Bilgiyi hikmetle buluşturmak zorundayız!

SİNAN ÖN

İnsan son nefesini verince ölür elbette ama insan sadece nefes alıp veren bir varlık değildir. İnsan sorumluluğunu unutunca, öğrenmeyi bırakınca da ölür. Dolayısıyla Müslümanlar için emeklilik söz konusu değildir. “Arkadaşlar yaşım doldu, benden bu kadar” diyen bir peygamber örnekliği yoktur. Hayat devam ettiği sürece, canımız sağ olduğu müddetçe çalışmaya ve öğrenmeye devam edeceğiz.

Kendimiz ve ailemizden başlayarak, dünyada iyiliği yaygınlaştırmak adına öğrenmeye; anlamak ve anlamlandırmak için çalışmaya; yarınlarla alakalı öngörüler inşa etmeye mecburuz. Çünkü hikmetle yoğrulmamış bilgi, dünyaya zulüm yaymaya devam ediyor.   

Cambridge Sözlüğü 2024 yılının kavramı olarak “Halüsinasyon” kelimesini seçmiş. Bu seçimi ilgi çekici kılan şey ise, bir ruh sağlığı bozukluğuna işaret eden kavramın insanlar için değil, yapay zekâya atıfla kullanılması. Bu durum; yapay zekâ hakkında nasıl düşünüldüğünü ve nasıl insanlaştırıldığını gösteren bir gelişme. Kavram, “Yapay zekâ’nın gerçeklikten kopukluk yaşadığına” işaret ediyor.

Yanlış ve yanıltıcı bilgi; söylenti, propaganda ve yalan haberlerle hayatımızın uzun zamandır içinde. Bundan, 2023 başlarından itibaren hayatımızda yaygınlaşmaya başlayan yapay zekâ da nasibini almış gözüküyor. Bir yıl öncesine kadar, yapay zekâ programları sadece profesyonellerin bilgisayarlarında yer alırken artık ev kadınlarının bile kullandığı sistemler haline geldi.

Doğru olmayan ama kulağa hoş gelen bilgiler, birdenbire geniş kitlelerin tüketimine sunuldu. “Yapay zekâ sohbet robotları” ile konuşmak birçokları için eğlenceye dönüştü. Sorularımıza cevaplar alıyoruz ancak sorun şu ki, bu bilgilerin doğru olduğunu varsayıyoruz. Oysa yapay zekâ, algoritmalarına yanlış veri yüklenmiş olabileceğini hesaba katmıyoruz. Birçok yapay zekâ uygulaması, kendisi için mantıklı ama gerçek olmayan sonuçlara varabiliyor. Yani Halüsinasyonlar görebiliyor. Yapılan bir araştırmaya göre; bir yapay zekâ uygulamasının kendisine verilen materyallerde gördüğü Halüsinasyon oranı, %27’nin üzerinde. Bu korkunç bir oran çünkü %3 bile çok kötü sonuçlara yol açabilir. İnsan hayatını ilgilendiren bir dava, bir hastalığın teşhisi, bir üniversite öğrencisinin bitirme tezi… “Bir avukat, yapay zekâ kullanarak hazırladığı dosyada, mahkemeye hayali vakalar sundu!” haberini okuduk yakınlarda.

Olgu üzerinde düşünmemiz gereken bir diğer sorun ise, insanlarda yarattığı zihin tembelliği. İnsanlar artık okumadan, araştırmadan, düşünmeden ve üretmeden kazanmak istiyor. Müslümanlar işlerini yaparken önlerine konulan hazır işleri sorgulamalı, incelemeli ve “Daha iyi bir hale nasıl getirebilirim” diye uğraşmalı. Eğer biz işimiz konusunda fark oluşturamazsak, fark oluşturanlara mahkûm kalacağız!

Cahit Arf, 1958-59 akademik yılının açılış konuşmasında Erzurum’da şu ifadeleri kullanıyor: “Garp ilim ve tekniğinin meydana getirdiği işlerin esasını anlamak için şuur altımızda Garplıda mevcut olduğunu tevehhüm ettiğimiz şeytani zekâya ihtiyaç yoktur.” Bahsi geçen konuşmanın ana teması, “Makineler düşünebilir mi?” önermesi üzerine kurulu ve Arf, 65 yıl öncesinden yapay zekâ olgusunu tartışıyor.1 Müthiş bir öngörü örneği ancak anlattıklarını ütopya olarak dinleyenlerin azınlıkta olmadığını tahmin etmek zor değil.

Benzer bir örnek; ilk radyo vericisini yapan Marconi’ye ait. Marconi, İngiltere’de bir davete katılır. Orada bulunan bir kadın “Telsiz telgraf muhaberesi nasıl yapılır?”diye sorar. Marconi; bir havuzun kenarından atılan taşın oluşturduğu dalganın yayılarak, havuzun diğer ucunda hissedilebileceğini ve bu fasılalarla havuza atılan taşlarla havuzun diğer ucuna işaretler gönderilebileceğini söyler. Fakat acele eden kadın, “ha anladım” diyerek ahbaplarına telsiz telgrafı şöyle anlatır: İngiltere ile ABD arasında telsiz telgrafla görüşmek için Atlantik’e İngiliz sahillerinden taşlar atılır ve oluşan dalgalar New York’ta kaydedilir. Sonra bunlar yapılan bir anlaşmaya göre kelimeler olarak manalandırılır.

Bu örneklerin gösterdiği önemli bir hakikat var. Hakikaten anlamak için acele etmemek gerekiyor. İngiliz bayan sabırla dinlese muhtemelen Marconi sözlerine: “Havuzun eter denilen boşluk havuzu, taşların da antenden bu boşluğa atılan elektrik darbeleri” olduğunu söyleyerek devam edecekti. Bu yüzden bilmemekten ziyade anlamamaktan acı duymak ve samimi olarak anlamaya çalışmak; hiçbir şeyi anlamadan kabul edememek, yapamamak, anlamadan öğrenemeyeceğimizi görmek gerekiyor.  

MEB’in “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” olarak nitelendirdiği yeni müfredatı tartışmaya açtığı şu günlerde; öncelikle okullarımızda hala mevcut olan “Anlamadan belleme” sorununu çözmemiz lazım. Çünkü yeni ve karışık görülen hâdiseleri tahlil etme melekelerine sahip nesillere ihtiyacımız var.

Üniversitelerimiz tekrar bilim yuvasına dönüşmeli, bilginlerin ve bilginin merkezi olmalıdır. İlim, âlemde var olan şeylere ait olan bilgidir ve ilim sahipsiz bir bilgi değildir. İlmin sahibi Allah’tır çünkü Allah el-Âlim’dir. El-Âlim’den bilgi akar, âlimler bu bilgiyi toplarlar. Varlıkta, âlemde bir var eden varsa, bu var edenin de bilinmesi gerekir. İşte bu irtibat kurulmazsa bu ilim değil malumat olur. İlim, Allah ile kurulan bağ; Âlim, bu bağı kurandır. Kâinata boşuna “Âlem” denilmemiştir.

İslam’da bilgi ile iman doğru orantılıdır. Kur’an: “İyi biliniz ki Allah’tan başka ilah yoktur” der. İman ediniz değil, biliniz der. Dolayısıyla bilmiyorsanız inanıyor sayılmazsınız.

Buna mukabil Müslümanlar bilgi nimetini yitirdiği günden beri, “Dünyanın büyüsü bozuldu.” Batı’da ilim var, güç var ama ahlaksızca var. Bunu hep gördük, Gazze’de daha net görüyoruz. Ahlak yoksa ilim felakete dönüşüyor. Batı’nın silahları; dünyayı yok edecek, varlığı sonlandıracak, insanlığı bitirecek büyüklükte. Hiroşima’da, “Duvarda ısıdan buharlaşmış insan figürleri” bunun kanıtı.

Dolayısıyla bilime de bir mürşit lazım, ahlak. İnsanın mürşidi ilim, ilmin mürşidi ahlak, ahlakın mürşidi ise Allah’tır. Bu yüzden Allah olmadan ahlak da, ilim de, insan da olmaz.  

Allah insanlara dört kitap hediye etmiştir. Tenzili kitap Kur’an, tekvini kitap tabiat, olaylar kitabı ve insan kitabı. İlim yapmak isteyen bu dört kitabı birlikte okumalıdır. Kur’an yaratılmış her şeye “Ayet” der. Kur’an ayetini inceleyen de, hücreyi inceleyen de ilim adamıdır ancak bu ayetleri birlikte okuyan kimse âlimdir.

Böyle bir âlim olmak yerine, modern bilimin tüketicisi olduk. “Ben teknolojiyi çok iyi kullanıyorum, en son çıkan telefonlar, en son çıkan bilgisayarlar ne varsa ben onu aynı gün alırım” diyen mühendisimiz neyin gururunu yaşıyor?

Oysa “Niye onu biz üretmiyoruz?” sorusunun yakıcı acısını yaşamamız gerekiyor. Allah’ın tekvini yani doğa ayetlerini doğru okumuyoruz. Bir fosil kalıntısını okumakla, Kur’an’da yaratılış ayetlerini okumak arasında fark yok. İkisi de bilim, ikisi de ayet. Allah’ın münzel ayetleri indi ve anlaşılmayı bekliyor ama kevni ayetleri inmeye devam ediyor. İşte bu ayetleri bizim keşfetmemiz gerekiyor. Kalpte atan ayeti, mağara duvarında yazan ayeti, çiçeğin poleninde saklanan ayeti ve her tanıştığımız insan ayetini keşfetmemiz gerekiyor. Kıymetli öğretmenler, size emanet edilmiş her bir öğrenci, size nazil olmuş yeni bir ayettir. Onu iyice okuyun, anlayın, tefsir edin. Ama kesinlikle israf etmeyin, çünkü o bir nimet ve emanettir. Ve her emanet gibi ondan hesaba çekileceğiz.

Müslümanlar için bilgi hikmettir, Batı için kuvvet. Onlar bilgiyi, mazlumları katledebilme kuvvetine dönüştürüyorlar. Oysa bizim için her Âdem bir âlemdir. Ama onlar için ölen binlerce kişi istatistik bir veri, bir rakam...

Aramızdaki fark çok net; saati biz bulduk saatli bombayı Batı. Mikrobu biz keşfettik, biyolojik silahı Batı. Hep tartışıla gelir: “Müslümanlar atom bombası yapmalı mıdır?” Hayır, yapmamalıdır çünkü Müslümanlar insanları toplu ölüme sürükleyemez. “Bir geminin içerisinde bin kişi varsa, 999’u mücrim bir tanesi iyi ise, o gemiye batıramazsınız.” İşte bu hikmet sebebiyle bilgiyi biz bulmalıyız ve insanlık hayrına kullanmalıyız.

Âlim; şuur, irade ve bir duruş üretendir. Âlim; sınırı olan, çizgisi olandır. Âlim; iz bırakan, izlenendir. Bugün bilgiyi taşıyan kendisini âlim zannediyor. Oysa telefonlar da bilgiyi taşıyor ve hatta insandan daha iyi naklediyor. Taklit eden âlim olur mu? Allah’ın yarattığı her şey orijinaldir. Her bir varlığın kimliği vardır. Müslüman âlimlere de kimlikli olmak yaraşır. Âlim elde eder, üretir ve iletir. Onun için âlimin uykusu abidin ibadeti ile kıyaslanıyor; bir saatlik tefekkürü, bin ömürlük nafile ibadetten daha üstün sayılıyor.

O zaman gelin biraz tefekkür edelim. Hz. Süleyman; cinlerden ve insanlardan oluşan ordusuna: “Bana bu Sebe melikesinin tahtını biri getirsin.” “Kendisine vahiyden ve ‘kitaptan bilgi verilen’ birisi dedi ki: Ben göz açıp kapayıncaya kadar getiririm.” Ve tahtı getirir. Biri Yemen’de, diğeri Şam’da. Şimdi biz bunu bir mucize olarak görüp üzerinde düşünmeyecek miyiz? Oysa ayette: “Kendisine kitaptan bilgi verilen birisi!” deniliyor. Yani bu bir bilgi ve bizler bu bilgiye talip olmak zorundayız. Tahtı getiren adam, hangi kitabı okudu da tahtı getirdi? Besbelli ki, Allah’ın kevni ayetlerini barındıran kitabını.  

Firavun’un sihirbazları iplerini atıp yılana dönüşünce, Hz. Musa korkuyor. Allah: “Sen de asanı at!” diyor. Asasını atıyor, o diğer bütün sihirbazların iplerini yiyor. Hadi sihirbazlar büyü ve sihir yapıyor; Hz. Musa’nınki ne? Büyü ya da sihir değil, öyle olmadığını bildikleri için sihirbazlar ölümü göze alarak Hz. Musa’nın rabbine iman ediyorlar. Bu kıssada da kolaycılığa kaçıyor, “Mucize” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Oysa mucize; eşyanın üç, dört, beş adet özelliğinden sadece birini anlayıp, diğer kısımlarını anlamadığımız durumdur. Yani, biz mucizeyi kavrayamadık; o değnek, o asa nasıl oldu da o yılanları yedi? Buradaki hikmeti çözecek anlayışa sahip olmamız lazım ama asa o kadar öne çıktı ki üzerinde düşünmeye bile gerek kalmadı.

Kur’an peygamber kıssaları ile bize sesleniyor. O kıssaları bizler yaşamayacaksak kıssalar niye var, biz niye varız? “Sen karada gemini yap, suların rabbi denizi ayağına getirir.” “Sen imanlı yaşamak için mağara kadar bir yer bul, Allah seni o mağarada 309 sene korur.” “Firavun’un eli anaların rahmine uzansa da Allah seni Firavun’un sarayında prens olarak yetiştirir. 

Bugün sadece bir teknoloji firması telefonun arkasındaki fotoğraf çekme özelliğini geliştirmek için 800 tane nitelikli mühendis istihdam ediyor. Teknolojik devrimler arka arkaya geliyor. Çok yakın zamana kadar hayatımızda kablosuz bağlantı yoktu. Bu gelişmelere mucize gözüyle mi bakacağız? Öyleyse bu mucizenin kaynağını nerede arayacağız?

Bu vicdansız ve kalpsiz dünyaya merhameti hatırlatacak; insanca yaşamayı, insanlığı öğretecek beyinlere ihtiyacımız var. Bunu kim yapacak? Bu kutlu göreve Müslümanlardan başka kim layık olabilir?

Bu hedeflere ulaşmak için vahyi hayatımıza indirmeli, insan olmanın sorumluluğunu hatırlamalı ve yüklenmeliyiz. “Nereden geldik, kimiz, nereye gidiyoruz?” bilmeliyiz. Öğrencilerimize kültürel kodlar vermeli, ciddi bir tarih bilinci oluşturmalıyız. Onları edebiyata ve şiire aşina kılmalı, sanatın kuşatıcı ve dönüştürücü etkisinden faydalanmalıyız. Çocuklarımıza kitap okumanın ekmek gibi su gibi temel bir ihtiyaç olduğunu aşılamalıyız. Unutmayalım ki üstünlük, takva bilinciyle kuşanmış sorumluluktadır ve ne kadar sorumluysak o kadar üstünüz demektir. Allah’a emanet olunuz…

  1. Konuşmanın çözümlenmiş kopyasına, https://mbkaya.com/hukuk/cahit-arf-makine-dusunebilir-mi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.