Kur’an, insan fıtratını mutlak olarak bilen, o fıtrata hitap eden yegâne kaynaktır. Ve bu fıtrat gereği insan önce yaratıcısıyla bir ilişki ağı geliştirir. Böylece Allah’a kul olmak göreviyle yaratılan insanın en önemli ilişki ağı Allah’la yani yaratıcısıyla olan ilişkisidir. Sosyal bir varlık olarak yaratılan insanın Allah’la, kendi cinsleriyle ve diğer yaratılanlarla olan ilişkisinin ise ancak vahiyle disipline edilmesi mümkündür. Çünkü vahiy insana ne istediğini, nasıl davranması gerektiğini bildirir ve bu istekler doğrultusunda takip edeceği bir yol haritası çizer.
Allah tarafından yaratılan ve yaratılış gayesini de Allah’a borçlu olan insan dünyaya birşey bilmeden gelir. Ancak bilgiyi elde etme kapasitesi onun fıtratına verilir. Ve insan yaşam boyunca kendisine lazım olacak bilgiyi sonradan öğrenir. Ve Kur’an’da bilgiye, eğitime ve sürekli gelişmeye ihtiyacı olan insana ilk çağrı “oku” emriyle karşılık bulur.
“Oku” emriyle başlayan bu çağrı, vahyin insanı sürekli eğitmesi ve Allah’ın kullarını terbiye etmesiyle devam eder. Ve insanoğluna “insan başıboş bırakıldığını mı sanıyor?” buyruğu gereği kıyamete kadar Rabbi tarafından eğitimli bir sınava tabi tutulduğu hatırlatılır. “Oku” emrinden hemen sonra zikredilen yazma eylemi ise; insanın her zaman bir arayış içinde olması gerektiğinin yanında İslam’da eğitime verilen öneme de işaret etmektedir.
Bu açıdan baktığımızda okumak aynı zamanda ibadi sorumluluğumuzdur. Çünkü okuyan insan bilmediğinin farkına varır. Bilmediğinin farkına varan insan ise; kendini geliştirme adına eylem ortaya koyar. Okuyan insan kendini ve yaşadığı toplumu iyi tanıyan ve iyi analiz eden insandır. Böyle bir kişi olgu ve olayları çabuk kavrar. Hayatı farklı açılardan değerlendirebilme kapasitesi gelişir ve zenginleşir.
Ne yazık ki Kur’an’ın ilk emri olan oku eylemi yaşadığımız toplumda belkide en az anlaşılan ve en az rağbet gören bir eylem. Yapılan araştırmalar sonucunda teknoloji ve sanal ortamdaki sosyal ağların da gücünün artmasıyla, neredeyse her geçen yıl okuma oranını giderek azaldığını görmekteyiz.
Son günlerde medyada azda olsa yer alan 23-27 Ekim tarihleri arasında Sirkeci Tren Garı’nda beş gün sürecek olan, 100’den fazla derginin de katılacağı “Türkiye Dergi Günleri” vesilesiyle yaşadığımız toplumda okumanın önemini ve kalitesini bir kez daha gündemde tutmak gerektiği kanaatindeyim.
Özellikle 2011 yılında yapılan araştırmalar sonucunda kitap, dergi ve benzeri kaynakları okuma açısından dünyadaki yerimizin pekte iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz.
Yapılan araştırmalara göre, 1970’li yıllarda Türkiye’deki kitapevi sayısı 40 binlerdeyken, 2010’lu yıllara geldiğimizde bu sayı 2 bin 5 yüzlere düşüyor. Bir kişinin yıllık kitap harcama masrafı 10 doları geçmiyor. Öğrencilerin yüzde 71’i hiç kitap okumuyor. Ve ihtiyaç maddeleri arasında kitap 235. sıralarda yer alıyor. Dünyada birçok ülkede bir yılda basılan kitap sayısına baktığımızda yaşadığımız ülkede kitap okuma oranının düşüklüğüne bir kez daha şahit oluyoruz. Amerika ve İngiltere’de bir yılda 72 bin kitap basılıyor. Almanya’da 65 bin kitap basılırken Fransa’da bu sayı 40 binlere yakın. Bir sene içinde Türkiye’de ancak 6 bin civarında kitap basılmaktadır.
Peki, toplum olarak niçin okumaya bu kadar uzağız? Tabiî ki bunun tek bir sebebi yok. Ama öncelikli sebepler arasında televizyon kültürünün yaygınlaşmasının ciddi etkisini söyleyebiliriz. Özellikle de şifahi kültüre alışmış bir toplum için televizyon önemli bir araç. Yine televizyonla beraber sağlıksız ve dengesiz bilgisayar, internet ve sosyal medya araçlarının kullanımı da okuma kültürünü olumsuz olarak etkilediğini belirtmek gerekiyor. Artık okullarda öğretmenlerin bile ödevleri bilgisayar destekli veriyor olmaları da küçük yaşta kazanılan okuma ve araştırma alışkanlığını zedelemekte ve kopyala yapıştır mantığını kazandırarak zihni düşünmeye, üretmeye kapatmaktadır.
Büyük bir ihtimaldir ki bir on yıl sonra okumayı hepten yitiren bir toplum haline geleceğiz. Her şeyin cepten halledilmeye başlandığı bu dönemlerde kitabı veya bir dergiyi elimize alarak okumak, sayfaları karıştırmak tarihe gömülecek gibi görünüyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki bir şeye dokunmakla onu uzaktan görmek arasında büyük farklar vardır. En basitinden sevdiğimiz ve özlediğimiz bir insanın sesini duymak ayrı bir duyguyken onu yanımızda görmek, ona dokunmak çok daha derin ve kalıcı bir duygudur.
Okuma eyleminin önündeki diğer bir engelimiz ise modern hayatın bize dayattığı içeriksiz yoğunluklardır. Tıka basa doldurduğumuz günlük hayatımızda ne yazık ki kitap okumaya ayıracak zamanımız yoktur.
Oysa Rabbimiz Zümer Suresi 9. ayetinde "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ve yine Rabbimiz Fatır Suresi 28. ayetinde “Allahtan en çok bilenler korkar.” şeklinde buyurarak okumanın, bilmenin insanlar arasındaki ayırt edici özelliğini vurgulamaktadır. Bu nedenle de özellikle zihinlerin irtifa kaybettiği böyle bir toplumda Rabbimizin emri olan okuma ibadetimizi yeniden canlandırmalı ve Hz. Ali’nin şu sözlerini yeniden hatırlamalı, hatırlatmalıyız.
“Her kab içine bir şeyler kondukça küçüldüğü, daraldığı halde; bilgi kabı, içine bir şeyler dolduruldukça genişler.”
Türkiye’de alfabesi değiştirilen, Kur’an okuması yasaklanan ve medreseleri kapatılan bir neslin çocuklarıyız. Müslümanlar sindirilirken rejim Batıcı-Kemalist 10 milyonlarca genç yaratmak peşindeydi. Tüm üniversite kürsüleri “onlar”ın emrine sunulurken, fıtrata bağlı kalmak isteyen “bizler”e ve 10 binlerce başörtülü öğrenciye vebalı muamelesi yaptılar. “Onlar” oyunda oynaşta. Gezi Parkı için yapılan eylemlerin amacı daha fazla hazcılıktı. En fazla amaçladıkları fıtratı bozan içki ve cinsellik serbestisiydi. Toplumda büyük bir istikametsizlik var. “Bizler” fıtratımıza sahip çıkarsak, okuma ve tahkik boyutunu öne çıkartırsak, tüm itilmişlikleri aşıp toplumu yeniden fıtratıyla buluşturmamız mümkün.
Bilgi kabımızı genişletmek, bilgimizle kibirleşmemek ve bildiğimizle amel etmek duası ile…