Bilim ve Sanat Vakfı’na Reva Görülen Muamele Ne Vakıf Kültürü Ne de Vefa Duygusuyla Bağdaşır

Yazısında Bilim ve Sanat Vakfı’na reva görülen muamele biçimini eleştiren Yıldıray Oğur, aynı zamanda hukuk ve adaletten kopuk olan bu uygulamanın ne vakıf kültürü ne de vefa duygusuyla bağdaşmayacağını vurguluyor.

Yıldıray Oğur’un Karar’da yayımlanan konuyla alakalı yazısı (22 Ocak 2020) şöyle:

Meğer Vefa Bir Semt Adı Bile Değilmiş

Eski Başbakan ve yeni Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile Ahmet Taşgetiren ve Elif Çakır’la birlikte Levent’teki ofisinde yaptığımız röportajın ilk bölümü dün yayınlandı.

Bugün de dış politika ile ilgili sorularımıza verdiği cevapların olduğu ikinci bölüm yayınlanıyor.

Bir kısmı off the record olmak üzere beş saatlik çok uzun bir röportajdı.

Bir süredir yaptığımız bu derin mülakat tarzı konuşmalarda konuştuğumuz isimleri süreyle kısıtlamak istemiyoruz, röportajların tam metinlerini de internet sitesine koyuyoruz.

Ama bu kez internet için bile fazlasıyla uzun bir metin ortaya çıkmıştı. Kısaltmak zorunda kaldık.

Halbuki kısalttığımız kısımlarında da önemli, ilginç ayrıntılar vardı.

Fakat dün yaşanan bir gelişme, keşke şu kısmını da yayınlasaydık dedirtti;

“Ufuk Uras bey bir sohbetimiz olmuştu. Ufuk Beyle 70'li yıllarda biz karşı kamplardaydık. 40-50 sene geçmiş oturup konuşuyoruz. Ufuk bey dedim siz ve ben 70'li yıllarda karşı kamplardaydık. Ve Türkiye'nin en iyi beyinleri bu kamplardaydı. Aynı hatayı yaptık, farklı ideolojilerde. Biz insanlara iyi bir İslami yada dini eğitim verirsek onları melekleştirebileceğimizi düşündük. Ve bu melekler ordusunun ülkeyi kurtaracağını, dünyaya düzen getireceğini. Siz de iyi bir Marksist eğitim verirsek sınıfsız bir topluma ülkeyi götürecek bir melekler ordusu çıkar diye düşündünüz. İkimizin de unuttuğu şey şuydu. İnsan doğasının mutlak melek ya da mutlak şeytan olamayacağı gerçeği. En melek gibi görünen insanın içinde bir şeytan gizlidir. En şeytan gibi görünen insanın içinde bir melek yaşamaya devam eder. Zamanla sizinkiler reklamcılığı bizimkiler de müteahhitliği öğrenince içlerindeki o kapitalist şeytan yüzü ortaya çıktı. Demek ki sadece kişilerin tek tek ahlaklı olmasına dayalı bir sistem kuramayız. Kişileri tek tek ahlaklı yapalım şu ve ya bu ahlaki zeminde. Ama esas olan iklimi korumak. O ahlakın yeşereceği iklimi korumak. Çölde gül ağacı yetiştiremezsiniz. O iklim bozuksa bir kişinin ahlaklı olması o iklimi kurtarmıyor. Ama o da yetmiyor. Üçüncüsü öyle kurallar öyle kurumlar oluşturalım ki bütün bu iklimi de aşıp yanlışa kalkanı hesaba çeksin, sorgulasın veya doğru işleri kurala koysun. Dolayısıyla üç aşamalı bir şey. Bireysel aşama, iklim yani sosyal aşama ve siyasal hukuki aşama.”

“Biz insanlara iyi bir İslami yada dini eğitim verirsek onları melekleştirebileceğimizi düşündük” özeleştirisini Davutoğlu’nun yapması önemliydi.

Çünkü Davutoğlu’nun, siyasete başdanışman olarak girmeden önce 1980’lerin ortasında hem bir akademisyen olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde hem de Boğaziçi’den birlikte mezun olduğu arkadaşları Mustafa Özel, Murat Ülker ile birlikte kurdukları Bilim ve Sanat Vakfı’nda uzun yıllar genç kuşakları yetiştiren bir entelektüel ve eğitimci kimliği vardı.

40 yıl önce bu genç entelektüellerin İstanbul Yusufpaşa’da mütevazi imkanlarla başlattıkları vakıf, kısa zamanda klasik bir muhafazakar vakıf olmanın sınırlarını aştı, Türkiye’de seküler kesimde de benzeri olmayan bir entelektüel merkeze dönüştü, vakıf kısa sürede “Vakıf” olarak anılmaya başlandı.

Hiç bilmeyenler ya da adını sadece Davutoğlu merkezli siyasi tartışmalarla içinde duyanlar için Bilim ve Sanat Vakfı derken; içinde her biri birer enstitü gibi çalışan dört araştırma merkezi bulunan, ikisi akademik dört derginin çıktığı (biri sinema dergisi), sürekli yenilenen, sağdan sola farklı isimlerin kitap koleksiyonlarının eklendiği çok iyi bir kütüphanesi olan, her kesimden iyi akademisyenlerin gelip tezlerini, kitaplarını anlattığı, öğrenciler ve katılmak isteyen herkes için düzenli seminer programlarının, okuma programlarının, film izleme programlarının her dönem devam ettiği ve bütün bunlar için kimsenin ne ücret aldığı ne de ücret ödediği gerçek bir vakıftan, bir entelektüel merkezden bahsediyoruz.

Sadece bir kaç haftalık vakıftaki araştırma merkezlerinin seminer başlıkları bile nasıl bir yer olduğunu anlatıyor:

“Gelibolu Mustafa Ali’nin Kayıp Farsça Divanı”

“Hafıza ve Mekan: Semiha Ayverdi’nin İbrahim Paşa Konağı”

“Yitik Zamanın bekçileri: 1980 Sonrası Toplumsal Değişim Bağlamında Yavuz Turgul Sineması”

“Fransız Banliyöleri ve Radikalleşme Üzerine Söylemler”

Benim gibi üniversiteyi Ankara’da okuyanlar için kıskançlıkla izlenen bir entelektüel havzaydı Bilim ve Sanat Vakfı.

Ama daha şanslı olanlar vardı.

Bu fikri ve kültürel ortam içinde 40 yıl boyunca insanlar yetişti, aralarından saygın akademisyenler, uzmanlar, son dönemde de siyasetçiler ve bürokratlar çıktı...

Ama maalesef anlaşılıyor ki, ahlak, akıl, erdem üzerine büyük sözler söyleyen, “Bizim medeniyetimiz”de adaleti görüp, Batı medeniyetinde barbarlıktan başka bir şey görmeyen, “Endülüs medeniyeti neden yıkıldı”, “İslam dünyası nasıl geri kaldı”, “bizde neden eleştirel düşünce gelişmedi”, otoriter rejimler Ortadoğu’nun kaderi mi” gibi büyük sorular üzerine yıllarca kafa yormuş, o vakıfta seminerler vermiş veya gelip seminerleri dinlemiş insanların bir kısmı için bütün bunlar entelektüel lakırdıdan başka bir şey değilmiş.

Öyle olmasaydı, bütün kariyerlerini o vakfa borçlu olanların, o vakıfta “Osmanlı’da adalet dairesi”, “vakıf kültürü” diye seminerlerde caka satmışların ve bila ücret yıllarca o vakıftan istifade etmişlerin de içinde olduğu bir iktidar, ülkenin 40 yıllık birikimi olan Bilim ve Sanat Vakfı’na dün kayyım atayamazdı.

Artık Bilim ve Sanat Vakfı’nda seminerlere kimlerin çağrılacağına, hangi konu başlıklarda eğitimler verileceğine, hangi kitapların basılacağına Vakıflar Müdürlüğü’nün üç memuru karar verecek.

Gerekçe Şehir Üniversitesi’nin kurucu vakfı olması. Karar, 2016’da darbeden sonra YÖK mevzuata sokulan, bütün vakıfların başında demoklesin kılıcı gibi sallanabilecek bir maddeye dayanıyor.

Yine çok sevdikleri o yazarın sözünü hatırlatmakta fayda var; kanuna uygun olabilir ama helal mi?

Hanefi Avcı, 2010’da hapse girmesine neden olan kitabına sorguladığı Simon kod adlı bir PKK’lının adını vermişti.

Çünkü Simon, kendi öz kızkardeşi hakkında bile “erkeklere baygın baygın bakmak” gibi bir suçtan idam cezası kararı vermiş, ideolojisi ve örgütü için gözünü karartabilecek, gerçekle ve vicdanla ilişkisini koparmış biriydi.

Gençlikleri Bilim ve Sanat Vakfı’nın Vefa’daki merkezinde geçmiş bazıları da bugün aynı derecede gözlerini karartmış, içinden yetiştikleri ve hiçbir siyasi amacı olmadığını bildikleri 40 yıllık bir hazinenin kayyım ellerinde harcanmasını uzaktan, soğukkanlılıkla izleyen Simonlara dönmüş durumdalar.

Türkiye’nin siyasi, hukuki pek çok derin sorunu olabilir ama insanın canını en çok sıkan çareleri olan o siyasi, hukuki meseleler değil. İnsanın ümidini esas kıran, gözünü korkutan her gün karşımıza yeni bir örneği çıkan şahsiyet ve ahlak sorunları.

Bu şahsiyet ve ahlak krizinin son kurbanı 40 yıldır bu akıntıya karşı kürek çeken, kapısından girenlere ahlak ve erdem tavsiye eden Vefa’daki Bilim ve Sanat Vakfı oldu.

Meğerse ahlak ve erdem kitabi bir bilgiden ibaret değilmiş. “Bizim medeniyetimizi” bilmek otomatikman ahlaka, tarih, din, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler literatürüne hakim olmak da şahsiyete dönüşmüyormuş.

Meğerse Vefa bir semt adı bile değilmiş…

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye