların sınıflandırmasında Batılı modern aklın literatüre kattığı ve sık sık kullandığı ‘Kitle İmha Silahları’ şeklinde bir terim var. Aslında hiçbir açıklamaya gerek duyulmasını gerektirmeyen bir terim ancak anlamlandıralım; 

Kitle=İnsan Topluluğu

İmha=Yok Etme

Silah=Saldırı ve Savunma Amaçlı Kullanılan Alet

Yani insan topluluklarını yok eden alet. Kitle imha silahları, savaşları cephelerden kentlere taşıyan her yeri cephe (savaş meydanı) haline getiren bir silah. Sivil-muharip ayrımı yapmadan herkesi savaşa dâhil eden bir silah. Kitle imha sadece çok sayıda insanı öldürmüyor aynı zamanda acı içinde kıvrandırarak ıstıraplı ölümlere neden oluyor. Etkileri bir ömür, hatta kuşaklar boyu sürüyor ve genetik mutasyonlara neden oluyor. Ayrıca çevreye de büyük zarar veriyorlar. İnsanların artık o bölgede yaşamalarına imkân vermeyecek şekilde ya fiziki tüm yapıları tahrip ediyor ya da çevreyi yani hayvanları, bitkileri yok ediyor hatta su kaynaklarını ve toprağı kirleterek kullanılamaz hale getiriyor.

Kitle imha silahları nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan oluşuyor. Kitle imha silahlarının bir başka adı da NBC (Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal) silahlardır. Silah teknolojilerinde kitle imha silahları zirve olarak kabul ediliyor. Kitle imha silahları genellikle ileri teknoloji gerektiren platformlar üzerinden atılıyor. Bunlar karadan, uçaklardan ya da denizden (hatta denizaltından) atılan füzeler olarak ya da uçaklardan bırakılan bombalar şeklinde oluyor. 

I. Dünya Savaşında ölen 9,5 milyon insanın %95'i asker, %5'i sivildi. Ancak II. Dünya Savaşında ölen 65 milyon insanın %33'ü asker, %67'si sivildi. Yakın zaman savaşlarında sivil ölüm oranı % 90’ları aşmış bulunmakta. Teknoloji geliştikçe savaşlarda toplamda ölen insan sayısı artmakta ve ölümlerdeki sivil oranı aşırı derecede yükselmektedir. Genel olarak ölümlerin sayısal olarak kat be kat artmasının ayrıca sivil ölüm oranlarının yükselmesinin en büyük nedeni kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve gerek kitle imha silahları gerekse konvansiyonel silahların kentlerde kullanılmasıdır.

Kitle imha silahları, Batılı zihnin insana bakışındaki bozukluğu tüm çıplaklığıyla ortaya koyan argüman olagelmiştir. İngiltere eski Başbakanı Churchill'in notlarının yer aldığı "Churchill Archives Centre"deki belgelerde, dönemin Savaş Bakanı Churchill, Çanakkale Savaşında zehirli gaz kullanılmasını istiyor. Kendisine muhalefet eden Kraliyet Hava Kuvvetlerine yazdığı ikna mektubunda “Medeni olamayan barbar kabilelere karşı zehirli gaz kullanabiliriz. Üstelik düşmanın bunu üretme ve kullanma kapasitesi yokken zehirli gaz kullanılmasından yanayım.” diyordu. Winston Churchill'in kendisine, bunun bir insanlık suçu olacağını söyleyerek itiraz edenlere cevabı ise Türklerin insan olmadığı, barbar ve gelişmemiş bir kavim olduğu yönündeydi. Noam Chomsky, Churchill'in kimyasal silahlar ve zehirli gazları modern Batı biliminin bir parçası olarak gördüğünü, Araplar ve Afganlar üzerinde de deneysel amaçlarla bunların kullanılmasını onayladığını belirtiyor.

Bir başka çarpıcı örnekte ABD, II. Dünya Savaşı’nda teslim olmak üzere olan ve mağlubiyeti kabul etmiş Japonya’yı sırf yeni icat ettiği atom bombasını denemek için (deneme alanı olarak) Hiroşima ve Nagasaki üzerine atmıştı. Nagasaki’de hiç askerî birlik bulunmuyordu! Bu saldırıda 80 bin Nagasakili ve 140 bin Hiroşimalı öldü. Sonrasındaysa kanser ve benzeri radyasyon kaynaklı hastalıklar sebebiyle ölen sayısı 300 bine ulaştı. Bunun 4-5 katı kişi yaralandı veya sakat kaldı. Bombanın etkisiyle gelecek nesiller bile sakat kaldı. Bir kere daha ekini ve nesli ifsad eden tabloyla karşı karşıya kalınmıştı.

ABD, kitle imha silahlarından kimyasal silah kategorisindeki napalm bombalarını Vietnam’da yaygın olarak kullandı ve çoğunlukla sivil bölgelere olmak üzere 400 bin tondan fazla napalm bombası attı. 

Napalm bombasını VietKong gerillalarını ve onların barınma alanı ve sığınma alanı olan ormanları yakıp yok etmek için kullanan ABD, bu bombalarla sivil-muharip ayırmaksızın insanları vahşice katletti. Nitekim ABD uçaklarından atılan napalm bombalarıyla yanmış, kavrulmuş ve kömüre dönmüş Vietnamlı çocuk, kadın ve ihtiyarların objektiflere yansıyan görüntüleri hâlâ hafızalardadır. 

ABD,Vietnam’da sârin gazını da yaygın olarak kullandı. Sârin gazı aşırı zehirli bir sinir gazıdır, vücuttaki sinir sistemlerinin dengesini bozarak felç meydana getirir. Uzmanlar bundan daha acılı, eziyet içerisinde ölümle tanışacağınız başka bir yol yoktur diyorlar. 

ABD, Vietnam’da ormanlar ile yoğun bitki örtüsünün Vietnamlılara sağladığı avantajları yok etmek için savaş dönemi boyunca 20 milyon galona (76 bin tona) yakın “Agent Orange” (Portakal Gazı) kullandı. Portakal Gazı, herbisit ve yaprak dökücüdür. Madde ardında dioxin maddesini bırakmaktadır. Vietnam Kızılhaçı, Portakal Gazı kullanımı sebebiyle 4,8 milyonun üzerinde ölüm ve 400 bin sakat doğum olduğunu kaydetti. Vietnam'da üç kuşaktır etkileri devam etmekte,insanlar üzerinde hâlâ kas ve kemik bozuklukları, doğumsal anomaliler gibi sonuçlara sebep olmaktadır.

Vietnam’da ABD, Portakal Gazı dışında ayrıca mavi, beyaz, mor, pembe ve yeşil gazlar (Taşındıkları bidonlar/varillerin renkleri nedeniyle bu adlarla adlandırılıyorlar.) olarak nitelendirilen kimyasal silahları da kullandı. Bu kimyasal maddeler temas ettikleri ciltlere zarar veriyor veya bunları soluyanları öldürüyor, sakat bırakıyor ve ağır hasta ediyordu. Bu silahlardan o bölgedeki tüm canlılar etkileniyordu. Bu gazlardan 7,4 milyon hektarlık bir alan etkilendi.

ABD’nin Vietnam’da kullandığı bu gazlardan sadece düşmanları değil kendi askerleri de etkilendi. Bu zehirli gazların taşınması ve yayılmasında görev alan 2,8 milyon ABD askerî personeli bu maddelerin etkisine maruz kaldı ve birçoğu Vietnam’dakine benzer hastalıklar sebebiyle hayatını kaybetti. Hatta çocuklarının da sakat doğduğu belirtiliyor. 

İnsanların bizzat kendilerinin işledikleri yüzünden, karada ve denizde bozulma başladı. Allah, belki geri dönerler diye yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum, 41)

Nükleer Teknolojiye Sahip Olamayan Diktatörler

Kendi halklarına zorbalıkla hükmeden, bölgelerinde hep fitne unsuru olan fakat nükleer teknolojiye sahip olmayan baskıcı rejimler, biyolojik veya kimyasal silahlara sahip olma peşinde oldular. Hatta bu konuda Batılı ülkelerden de destek adılar. Bunun en çarpıcı örneği devrik Saddam rejimidir. Saddam, Batı’dan (85 Alman, 19 Fransız, 18 İngiliz ve 18 Amerikan şirketinden) aldığı destekle elde ettiği kimyasal silahları Irak-İran savaşında birçok kez kullandı. Bu savaşta kimyasal silahlardan dolayı İranlı (sivil-asker) 20 bin insan öldü, 100 bine yakın insan yaralandı. Bu, savaşı Irak lehine çevirdi ve İran ateşkesi kabul etti. 

Saddam, o kimyasal silahları kendi halkına karşı bile kullandı. 16 Mart 1988 günü Irak Hava Kuvvetlerine ait 8 MIG-23 savaş uçağı Halepçe'yi bombaladı. Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Son sözleri “Daye behnaseva te.” (Anne elma kokusu geliyor.) oldu. Sonra da birer birer öldüler. Hayatta kalanların çoğunun “elma kokusu” dediği kokuya kimse anlam veremedi. Verecek zaman da kalmadı zaten. Kokuyu genizlerinde hissedenler birer birer ölmeye başladı. Hem insanlar hem de hayvanlar… Saldırıda Hardal, Sârin ve VX gibi gazlar içeren bombalar kullanılmıştı. Gaza maruz kalanların derisi soyulmaya/yanmaya başladı, gazı soluyanların solunum sistemleri çöktü. Kimisi evinin kapısının eşiğinde, kimisi bahçesinde, kimisi duvar dibinde, kimisi ise ‘kurtulurum’ umuduyla kaçtığı dağ yolunda ölüme yakalandı. (AJT-Mahmut Bozarslan). İki gün aralıklarla süren saldırılarda ölenlerin sayısı net değil. Ancak çoğu kadın ve çocuk en az 5 bin kişinin öldüğü, 15 bine yakın insanın yaralandığı tahmin ediliyor. Savaştan sonra kasabaya giden yabancı gözlemciler, sayının 5 binin çok üstünde olduğu görüşündeydi.

Me gotîHîtlerîmiriy, carêşînna bitin.

Me nizanîdêkurêwîBexdamezin bitin...

(Biz Hitler öldü, bir daha doğmaz diyorduk,

Oğlunun Bağdat’ta büyüdüğünü bilmiyorduk.)

Iyaz Yusuf, bu sözlerle anlatmıştı Halepçe katliamını. Elma kokusuyla gelmişti ölüm.

Saddam, son kullanma tarihi geçtikten sonra kimyasal ve biyolojik silahlara yani kitle imha silahlarına sahip olduğu bahanesi ile I. ve II. Körfez savaşlarıyla yıkıma uğratıldı. Var olduğu iddia edilen kimyasal silahlar ise bulunamadı. 

ABD, 2001 yılına geldiğinde envanterindeki tüm napalm bombalarını yok ettiğini ilan etmişti. Ancak II.Körfez Savaşıyla birlikte etkisi yıllarca geçmeyen napalm bombasını bir kez daha kullanmıştı. ABD napalm bombalarını “Yangın Bombası” adıyla tekrar sahneye koydu. 2003 Mart’ında Amerikan askerleri, Bağdat'a ilerlerken, Irak-Kuveyt sınırındaki Safvan Tepesine geldiler. Burada Irak Cumhuriyet Muhafızları'nın sıkı direnişiyle karşılaştılar. İki günlük çatışmanın ardından direniş kırılamayınca Katar'daki Amerikan üssünden kalkan savaş uçakları, Iraklı askerlerin üzerine Mk-77 Yangın Bombalarını attı. Pilotların anlattığına göre uçakların radarlarında yanan ve kaos içinde farklı yönlere kaçan Iraklılar görülüyordu. Etraf cehenneme dönmüştü. Irak'ta Nisan ayının başında da aynı sahne görüldü. Bu kez hedef Bağdat'ın 70 kilometre güneyindeki Saddam Kanalı ile Dicle Nehri arasındaki Iraklı askerlerdi. II. Körfez Savaşında tam 500 adet Mk-77 kullanıldı. 

Bu bombaların atıldığı yerleri incelemeye giden ABD askerleri "Körfez Sendromu" denilen hastalığa yakalandı. Dönemin başkanı George Bush, bu yüzden çok eleştirilmişti. 

Global Security adlı araştırma grubundan uzman John Pike, Mk-77 için “Adını başka koyabilirsiniz ama bu napalmdır.” diyor. Kısa adı Mk-77 olan Mark-77 Yangın Bombaları napalm bombasının daha geliştirilmiş modeliydi. Bomba düştüğü yerde büyük bir yangına neden oluyor. Bombanın içindeki jeller ise 1 kilometrelik alana yanarak dağılıyor. Yangın böylece yayılıyor. Yarattığı 2000 °C’nin üzerindeki sıcaklıkla ağır yanıklara hatta canlıların yanıp kömürleşmesine neden oluyor. Bombanın yakıcı etkisinin ulaşamadığı yeraltı sığınaklar ya da ulaşılması zor mevzilerde ortamdaki oksijeni emmesiyle buralara sığınmış insanların boğularak ölmesine neden oluyor. 

ABD'li bir yetkili, “Tüm ABD’li generaller napalmı sever. Onun gücünden hoşlanırlar.” açıklaması ile bir doktoru “Bomba, vücutta öyle yanıklara neden oluyor ki şu anki tıbbın bu yanıkları tedavi etmesine imkân yok.” sözleri bombanın etkisinin adeta kanıtı.

Seyreltilmiş Uranyum 

ABD bozgunculuğuna en güzel örneklerden biride seyreltilmiş/zayıflatılmış uranyum içeren bomba ve mermilerdir.

Nükleer gücün cazibesinden kurtulamayan bozguncu ABD yöneticileri ve generallerin talebini karşılamak için bilim adamları; nükleer silahların yasaklılığı ve dünya kamuoyunda yaratacağı tepkiyi dikkate alarak seyreltilmiş uranyumlu mühimmatları icat ettiler.

“Seyreltilmiş uranyumlu mühimmatlar” aslında nükleer atıklardan oluşan nükleer silahlardır. 

Seyreltilmiş uranyum (depleteduranium) kısaca DU denilen şey aslında uranyum saflaştırma çalışmasında atık olarak ortaya çıkan U238 izotopudur. U235 izotopu nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanılırken uzun yıllar istenmeyen ve bir işe yaramayan yarı atık olarak stoklanmak zorunda kalınmıştı. Her 2-5 kg U235 izotopu elde edilirken 95-98 kg U238 izotopu uranyumdan ayırmak gerekiyor. Ta ki Rus tanklarının üzerindeki pul gibi zırhlarını NATO mühimmatının delmediğini görene kadar. Bu zırhın U238 izotopu ile zenginleştirilmiş yüzeyi olduğu görülünce U238 izotopulu plakayı U238 izotopulu mermi ile delme fikri öne çıktı. Seyreltilmiş uranyum, son derece yoğun ve sert bir madde olduğundan, zırh ve beton sığınak delici olarak tercih ediliyor. Seyreltilmiş uranyum ihtiva eden mühimmatların delici tesirlerinin yanında hedefe saplandığında patlayıp yüksek bir ateş ve alev meydana getirmektedirler. Seyreltilmiş uranyum tercih edilmesinin nedenlerinden biride ucuz bir silah olmasıdır.

Ancak bir sorunu vardı.Seyreltilmiş uranyumlu mermi ve bombalardan sürtünmeden ve patlamadan dolayı ortaya çıkan atomize uranyum tozları şiddetli toksik içeren maddedir. Bu teçhizat kullanıldığında görüldü ki bu toz problemi sadece hedefte değil, kullanan araçlarda da kirliliğe neden oluyor. Hatta hedefin imha edilmesi sırasında ortaya çıkan tozların etrafa rüzgârla yayılması sorunu yok edilemedi. Ama bir atışta iki tankı delip geçtiğini görmek, savaşın bedeli olarak görüldü. Bu imkândan/avantajdan vazgeçmek zor geldi. Ama en büyük şok, bu yolla kirlenen teçhizatın temizlenememesi olmuştu.

Seyreltilmiş uranyumlu mühimmatlar ilk kez Bosna ve Kosova savaşlarında gündeme geldi. NATO uçakları 1994’te Bosna’ya, 1995’te Kosova’ya 10 binden fazla uranyum kaplı bomba attı. Bosna ve Kosova savaşında NATO güçleri tarafından seyreltilmiş uranyumlu mühimmatların kullanıldığı ancak bölgeye gönderilen ve daha sonra ülkelerine dönen NATO askerlerinde sıkça kansere rastlanması ve radyasyona bağlı rahatsızlıkların ortaya çıkmasıyla gündeme geldi. 40’tan fazla İngiliz, İtalyan, Portekizli ve Fransız barış gücü askeri, bu bölgelerde görev yaptıktan sonra kan kanserine yakalandı. 18 asker öldü. BM ise Kosova Savaşı sırasında 1999'da NATO silahlarıyla vurulan bölgelerden ziyaret edilen 11'inin 8'inde radyasyon izi saptandığını bildirdi. Avrupa ülkelerinde başlayan “Balkan Sendromu” tartışmaları gündemdeki yerini koruyor.

ABD sadece I. Körfez Savaşında 320 ton seyreltilmiş uranyum ihtiva eden mühimmat kullandı. II.Körfez Savaşında ise I. Körfez Savaşında kullanılan miktarın 2 ila 6 katı seyreltilmiş uranyum ihtiva eden mühimmat kullanıldığı tahmin ediliyor.

Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre Felluce; Hiroşima ve Nagasaki’de olduğundan daha yüksek kanser, lösemi ve bebek ölümü oranına sahip. Bu rapor, Felluce’de genç kadınların, tahayyül edilemeyecek acayiplikteki sakat doğumlarda görülen artış dolayısıyla çocuk sahibi olmaktan son derece korktuklarını bildiriyor. Dahası, Felluce’de genç çocuklar da şimdi farklı kanser türleri ve lösemiden muzdaripler. Lösemi vakalarında 38 kat artış, kadınlarda göğüs kanserinde 10 kat artış, yetişkinlerde lenfoma ve beyin tümöründe de önemli miktarda artış var.

Seyreltilmiş uranyum içeren mühimmatın patlamasıyla birlikte oksidize olmuş uranyum havaya karışıyor. Uranyum oksit zerrecikleri o sırada çevrede olanlar tarafından solundukları gibi, 40-50 kilometrelik bir alana yayılabiliyor, havada uzun süre asılı kalabiliyorlar. Mühimmatın isabet ettiği yerlerde ve çevresinde kalan uranyum, çevreye radyoaktivite yaymaya milyarlarca yıl devam ediyor zira uranyumun yarı ömrü 4,5 milyar yıl! Yani doğada 4,5 milyar yıla kadar etkisi tükenmiyor ve temizlenmiyor. Suya ve besin zincirine karışması bu etkiyi yaygınlaştırıyor. 

Uranyum oksit solumak ölüm solumaya eşit. 

Seyreltilmiş uranyumun kullanıldığı Irak’ta hayvanlar ve bitkiler âlemi üzerinde olumsuz etkiler oldu. Çeşitli organları eksik olarak doğmuş veya mutasyona uğramış evcil hayvanlar doğdu ve bunların ömürleri kısa oldu. Otlar kurur ve sararırken, ağaçların çiçeklenmesi durdu. Göçmen kuşlar ve yırtıcı hayvanlar ortadan kaybolurken, yeni bir sivrisinek ve fare türü haşereler türediler ve çabuk çoğaldılar.

Seyreltilmiş uranyum içeren mühimmattan sadece düşman addedilenler etkilenmedi, savaşa katılan 700 bin ABD askerinin yüzde 30’unda kronik rahatsızlıklar görüldü. Hafıza kaybı vakaları yüzde 32, baş ağrısı yüzde 27, nefes darlığı yüzde 16, deri rahatsızlıkları yüzde 13 ve kan kanseri vakaları yüzde 8 arttı. Güney Irak’ta akciğer ve kan kanseri vakalarında yüzde 370’lik artış görüldü. Tüm bu çarpıcı istatistikî verilere rağmen ABD resmî makamları “Körfez Savaşı Sendromunun” varlığını kabul etmedi ve ABD hâlâ seyreltilmiş uranyumlu mühimmatlar kullanmakta ısrar ediyor. 

İnsanların bizzat kendilerinin işledikleri yüzünden, karada ve denizde bozulma başladı. Allah, belki geri dönerler diye yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum, 41)

Japon bilim adamı Profesör K. Yagasaki’ye göre “ABD’nin, 1991 yılından beri Bosna, Kosova ve I. ve II. Körfez savaşlarında kullandığı seyreltilmiş uranyumlu mühimmat Nagasaki’ye atılan atom bombasının 400 bin katından fazla atomik eşdeğere sahip.”

Kitle İmhasında Konvansiyonel Silah Yalanı

Kitle imha silahı kategorisine girmeyip konvansiyonel silah kategorisine giren ancak kitle imha silahlarından aşağı kalmayan tahribatlar yapan silahlar var. Mesela ABD’nin son Afganistan’da kullandığı ve‘Bombaların Anası’ olarak lanse edilen 10 tonluk MOAB (GBU-43) 300 metreye varan yakıcı etkisinin yanı sıra aşırı yüksek ses ve yüksek parlaklığa sahip alevi sayesinde de psikolojik bir silah olarak değerlendiriliyor. Atıldığı noktanın etrafındaki 1,5 kilometrelik alanda sarsıntıya/depreme neden oluyor. Oluşturduğu şok dalgası yerin 150 metre altındaki tünellere etki edebiliyor. Kısacası düştüğü yerin üstünde ve altındaki büyük bir alanda canlı bırakmıyor. 

Kitle imha silahları ile kitle imha kapasitesine sahip konvansiyonel silahlar savunma amaçlı kullanılabilecek silahlar olmayıp tam tersi saldırı amaçlı hatta saldırının ötesinde kendine düşman olarak tanımladıkları toplumları/devletleri dize getirmeye/boyun eğdirmeye hatta yok etmeye yöneliktir. Dize getirilecek veya yok edilecek bir düşman bulamasalar ürettikleri silahları denemek için savaş çıkarabilirler. Hatta silah satabilmek için krizler ve savaşlar çıkarırlar. Bu müstekbirlere sorsan tüm bu silahları dünyaya barış ve adaleti getirmek için üretiyor ve kullanıyorlar.

İnsanlardan öylesi de vardır ki dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise fesadı sevmez.”(Bakara, 204-205) 

Ne zaman onlara‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’ denilse ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler.” (Bakara, 11)

Bırakın kitle imha silahları veya kitle imha kapasitesine sahip konvansiyonel silahları, hafif piyade tüfeğini geliştirirken ve bu tüfekte kullanacağı mermi tercihinde bile Batılı zihnin nasıl müfsid ve sadist olduğu, hiçbir kutsalının ve ahlaki değerinin olmadığı ortadadır.

II.Dünya Savaşı sonrası SSCB’de hafif piyade silahı olarak AK-47 (7.62mm x 39mm) silahının seri üretimine geçildi. Sovyet ordusunda onbaşı olan Mikhail Kalashnikov tarafından 1947’de tasarlanan ve Kalaşnikov ismiyle meşhur olan AK-47, aslında Nazi Almanya’sının II. Dünya Savaşı’nın sonlarında (1944) geliştirip ürettiği ve kullandığı Sturmgewehr 44 (STG 44) silahının bir taklidiydi. Bu silah üretilirken ucuz maliyeti, fazla eğitime ihtiyaç duymadan kullanılabilmesi, söküp takılması, temizlenmesi ve bakımının çok kolay olması ile Sibirya’dan Afrika’ya, çölden tropikal ormanlara kadar her türlü hava koşulunda ve kum, çamur, su her ortamda tutukluk yapmadan çalışma yeteneği esas alındı. 

Ayrıca bu silah, Ruslarda yaygın olarak hâkim olan psiko-sosyolojik öldürme dürtüsünün yanında Stalinci sosyalist dönemin diyalektik materyalist zihniyeti için önemli olan düşmanlarından/karşıtlarından olabildiğince fazla sayıda insan öldürmek için tasarlanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Kalaşnikov, 100 milyonu aşkın üretimi ile tarihe en fazla üretilen ve en fazla insan öldüren hafif piyade tüfeği olarak geçti. Halen öldürmeye devam ediyor.

ABD’de II. Dünya Savaşının sonlarına kadar temel piyade silahı olarak 1936 yılı yapımı, aynı zamanda dünyanın ilk yarı-otomatik tüfeği olan 30 kalibrelik (7.62mm x 51mm) M1 Garand kullanılıyordu. II. Dünya Savaşının sonlarına doğru bu silahın otomatik ve şarjörlü hale dönüştürülen ara modeli (M1 Carbine-7.62mm x 51mm) üretilmeye ve kullanılmaya başlandı. ABD hafif piyade tüfeği yarışında gerilerde kalmıştı. 1960 yılına geldiğinde uzun zamandır ABD ordusunun yeni hafif piyade tüfeğine ihtiyacı konuşuluyordu. 1960 yılında Colt firmasının ürettiği M16 silahı tasarlandı ve bu, ABD ordusunun temel hafif piyade silahı oldu. Bu silahın sıra dışı yanı hafif piyade tüfeklerinde alışık olunmayan 22 kalibre yani 5,56mm x 45mm mermi kullanmasıydı. 

ABD’de 22 kalibre genellikle yakın mesafe avlarda küçükbaş hayvan avlarında kullanılan daha doğrusu amatör avcı ve çocuk silahı mermisi olarak görülürdü. Bu nedenle bir piyade tüfeğinde 22 kalibrenin kullanılması çok tuhaf karşılandı.

M16’ya bu özelliği nedeniyle ordudan ve silah uzmanlarından çok eleştiriler geldi. Bu silahla askerlerimiz tavşan mı avlayacak gibi inceden alaya alanlar oldu. Eleştirilerin birleştiği nokta 22 kalibrenin öldürme kabiliyetinin zayıf olacağı, insanları öldürmekten çok yaralayacağı düşüncesiydi. O zamana kadar bir hafif piyade tüfeğinde aranan temel özellik öldürücü olmasıydı. Örneğin aynı segmentteki Kalaşnikov’un temel özelliği öldürücülüğü hatta kısa zamanda ve her koşulda mümkün olabildiğince daha fazla düşman öldürmesiydi. 

Neden Kalaşinkov gibi ya da diğer NATO’nun ülkelerinin kullandığı 30 kalibre değil de 22 kalibre?

Bu silahı tasarlayanların yeni silahta mermi olarak 22 kalibreyi seçme amacı çok manidardı. Evet, 30 kalibre mermi insanı öldürür, 22 kalibre mermi ise isabet ettiği insanı genellikle yaralar. Niçin düşmanın yaralanması tercih edilsin ki?

Yaralanan insan yaralandığı zaman hem muharebe dışı kalıyor hem de savaşanların moralini bozuyordu. Ayrıca ilk müdahale ve yaralının taşınması, hastaneye sevki için birçok asker onun için seferber oluyor, savaş dışı kalıyordu. 

Daha fazla yaralı, hastaneler ve sağlık kuruluşlarının yetersiz kalmasına neden olurdu. Yaralılara gereği gibi ilk müdahale yapılamaması, yaralıların tedavilerinin daha seri ve gereğince yapılamaması nedeniyle askerlerin cepheye dönüşleri gecikecekti. Bu gecikme nedeniyle muharip savaşçı sayısı azalacaktı. Ayrıca hastane ve benzeri sağlık kuruluşlarına aşırı yüklenmeler nedeniyle tedaviler gereği gibi yapılamadığından iyileşebilecek yaralanmalar ya sakatlıkla yada ölümle sonuçlanacaktı.

Yaralının ilk tedavi ve rehabilitasyon giderleri yanında eve dönen harp malullerinin hayatları boyunca sürecek tıbbî destek ihtiyacının maliyeti, malul kaldığında üretime katkı sağlamadan ölünceye kadar tüketici olarak kalacakları hesaba katıldığında bu, düşman güçlerine ciddi maddi zarar demekti. Devamlı olarak toplumun gözü önünde hep yaşanılan savaştaki mağlubiyeti hatırlatacak olan harp malulleri mağduriyetleriyle ve travmatik psikolojileriyle normal yaşam sürdüremeyeceklerdi ve sosyal olaylara sebep olacaklardı. İşte bu psiko-sosyolojik sonuçlarıyla da sosyal olayların devletlere maliyeti hesap ediliyordu. 

Evet, bir mermi tercihindeki nedenleri okuduğumuzda Batılı dünya görüşünün insan merkezli olmak yerine tam tersi faydacı bakışını görüyoruz. Ayrıca ne kadar sadist, acımasız olduğunu.

Faydacı bakışta karşındakini zayıflatmak için her yol meşru görülebiliyor. Bu bakışa sahip insanlar menfaatleri için insanları bir ömür boyunca süründürmeyi normal karşılayabiliyor.

Sadece bir mermi tercihinde bile Batılı dünya görüşü Rabbimizin; “Bir zaman Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Melekler dediler ki: Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” (Bakara, 30) ayetini nasılda iliklerimize kadar hissettiriyor.

Konvansiyel mi Nükleer mi?

“Bilim ve Teknoloji Kendisini Üreten İnsanların Dünya Görüşünden Azade mi?” başlıklı bu yazımız için şu sorulabilir: Silah teknolojileri, genel anlamıyla bilim ve teknoloji, silah teknolojisine indirgenebilir mi?

Yazımızda teknoloji bağlamında silah teknolojilerine odaklanılmasının birkaç nedeni var:

Birinci neden, bilim/teknoloji gelişmişlik yarışında genellikle ileri silah teknolojilerini tasarlamak, üretmek ve sahip olmak esas alınıyor.

İkinci neden, insan doğasını yansıtması anlamında silahın iyi bir gösterge olmasıdır. Batı’nın ürettiği bilim ve teknolojisinin arka planını oluşturan dünya görüşünü en iyi anlayabileceğimiz alan, ürettikleri silah teknolojileri olsa gerek.

Üçüncü neden, çok tuhaf bir durum ama genellikle mevcut teknolojiler hep silah teknolojileri olarak geliştirilip daha sonra bu teknoloji sivil alanlara uyarlanmaktadır. Örneğin önce atom bombası olarak geliştirilen nükleer teknolojinin daha sonra enerji üretmede, tıbbi alanlarda kullanılması gibi. Yine ilk savaş uçaklarında kullanılan jet motoru teknolojisinin daha sonra sivil taşıma amaçlı kullanılması gibi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu bize şunu gösteriyor ki Batılı aklın ürettiği bilim-teknoloji bile yok etmek, ötekileştirdiklerini köleleştirmek ve sömürmek için ürettiği silahların bir devamı niteliğindedir.

Resulullah’ın on senelik devlet başkanlığı süresince 100’e yakın gazve ve seriyeye çıkılmıştır. Ancak çıkılan 27 gazveden sadece 9’unda savaş yapılmış,18 gazvede ise herhangi bir çatışma yaşanmamıştır. Bu dönemde tertip edilen 100’e yakın gazve ve seriyelerde öldürülen düşman sayısı 250, şehit düşen Müslüman sayısı ise yaklaşık olarak 150 civarındadır. Bu on yıllık dönemde 3 milyon km² (Türkiye’nin dört katına yakın) bir alan Müslümanların idaresine tabi hale gelmiştir. Bu, Kur’an’ın rehberliğinde bize “usvetunhasene” (en güzel örnek)olan Resullullah’ın savaşsız çözümü benimsediğinin ve savaş kaçınılmaz olduğunda ise insan kaybını asgariye düşürmek için çabaladığının işaretidir.

Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 208) 

Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.”(Enfâl, 61)

Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin!' demeyin...” (Nisâ, 94)

Savaşı değil de barışı esas alan, kendisine saldırılmadıkça (ya da potansiyel saldırı tehdidi yoksa) savaşı meşru görmeyen, savaşta din adamları, kadınlar, çocuklar, muharip olmayan erkekler, işçiler ve çiftçilerin öldürülmesini, hayvanlara ve ağaçlara zarar vermeyi caiz görmeyen Müslümanlar; topluca öldürme kabiliyetine haiz kitle imha silahları ya da insanları bir ömür malul bırakacak silah teknolojisini tasarlayabilir mi? Kısacası Müslüman, inanç dünyasında kerih gördüğü bir şeyi tasarlayabilir mi, üretebilir mi? 

Bazı fakihlerimiz nükleer silah gibi kitle imha silahlarının zorunlu olunduğunda özellikle de caydırıcı amaçla üretilebileceğini savunmaktalar. Bu görüşte olanlardan Hayrettin Karaman, 16 Mart 2017 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde “Bir zamanlar askeri güç oklar ve atlar imiş, şimdi ise başta nükleer olmak üzere çağın bilim ve teknolojisi ile icat edilmiş etkili silahlardır ve bunların kullanılmasını sağlayan araçlardır. Hiç vakit kaybetmeden ve Batı'nın sözüne ve engellemesine kulak asmadan bu silahları satın almaya değil, icat etmeye bakmamız gerekiyor. İcat edelim, dengeleyelim, ama zaruret olmadıkça kitle imha silahlarını kullanmayalım; kullanmamanın yolu da düşmanda olana veya daha güçlüsüne sahip olmaktır.” demektedir. 

Hayrettin Karaman’ın “oklar ve atlarla” nükleer silahları kıyaslaması işlevsel açıdan pek uygun düşmüyor; belki mancınıklarla ateş toplarının atılmasını kıyaslasaydı daha yakın kıyas olurdu. Resulullah’ın, Hayber’de ganimet aldıkları mancınığı kullandıkları vakii. Ayrıca Taif kuşatmasında Selman-ı Farisi’ye yaptırdığı mancınığı kullandırdığını biliyoruz. Resulullah gerek Hayber’de gerekse Taif’te mancınıkları kale duvarlarını yıkarak kuşatmayı kırmak için kullanmış, kuşatma altındaki halka karşı kullanmamıştır. Hele hele mancınıklarla ateş topu hiç atmamıştır. Hayrettin Karaman’ın bahsettiği “oklar ve atlar” daha çok konvansiyonel silahlardan tüfek ve zırhlı araçlara karşılık geliyor. 

Karaman hocamıza hatırlatmak gerekir ki kitle imha silahı olan nükleer silahlar, çok sayıda insanı (sivil-asker ayırmadan) çok ıstırap vererek öldürmekte, yaralı kurtulanları ömür boyu süründürmekte hatta doğumla ve çevredeki kalıcı etkisiyle gelecek nesillere sirayet etmekte, genetik mutasyonlara neden olmakta ve kentleri harabeye çevirerek yaşanmaz hale getirmekte, etkisi yıllarca geçmeyecek şekilde doğayı kirletmektedir. Tüm bu özellikleri nedeniyle caydırıcı amaçla bile olsa kitle imha silahlarının geliştirilmesi fikri hem tehlikeli hem de ahlaki açıdan savunulamaz. Ayrıca diğer canlılarla ortak kullandığımız bu dünyanın gelecek nesillere devretmek için bize emanet olduğu gerçeği bir başka önemli husustur. 

Resullullah(s) savaşa bile ayrı bir anlam kazandırmış ve insanlar ölmeden, mamur beldeler harap olmadan savaşın yapılabileceğini göstermiştir. Onun katıldığı savaşlar adaleti temin için yapılan savaşlardır. Kısacası, onun savaş pratiği, kitle imha silahlarına sahip olmayı reddetmemiz için oldukça açık ve öğreticidir. 

Bu konuda zihin karıştıran en temel nedenlerden birisi de hadis olarak bilinen “Düşmanınızın silahı ile silahlanın.” sözüdür. Kendimi bildim bileli çok sıklıkla duyduğum ve okuduğum bu söz ne Kütüb-i Sitte’de ne de diğer meşhur hadis mecmualarında bulunmaktadır. Yani bu söz sahih ve ciddi bir kaynağa dayanmamaktadır. Ne yazık ki bu meşhur söz yıllarca İslami metot ve yöntem çalışmalarında delil olarak sunulmuştur.

Şu unutulmamalıdır ki Müslümanlar her hal ve ahvalde pragmatist olmazlar,olamazlar. Müslümanların İslam savaş hukukuna riayet etmek gibi bir sorumlulukları bulunmaktadır. Bu durum Müslümanların koruması gereken sınırlarla alakalıdır.

“Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara,190)

Hülasa Müslümanların geliştirip üretebileceği bilim-teknoloji insanlığın yararına olmalı, insanlığın ihtiyaçlarını israfa etmemeli, diğer insanlara, gelecek nesillere, hayvanata ve doğaya zarar vermemelidir.

Rahmetli Mehmet Âkif, mısralarında “tek dişi kalmış” dediği Batı medeniyeti karşısında, sanatın ve ilmin evrensel olduğu tespiti ile onların bilim ve teknolojisini alarak karşı durabileceğimizi belirtir:

“Alınız ilmini garbın alınız san'atını;

Veriniz hem de mesainize son süratini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san'atın ilmin; yalnız...”

Ama öbür tarafta ilkeler vardır, taklitçilik kör bağımlılığı getirir:

“Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek millet,

Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.”

Kuşatılmışlık içinde zincirleri kırma gayretimiz ister istemez içinde başka bir ümran veya hadaretin teknolojik icatlarını taklit etmeyi zorunlu kılıyor. Ancak Batı medeniyetinin ürettiği teknolojik ürünlerin ne kadarı yalın, ne kadarı hududullahı çiğneyen Batılı paradigmaya iltisaklıdır, zulüm ve şirk barındırır? Bu konuda çözüm için Akif’i çelişkiye düşüren husus da bu sorularda saklıdır.

H. Karaman Hocamız bir cevap üretmeye çalışmış. Ama üretilen cevabın “zaruriyat” bahsine girip girmediği önemli. Öyle olsa bile konu hakkında hüküm delil ve vakıa temelli ciddi müzakerelere dayanacak bir “şura içtihadı” ihtiyacını gerekli kılmıyor mu?

Kuşatılmışlığımız bir vakıa ve güce ihtiyacımız kaçınılmaz.

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız…” (Enfal, 60)

Ayetteki işaretin karşılığı konvansiyonel silah gücü mü yoksa şeytan işi kitle imha silahları ve nükleer silahlar mı? Konvansiyonel silahlarda da amaç düşmanı saf dışı etmek mi yoksa bir ömür ıstıraba duçar etmek mi?

Güce ihtiyacımız kesin ve yerine getirmeliyiz ama Rabbimizin ilkeleri de kesin:

Onlar öyle kimseler ki eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.” (Hac, 41)

Onlar, ne ticaret ne bir (başka) kazanç kapısının Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetle döndüğü bir günden korkarlar.” (Nur, 37)

İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (Enam, 82)

Modern bilim ve teknolojinin önemli bir kısmının, onları üreten insanların dünya görüşünden ve kültüründen azade olmadığını, her an bir imtihan konumuz olarak önemle gündemde tutmalıyız. Özgürleşmemiz şeytanlaşma yoluna özenmemelidir.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı